Her yıl Aralık ayında bir asgari ücret pazarlığı yapılıyor. İşte en büyük işçi sendikası konfederasyonu temsilcisi, “iş verenler” temsilcisi, hükümet temsilcisi bir kaç toplantıda bir yıl sonraki asgari ücreti belirliyor.
Daha adlandırmada sorun var. Kapitalist patronların temsilcisi demek yerine ‘iş veren temsilcisi’ deniyor… Bilindiği gibi “vermek”, karşı taraftakini borçlandırmaktır… Birine bir şey verdiğinizde ‘alacaklı’ hale gelirsiniz. İkincisi, hükümet temsilcisi değil, devlet temsilcisi demek gerekiyor zira aradaki fark önemsiz değil. Üçüncüsü de, işçi temsilcisi değil, sendika bürokratı denmeli… Malûm, bürokrasinin her çeşidi fıtraten gericidir ve başka türlü olması da mümkün değildir…
|
Türkiye’deki tüm işçiler adına masaya oturan TÜRK-İŞ temsilcisinin asgari ücret pazarlığına başlamadan önce, kendi aldığı ücreti, TÜRK-İŞ genel sekreterinin ve yönetim kurulu üyelerinin, konfederasyona bağlı sendika başkanlarının aldığı ücreti kamuoyuna açıklaması gerekir… Açıklansın ki, insanlar pazarlık masasında oturan hakkında bir fikir sahibi olsun!.. Mesela aldıkları ücret en yüksek devlet memuru olan müsteşar maaşından ne kadar fazla, asgari ücretin ve ortalama ücretin kaç katı? Yılda kaç ücret alıyorlar? Bir ay tek, bir ay çift 18 ücret alıyorlar mı? Lüks ithal arabalara biniyorlar mı? Makam şoförleri var mı? Harcirahları ne kadar?.. Fakat, sendika bürokratlarının sendikanın fonlarını [birikmiş aidatları] tasarruf etmek gibi bir imkânları da vardır… Dolayısıyla nakdi gelirleri dışında da harcamaya yetkilidirler… Sendikayı büyütmek istediklerinde, asıl amaç mücadeleyi büyütmek değil, sendika kaynağını [aidatları] büyütmektir… Hiç bir zaman işçilerin grev yapmasını istemezler… Grev yapılırsa grevci işçilere ödeme yapmak gerekir ki, kaynak küçülür…
İşte bu yüzden büyük sendika konfederasyonu bürokratları, genel bir çerçevede burjuva sınıfına dahildirler… Aslında “karşı taraftadırlar”… İşçi sınıfının ve bir bütün olarak ezilen sınıfların temsilcisi değillerdir… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir ve şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir… Aslında verilmek istenen mesaj ve yaratılan imaj şöyle: Güya, sermaye sınıfını, kapitalist sınıfı temsil edenlerle, işçi sınıfını temsil edenler karşı karşıya geliyor ve hükümet temsilcisi de ‘hakemlik’ yapıyor… Aslında devlet ve sermaye bir ve aynı şeydir… Devletin misyonu ve varlık nedeni, zenginleri yoksullardan korumaktır… Dolayısıyla pazarlık masasında zaten bir eşitlik yok! İşçi temsilcisi de işçileri temsil etmediğine göre, ortada sadece seyirciyi oyalamak amacıyla sahnelenen sahte bir oyun, bir ikiyüzlülük var… Asgari ücret aslında o ‘görüşmelerde’, ‘müzakerelerde’, pazarlıklarda değil başka yerde belirleniyor…
Türkiye’de sol hareket hiç bir zaman sendikalardaki yozlaşmayı sorun etmiyor… “Sınıf güzellemesi ” yapmakla yetiniyor… Gerekçe de evlere şenlik: Neymiş efendim, “en kötü örgüt bile örgütsüzlükten iyiymiş”… İyi de ‘en kötüden ötesi var mı?
