Göç kelimesi her zaman negatif bir çağrışım yaratır. Görseldir. Görselin içinde ait olduğu mekandan -kendi isteminden bağımsız- ayrılan insanın resmi vardır. O resme dikkatli baktığınızda göç edenin korkularını, kaygılarını, bir mekandan uzaklaşıp öteki mekana yaklaşırken yaşadığı bilinmezliği farkedersiniz.
Annemin Almanya Masalı adlı tiyatro oyunu bu resimlerden biri. 1960’lı yıllarda Türkiye’den Almanya’ya doğru yola çıkan ekonomik göçün iç dünyasını anlatıyor. Oyunun rejisörü Dinçer Güçyeter bu iç dünyasının dili. Onun ekibiyle birlikte sahne üzerinde dile getirmek istediklerini bir de söyleşi formatında ele almak istedik.(Nitekim bu söyleşiyi okuduktan sonra oyunu 18 Mayıs, Cumartesi günü, saat 20.00’de Kulturbunker´da (Berliner Str. 20, 51063 Köln) izlerken göçün iç dünyasına daha kolay girmeniz mümkün olacak.)
Sevgili Dinçer, neredeyse seninle yaşıt olan ekonomik göçün dokusunu anlamaya ve anladığını anlatmaya çalışmışsın. Ben yine de şunu sormak istiyorum; sahneye taşıdığın bu göç olgusu senin için ne? Ekmeğe sürülen Nutella ile ya da boynuna taktığın anahtarla bir ilgisi var mı? Kısaca göçün sende kişisel olarak yarattığı etkiyi anlatabilir misin?
Sevgili Songül, senin de bildiğin gibi kökleri bir şekilde Anadolu`ya sarkan her insanın göç ile bir teması olmuştur. Ben Almanya`da doğup büyüyen takıma aitim. Anneannem bizim eve taşındığında on yaşındaydım. Ondan kendi annesinin Yunanistan’dan Türkiye’ye göçünü defalarca dinledim, anlatmayı severdi, anlatırken içlenirdi. Kendi annemin/babamın hikayeleri zaten devamlı başucumdaydı. Yıl 2019, ve hala sağımız solumuz göç hikayeleri ile dolu. Gönüllü göçün yanında mecburi olanlar daha fazla, dolayısıyla bunu birebir yaşayanlarda travmatik bir hal alıyor. Konuştuğumuz dil, kokladığımız hava… bunlar doğumdan itibaren iliklerimize işleyen doğal öğeler, hepsini ardına bırakıp yabanda yeniden yer aramak bir insan ömrü için külfetlidir elbette, kolay atlatılabilecek bir durum değil. Nutella ve anahtar olayına gelince, annelerimiz babalarımız bildiğin gibi uzun saatler çalışıyorlardı. Biz çocuklar evlerine döndüklerinde ne kapıyı açacak biri olurdu ne de sıcak bir yemek. Boynumuza iple astığımız anahtar ve masaya dizilmiş kahvaltılıklar, Nutella bunlar içinde kraldı, günü atlatmamıza yardımcı olurdu. Dediğim gibi, kişisel olarak bir göç hikayem yok, fakat insan ömrü biraz da dinlediği hikayelerde vücut bulur.
Oyunla ilgili bana gönderdiğin metinde Faust´u sahnelemek isterken birden fikir değiştirip Annenin masalını yazmaya karar verdiğini yazmışsın. Bu durum dikkatimi çekti. Felsefi bir dünya klasiğinden otantik bir hikayeye geçtiğini ve bu geçişin hemen ardından ekiple birlikte kendini çok rahat hissettiğini belirtiyorsun. Bu durumu biraz açabilir misin?
Komik bir durumdu, anlatmaktan nedense büyük zevk alıyorum. Faust fikri aklıma geldiğinde İstanbul Devlet Tiyatroları arşivinden en güncel çeviriyi rica ettim. Mail olarak gönderdiler ve biz okuma provalarına başladık. Benim çok dikkate almadığım önemli bir konu vardı, oyuncu ekip içinde kimse klasik edebiyat/tiyatro eğitiminden geçmemişti. Ondan önce daha çok protest (her ne demekse!…) oyunlar sergilemiştik. Okuma provalarında Faust metninin sindirilemediğini hissettim. Ekip bunu bana söylemiyordu fakat benim her çalışmamızda hissettiğim o ateş eksikti. Bir gün toplantıya Annemin Almanya Masalı metnini götürdüm ve okuyalım dedim. Her cümlede oyuncular eski dillerini bulmaya başladılar. Gözelerinin içi gülmeye başladı, tamamdır dedim. İlk cevapta belirttiğim gibi, konuştuğumuz dil diğer organlar gibi bize ait, sonradan zoraki eklemeler sadece bir protez işlemi görüyor. Faust´un vakti elbette gelecek, biraz daha zamanı var, üzerinden yüzyıllar geçse de çok güncel bir metin, şeytanımız hala çok dolaplar çeviriyor çünkü.
