1848 Nisan’ında Almanya’da isyan eden, 1851’de darbeye karşı çıktıkları için Paris’te tutuklanan, 1871 Paris Komünü’nde yer alıp yenilgi sonrası sürgünden payını alan ve 1897’de Brezilya’da kayıtlara geçen ilk anarşistler olan ayakkabıcılar; ve hatta Julius Caesar’ın (Sheakspeare) birinci perdesinde protestocu kalabalığa sokaklar boyu öncülük eden ayakkabı tamircisi, hepimizi “çizmeyi aşma”ya davet ediyor….
19 Ocak 2007
Hrant Dink cinayeti denildiğinde gözümüzün önünde canlanan ilk karelerden biri: Üstü gazeteyle örtülü, yerde boylu boyunca uzanmış yatıyor. 10 yıllık ayakkabılarının altı delik… Her gün yürümekten ayakkabılarının aşındığı Agos yolunda, o sabah sırtından vurulacağını düşünmüş müdür acaba Hrant? Kim bilir?.. Katilinin, özenle seçtiği, hatta belki sadece o gün için yeni aldığı ayakkabılarının yanında Hrant’ın emektarları… Onurla yaşanmış bir hayattan geriye kalan bu ayakkabılar oldu, Hrant’ın “satın alınmadığını” belki sadece bu ayakkabılar gösterebilirdi görmeyen gözlere. Bunun içindir ki, o fotoğraf karesi sadece içimizi sızlatan incecik bir detay olmaktan çıktı; bu ülkenin namuslu, dürüst aydınlarının bir sureti hâline geldi. Bu kareyi yaşayan, içinde hisseden herkes; katilin başının okşanması yerine cezalandırılmasını beklerdi. Fakat olmadı.
14 Aralık 2008
Muntazar el-Zeyd, Iraklı bir gazeteci. Adını, tıpkı bugünlerde olduğu gibi o günlerde de her yere demokrasi götürmeye kendini adamış ABD’nin o dönemki başkanı George W. Bush’a fırlattığı bir çift ayakkabı ile duyurdu. Bush’un gelişkin reflekslerinin payıyla da ayakkabılar hedefe isabet etmedi, ancak izleyen herkes Bush’un suratındaki ifadeden büyük bir haz aldı. İçeriye silah sokmayı veya doğrudan saldırmayı göze alamayışı değildi Zeyd’in ayakkabı fırlatmasının nedeni. Kendi kültüründe, birine ayakkabı (veya terlik) fırlatmak oldukça aşağılayıcı bir anlam taşıyordu. Bush’un canına kastetmediği çok açıktı, yine de kendisine “Irak halkından güle güle öpücüğü” vermesinin bedeli yaklaşık 1 yıl hapis cezası ve işkence oldu. Gittiği her coğrafyaya ölüm ve yıkım götüren ABD’nin, bu kadar aşağılandıktan sonra bir daha Ortadoğu’ya ilişmemesi beklenirdi. Fakat olmadı.
17-25 Aralık 2013
Dünyanın herhangi bir yerindeki bir insanın ömrü boyunca durmaksızın çalışsa kazanamayacağı para, günün birinde “birilerinin” evinden ayakkabı kutularının içinde çıktı. Milletin vekili, bakanı olan “birilerinin” evinden… Buna tanıklık eden bir ülkede, neler olması beklenmezdi ki? Fakat hiçbir şey olmadı.
