“Kim okuyacak bunca sayfayı!” diye, her seferinde daha ellinci sayfasına gelmeksizin havlu atılan, satırlar karşısında yenilgiyi kabul ederek beyaz bayrak çekilen bir roman varsa, o da Savaş ve Barış’tır.
Haksız da sayılmazlar; teşbihte hata olmaz, tuğla gibi kitaptır.
Tuğla gibidir, nitekim birinin başına düşmeyegörsün farkındalık yaratır, okuması sıkar ve bayar ama son satırına gelen birisi Katharsis’e uğramış gibi olur.
1910 yılında seksen üçündeyken hayatını kaybeden Rus yazarı Lev Tolstoy’un Anna Karenina romanına arkadaşlık etmiş öteki eseri ‘Savaş ve Barış’ın tiyatro sahnelerinde pek çok canlandırmasına, versiyonlarına, yorumlarına rast gelindi.
Bunlardan sonuncusu, sanırım, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Makedonyalı yönetmen Aleksandar Popovski tarafından sahnelenmiş olanıdır.
Şimdilik bir başkasına rast gelemedik.
Bu cihette tafsilatlı havadis alırsak, haberdar ederiz.
Yirminci yüzyılda baş göstermiş epik ve belgesel tiyatronun kurucusu Bertolt Brecht’le birlikte adı anılan Alman tiyatrocu Erwin Piscator, Tolstoy’un bu “tuğla gibi romanını”, 1923’de Berlin’de “solculuk” yaparak sahnelemişti.
Oyunda Rus aristokrasisini bütün fenalıklarıyla yerden yere vuruyor, politik tiyatroya yakışır bir kurguyla Tolstoy’u yorumluyordu. Bu dev romanın pek çok başka versiyonu, yorum ve çeşitlemesi sonradan yapıldı; fakat Piscator’unki hepsinden farklıdır.
Tolstoy’un romanını 1869’da St.Petersburg’daki Russkiy Vestnik Yayınevi bastı. Lenin’in başucu kitabı olan ‘Savaş ve Barış’ın, dile kolay, 160 roman kahramanı ve karakterden oluşan, bu yüzden içinden çıkılamaz bir labirente dönmüş anlatımını tiyatro sahnesine taşımak o kadar da hafifsenecek bir uğraşı olamaz.
Bir romandan çok, Homeros’un “İliada” ve “Odysseus” eserleri gibi Epope (Destansı) bir anlatıdır; böylesi kahramanlar geçidi yapan eseri sahneye sığdıranı alkışlamalıdır.
Makedon tiyatrocu Aleksandar Popovski, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın 2010’lu yıllardaki Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu davetiyle Türkiye’ye gelip, sonraki dönemlerde ardı ardına üç oyun sahneledi:
Shakespeare’ın Bir Yaz Gecesi Rüyası;
Chorderlos de Laclos’un tehlikeli sayılabilecek Tehlikeli İlişkiler’ini;
Boris Vian’ın İmparatorluk Kuranlar oyununu…
Şimdi de Tolstoy gibi bir büyük isimle sahneyi kaplamış bulunuyor.
İki perdelik oyun, romanın kendisi gibi uzunca; 200 dakika sürüyor. Daha kısa olsa, olamazdı; Sine Qua Non!
Arkada 50 kişilik bir dramaturji ve teknik yapım ekibinin yer aldığı dev oyunda 23 oyuncu neredeyse dekorsuz bir sahnede Rus steplerini, karlı ovalarını, savaş meydanlarını ve tabii aristokrat tahayyülün zırvalığını bizlere sergiliyor.
1805’de, “Paşa gönlü öyle istediği için” değil elbette, siyasal süreç zorunlu kıldığı için ve fakat kibirinin de esiri olup arkasına 600 bin askerden oluşan bir ordu takarak Rusya’yı fethe çıkan Napolyon Bonapart’ın çılgınca planı, saldırısı, “General Kış” karşısında yenilgisi, daha önemlisi Rus aristokrasisinin kaypak, ruhsuz ve kendi içine dönük bencilliği Tolstoy’un romanına yeteri kadar malzeme verdi.