Türkiye’de 1946 yılına kadar sendika kurmak yasaktı… O tarihte dernekler kanununda bir değişiklik yapılarak sendika kurmanın yolu açıldı. Fakat, sendikaların grev ve toplum sözleşme hakları yoktu. Buna rağmen çok sayıda sendika kuruldu. Devlet, işçi aidatlarını çok düşük tespit ederek, sendikaların kendi ayakları üstünde durmaları engellemek istedi… Onları devlet yardımına muhtaç hale getirdi… 1950’li yılların başında işçi sendikaları bir konfederasyon kurma girişiminde bulunduklarında, devlet başta izin vermek istemedi… Bir araya gelirlerse, bir güç haline gelirler, ‘zararlı olabilirler’ diye düşünüyorlardı… Türkiye’nin “Küçük Amerika” olma hayalleriyle yanıp-tutuştuğu yıllardı… O zamanlar tüm devlet kurumlarında Amerikalı uzmanlar bulunurdu… Sonuçta bir Amerikalı uzmana soruyorlar. Uzman, “tam tersine, bir konfederasyon çatısı altında toplanmaları daha iyi olur, her biriyle ayrı ayrı uğraşmaktansa, topluca denetim altına almak evladır” diyor ve gereği yapılıyor 1952’de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu [TÜRK-İŞ] kuruluyor… Ve o tarihten sonra sendikacıların Amerika yolculuğu başlıyor… Orada “ciddi bir eğitim alıp” dönüyorlar ve sendikaların başına geçiyorlar… 1963 yılında grev ve toplu sözleşme hakkı tanındığında, artık Amerikan eğitimi almış sendikacılarla yola devam edilebilirdi ve edildi…
TÜRK-İŞ bidayetten itibaren bir “devlet sendikasıdır” … Devlet aygıtının dışında olsa da bir devlet kurumu gibi hareket eder… Devletin ‘yüksek çıkarlarının’ bekçisidir… Zaten Türkiye’de rejim, üç direk üzerinde durur: Genel Kurmay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve TÜRK-İŞ başkanlığı…
Siz hiç bu güne kadar TÜRK-İŞ’in herhangi bir soruna dair bir fikir beyan ettiğini, bir görüş dillendirdiğini, bir tepki gösterdiğini hatırlıyor musunuz? Mesela, Türkiye’nin varı-yoğu, “özelleştirme” adı altında bir soyguncu çetesi tarafından yağmalanır, talan edilirken, doğal kaynak tahribatı almış başını giderken, bir çift söz söylediğini, tepki gösterdiğini duydunuz mu? Türkiye’nin Suriye’de batağa saplanması hakkında TÜRK-İŞ yöneticilerinin bir fikri var mıdır? Olabilir mi? Üniversitelerden, okullardan, devlet kadrolarından atılanlarla ilgili bir bildiri yayınladı mı? Hiç kımıldadı mı? İyi de bu adamlar hangi ülkede yaşıyor? Türk-İş başkanının veya bir yöneticisinin Galatasaray Meydanında Cumartesi Anneleriyle yan yana oturanı var mıdır? Faili meçhul cinayetler, kadın cinayetleri onları ilgilendiriyor mu? Bu güne kadar TÜRK-İŞ, içinde kapitalizm geçen bir metin yayınlamış mıdır? Bir TÜRK-İŞ yöneticisinin ağzından kapitalizm kelimesi hiç çıkmış mıdır?.. Duyan-bilen var mı? Sendikaların misyonu ve varlık nedeni kapitalizmle mücadele etmek olduğuna göre?.. Sağlık hizmetleri, eğitim, sosyal güvenlik, su dahil her şey özelleştirilir, metalaştırılır, paralılaştırılırken, TÜRK-İŞ’in söyleyecek bir çift sözü neden yok… Neden en ufak bir tepki göstermedi, göstermiyor? Göstere bilir mi? TÜRK-İŞ yöneticileri tam bir yıkım projesi olan “Büyük Projeler” hakkında, mesela Kanal İstanbul çılgınlığı hakkında ne düşünmektedirler?
TÜRK-İŞ yöneticileri ” partiler üstü” olmakla öğünürler… Bunu aslında her dönemde iktidar olandan, dolayısıyla devletten yana olduklarını gizlemek için yapıyorlar…
Kürt sorunu, hapisteki gazeteciler, işkence, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü onları neden ilgilendirmiyor? İyi de hak savunuculuğu bunun neresinde? TÜRK-İŞ bürokratlarının o tarakta bezi hiç olmadı, bu gün de yoktur… O, kutsal devletin ‘yüksek çıkarlarının’ bekçiliğine memur edilmiştir… O kadarı ona yetiyor da artıyor bile…
O zaman yapılacak şey belli. İşçi sınıfına, bir bütün olarak ezilen halk kesimlerine külliyen yabancılaşmış bu gericilik yuvasını teşhir etmek, ipliğini pazara çıkarmak, aslında kimin hizmetinde olduğunu, neye yaradığını teşhir etmek, velhasıl ikiyüzlülüğü açık etmek gerekiyor! Zaman zaman ‘kırmızı çizgiden’ söz ediyorlar… Unutulmasın, sarı sendikanın kırmızı çizgisi olmaz…