13 Mayıs 2014
Emek tarihini ve emekçileri anlatan onlarca film ve roman yapılmıştır bugüne kadar. Ama hiçbiri, Soma’da göçükten kurtulan maden işçisi Murat Yalçın’ın ilkyardım amacıyla bindirildiği ambulansta sorduğu şu soru kadar çarpıcı değildi belki de: “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin…” 18. yüzyıldan beri “fıtratında ölmek olan” maden işçisi, ölümden kurtulduğu ilk dakikada sedyeyi kirletmekten çekinmişti. Ne dünyayı kirletenler bu kadar utanmıştı oysa, ne hırsızlar, ne de katiller… Gün ışığı görmeden günlerce çalıştığı madeni, devlet büyükleri bir “sahur fantezisi” olarak ziyaret ettiğinde de çekinmiş, karşısındakine elini verememişti belki. Kâr hırsı yüzünden 301 işçinin can verdiği böyle bir “kaza” sonrası, en azından maden işçilerinin çalışma koşullarında kimi düzeltmeler yapılması, birkaç istifa olması gerekirdi. Fakat olmadı.
28 Ekim 2014
Soma’daki “kaza”nın üstünden çok da uzun bir süre geçmemişti ki Ermenek’te bir kömür madenini su bastı. 18 işçi hayatını kaybetti. Cenazelerden birinde, ölen madenci Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe yırtık lastik ayakkabıları ile kamuoyunun dikkatini çekti. Bu zamana kadar maden işletmeleri denetime tabi tutulmamış, bu tür “kaza”ların sorumluları cezalandırılmamıştı ama o gün devlet “devletliğini” gösterip, bu madenci babasına yeni bir çift lastik ayakkabı göndermişti. Madencilerin ölümleri artık haber değeri taşımadığından olsa gerek ana akım medya davaların takipçisi olmuyordu ama “harika bir eviniz olacak” minvalindeki programlarında Recep Gökçe’nin evini yenileyerek hem reytingleri hem takdirleri toplamayı başarıyordu. Kendine lastik ayakkabı alamayan Recep Amca’ya da borç böyle ödenmiş oluyordu işte.
18 Aralık 2016
Türkiye’de artık rutinleşen bombalı saldırılardan birinin ertesi günü… Bir yanda, asla nedenini bilmedikleri bir savaşta, zorunlu askerlik göreviyle ölmeye mahkûm edilmiş gencecik insanlar. Diğer yanda kandan, ölümden beslenenlerin siyasetine “vatan sağolsun” demeye mahkûm edilen emekçi aileleri… Bu aileler, tek ayakkabıyla idare etmek zorundadır çoğu zaman. Hele ki söz konusu olan anneyse ve bu anne de ev kadınıysa ikinci bir ayakkabıya hiç ihtiyacı olmayacaktır. Şehime Döngel de bu kadınlardan biriydi. Savaş politikalarının bir sonucu olarak evladını kaybeden nice anneden biri. Eksi 2 derece soğukta, oğlunun cenazesini uğurluyordu. Ayağındaki ayakkabıların hâli görülünce, önce havluyla sardılar ayaklarını, sonra bir bot alıp giydirdiler. Soğuğun çok farkında değildi belki ama neticede devlet, bir kez daha “devletliğini” göstermişti.
İşte, 21. yüzyıl Türkiye’sinden ayakkabı manzaraları. Daha şirin hikâyeler de anlatılabilirdi elbette. Yatılı okullarda ayakkabıların içine su konarak yapılan şakalardan veya düğün günü gelin evinden çıkarken damadın ayakkabılarını saklayıp bahşiş isteme geleneğinden… Olmadı.
“Çizmeyi aşmak”
Çizmeyi aşmak deyimi, Antikite’den Sanayi Devrimi’ne kadar pek çok ülkede ayakkabıcılara sınırlarını bildirmek üzere kullanılmıştır. Bu deyim, resmî eğitimden geçmiş kişilere bırakılması uygun görünen konularda ayakkabıcıların görüşlerini açıklama eğilimine dikkat çeker. Eric Hobsbawm’ın derlediği Sıra Dışı İnsanlar kitabında yer alan bir makalede, yüzyıllar önce farklı coğrafyalarda yaşanan toplumsal kalkışmalarda radikallikleri ile ün salan ayakkabıcılar anlatılır. Peki, hem Avrupa’da hem de Brezilya’da öne çıkan isyancıların ayakkabıcı olması nasıl mümkün olmuştu?