Moskova’ya kadar ilerleyen Napolyon karşısında çekilen Rus ordusu ve onların kiralık milisleri olan Kazak birliklerinin, Fransızlar gıda maddesi hatta içecek su bulamasın diye Rus ve Ukrayna köylüsünün, şehirlerdeki halkının açlığı pahasına tarlaları, stoklanmış depoları ve hatta köyleri yaktığı bir gerçek acımasızlığın hikâyesidir bu…
Sahnede romandan uyarlanan oyunu izlerken Rus aristokrasisinin, Çar I.Aleksander’in yaltakçısı saray soylularının çarpık ilişkileri gözümüzün önünde kirli çamaşırlar gibi ortaya dökülüyor. Oyun başlarken, aristokrat meclislerin o vakitler parlayan şöhretli kadınlarından Anna Pavlovna [Ayşegül İşsever] olan biteni bize anlatıcı- ad spectatores olarak aktaracağını, böylece tahkiye sanatını ortaya koyacağını söylemiş bulundu. Ne ki, oyun süresince birkaç kez orada neler olduğunu söylemeye fırsat bulabildi, zira birbirleriyle sarmaş dolaş ve fakat sık sık kanlı bıçaklı olan aristokratlar yeterince kendilerini ortaya faş edebilecekti. Kumar borcuyla malı mülkü elden çıkaranı mı dersiniz, düelloya girişeni, bir diğerini ayartanı, ölüm döşeğindekilerin miras kavgasına girişeni; bütün bunlar, çirkinliğiyle, hepsi Tolstoy’u iğrendirmiş olmalı…
Napolyon Savaşları’nın telaşı ve cici hayatlarından edilmek korkusuyla Rus aristokratları kendi tasalarıyla meşgul, apatik ve apolitik, dünyadan bigâne yaşayan beş köklü asil aile olarak romanda teşhir ediliyordu; Kuragin’lerin, Bolkonsky’lerin, Drubetskoy’ların Rostov’ların, Bezukhov’ların Sodom ve Gomora hikâyesidir bu!
Sahnedeki Savaş ve Barış’ın dekoru yaygın dekordur, sürekli değişmek zorundadır, bu sürekli yer ve mekân değiştirmeyi yönetmen Popovski, bir tür Anakronizm – zaman dışılık kurarak epik oyuna uygun hale getirmiş bulunuyor. 1812’de Rus Kalaşnikovlarıyla savaşanları görüyoruz, sahnede bir Zodiac bot, bir elektronik org görülüyor, off düğmesine basılmış bir TV ekranı; bir buzdolabı bile var.
Oyun başladığında Anna Pavlovna karakterleri tek tek tanıtmaya çalışırken, o sırada olan bitene karşı ilgisiz, kayıtsız, laubali ve lakayt biçimde bir köşede hamburger yiyip pipetle içeceğini fırt fırt içen General Kutuzov’u da görüyoruz; bir tek kolunda akıllı saat yoktu.
Kutuzov, Napolyon’a karşı satranç tahtasında cepheye sürülmüş Vezir’dir; orduya komuta eder.
Müzikal olmamakla beraber, yönetmen Popovski araya heavy-metal, rap ve pop tarzında şarkılar koyarak General Kutuzov başta olmak üzere bazı oyuncuları ayaklı mikrofonda söyletti.
Bütün kurgunun zaman zaman absürd tiyatronun sınırlarına yaklaştığını söylemek de mümkün, ancak tam o sınır eşiğine gelindiğinde Popovski ustaca bir manevrayla tekrar oyunun kendi tarihsel döngüsüne izleyiciyi davet ediyor.
En etkileyici sahne, bana kalırsa, Napolyon’un elini kolunu sallayarak Moskova’yı teslim aldığı zaman aristokratları nasıl da kıskıvrak ele geçirdiğine, tersinden bakarsak aristokrasinin nasıl kaypakça işgalciye boyun eğebildiğini gösteren oyunun sonlarına yakın sahnedir.
Napolyon [Mesut Çırak] bir üflemeli çalgı elinde, öttürüyor; derhal az evvel birbirleriyle saç saça baş başa olan aristokratlar ortaya çıkıyor ve onu Fareli Köyün Kavalcısı gibi takibe başlıyorlar.
Bir güldürü tarzı olarak “fars” biçimine yaklaşan komedinin kullanılmasıyla adeta tren dansı veya düğün halayı yapar gibi tüm aristokratlar Napolyon Zurnası’yla hizaya giriyor.
Burası acıklıydı, zaten fars sizi güldürür ama bir yandan içinizi sızlatır.
Sonunda Napolyon geri çekilecektir. Sahnede yer dekoru olarak hava üflenip şişirilmekle karlı mekânları tasvir eden bez-torbaların üzerinde savaş biter, fakat hemen sevinmeyin savaş aslında bitmez!
Latincede denildiği gibi çatışma bitmiştir, savaş devam eder: Bellum manet, pugna cessat, diyordu Romalılar buna…
Oyunun uzunluğu sahnedeki tiyatrocularımızı yormuş olmalıdır; bizler, koltuklarımızda yorulduk, onlar yorulmaz olur mu hiç!
Sona doğruydu, bir ara aklıma düştü: Tolstoy hayatta olsa ve gelip bu oyunu baştan sona izlese, ne düşünürdü!
Tolstoy’u bilmem ama Napolyon hazretlerini getirip yanıma koysalar, “Bak, seyret yaptığını; beğendin mi?” diye sorardım.
Onun vereceği cevap “Ben duyduğum gurur, kibir yüzünden ne yaptığımı biliyor muydum!” olabilirdi; ben de duymazdan gelirdim.
Savaş ve Barış’a gidiniz, bir yanınıza Tolstoy’u öteki yanınıza Napolyon’u alınız; aristokratlarsa sahnede itişip tepişip dursun…