Her meslek, o mesleği icra edenleri şöyle ya da böyle etkiler… O çağda ayakkabıcıların da mesleklerinden etkilendiği söylenir. Çoğunlukla yalnız çalışma zorunluluğu, onları “derin düşünen ve katı” bireyler hâline getirmiş olabilir. Ayakkabıcılar, bütün gün bir sandalyede oturup deriyi ayakkabıya sarar ya da ayakkabının topuğuna son derece monoton bir biçimde vururlardı. Dolayısıyla kafası durmadan metafizik, siyasal ve teolojik konular arasında dolanır, “çizmeyi aşma” ikazının hakkını verirdi.
Ayakkabıcıların düşünsel alanda etkinliklerini artırmaları, ayakkabıcılığın fiziksel açıdan çok fazla uğraş istemeyen bir zanaat olmasıyla açıklanabilir. Bunun yanı sıra, gezgin ayakkabıcılık diye de bir kol vardı. Birbiriyle bağ hâlinde olan gezgin ayakkabıcıların olması ve bu gezgin ayakkabıcıların ziyaret ettikleri her atölyede mesleğin sorunları ve olan biten günlük hadiseler hakkında konuşmaları kendilerine has bir kültür oluşturmalarını sağladı. Esasen, fiziksel gücün fazla harcanmamasına bağlı olarak, bulundukları çevrenin ufak tefek, cılız, bedensel engelli çocuklarının bu zanaata yöneldikleri görüldü. Öyle ki, o dönemde tarım işçileri bile en alt rütbeli denizci olarak askere alınırken ayakkabıcılar (ve terziler ile nalbantlar) askere alınmazdı. Yaşıtlarıyla bedensel açıdan rekabet etmeleri olanaksız olan bu zayıf çocuklar, başka türlü bir saygınlık kazanmak için güdülendi: entelektüellik… Hatta Gorki, yapıtlarındaki karakterlerden birini, “Pek çok ayakkabıcı gibi, bir kitabın büyüsüne kolayca kapılıyor” diye betimlemişti. Mesleğin kitap taşımaya ve okuma yazmaya elverişli oluşu türünden nesnel koşulları, meslek sahiplerinin sosyo-ekonomik koşullarıyla birleşince radikallik neredeyse kaçınılmaz oldu. Örgütlü loncaların ve sendikaların dağıldığı zamanlarda dahi, ayakkabıcılar bağımsızlık ruhuna sadık kalarak grev ve eylemlere büyük bir katılım gösterdiler.
Eric Hobsbawm ve Joan Scott, birlikte yazdıkları makalede daha pek çok heyecan verici etmene değinmekte. Ancak, daha heyecanlı kısmı belki de bu tür ayakkabıcıların hâlâ var olduğuna ilk elden şahitlik etmemiz… Makalenin yazarlarından biri, İskoçyalı bir ayakkabıcıdan aldığı Marksizm derslerini bugün bile anımsadığını söylüyor.
Ayakkabının sembolik bir anlam taşımadığı bir ülkede yaşıyor olsaydık eğer, bu çalışma keyifli bir okumadan ibaret kalırdı. Fakat olmadı.
1848 Nisan’ında Almanya’da isyan eden, 1851’de darbeye karşı çıktıkları için Paris’te tutuklanan, 1871 Paris Komünü’nde yer alıp yenilgi sonrası sürgünden payını alan ve 1897’de Brezilya’da kayıtlara geçen ilk anarşistler olan ayakkabıcılar; ve hatta Julius Caesar’ın (Sheakspeare) birinci perdesinde protestocu kalabalığa sokaklar boyu öncülük eden ayakkabı tamircisi, hepimizi “çizmeyi aşma”ya davet ediyor….
Günnur Aksakal