Oyunu henüz izlemedim. Ama farkettiğim kadarıyla otantik motifler toplumsal-gerçekçi biçimde ağır basıyor. Tek tek figürlerin kendi hikayelerini trajik bir anlatım tarzıyla sahnelemeleri söz konusu. YouTube´da hazırladığın kısa videoyu izlerken aklıma şu geldi; Aslında hiç kimse doğrudan bu ekonomik göçe zorlanmadı. Hatta o yıllarda insanların hemen hepsi şartlarını zorlayarak Almanya´ya gelebilmek için çaba sarfettiler. Şimdi de kendi yaşıtları olan Türkiye´deki akrabalarına göre daha avantajlı durumdalar. Sence yine de bu insanlar mağdur mu? Bu konuda ne diyeceksin?
Oyunun yapısı mağduriyete sığınmıyor. Trajik sahneler elbette var, fakat hangi insan hayatı acıya dokunmadan kendini tamamlamıştır ki? Zorlama tabii ki yok, fakat ne kadar tercih hakkı var, bunu irdelemek lazım. Anadolu’nun coğrafyasında kaç kadın kendi tercih ettiği erkekle ilişki yaşayabiliyor veya kaç erkek hayalini kurduğu işte çalışabiliyor? Bu liste uzar gider. Elbette Almanya´da yaşamanın avantajları var, ve elbette bu konforun(!?) bir bedeli olacaktı. Mağduriyet hissi sadece bizim toplumumuzun arabeske yakın olmasıyla ilgili değil, Almanya’nın uyguladığı göç politikası da bu mağduriyet kavramını yaymıştır. Bizim hikayemize gelince: Bir kadın yaşadıklarını anlatıyor, kendi mücadelesini; ve oyunun sonunda “Ben kendi elimden geleni yaptım. Siz daha iyisini yapın.“ diyor. Bu kendine acımak değil, yol gösteren bir söylemdir. Otantik motiflere gelince: Açıkçası klişeleri kararınca kullanmak yardımcı olabiliyor. Ortaoyunu geleneğinde bu çok önemlidir. Aldi, minibüs ve TV örtüleri gibi çok bilinmiş öğeleri kullanmak hem anlatımı kolaylaştırdı hem de renk kattı.
Figürlerden biri şunu söylüyor: “Ekmek parası neredeyse memleket ordadır. Kapatma çocukların rızkını.” Bu hepimizin tanıdık olduğu, yakından bildiği bir yaklaşım. Hani hep söylendiği gibi; “Doğduğun yer değil doyduğun yer memleketindir.” Derin düşünecek olursak, bu yaklaşım biraz eksik kalmıyor mu sence? Yani insan aslında üzerine doğduğu coğrafyayla, o coğrafyanın dili, kültürüyle özdeş. Oradan koptuğunda da birçok yönüyle eksik kalmıyor mu?
Aynen, bahsettiğim gibi, kullandığımız dil, kokladığımız hava… İnsan otelde kaldığı zaman dahi kendi yatağının kokusunu özlüyor. Bazı yaklaşımlar gerçeklikten öte, teselli için kullanılır. Babam annemi istemeye gittiğinde anneannem “yabana kız vermem“ diye çıkışır, bunun üzerine kardeşi “Ekmek parası neredeyse memleket ordadır.“ deyip anneannemi ikna eder. O dönem Anadolu için zor yıllar. Bugün ne kadar değişti, bu başka bir konu. Yani anneme aslında kurtarıcı gözüyle bakılıyor, o Almanya´ya giderse, işsiz olan kardeşlerini de götürebilir anlamında. Söylediklerine katılıyorum, Anadolu insanı kendisini teselli etmek için bilgelikle süslenmiş çok deyimler üretmiştir. Kuyunun dibi farklı bir zemin gösterse de bunlardan kolay kolay vazgeçilemiyor. Karanlık bir sığınak olarak görebiliriz bu yaklaşımları.
Oyunun adı “Annemin Almanya Masalı”. Annen oyun hakkında ne düşünüyor? İlk izlenimi neydi?
Gösteri esnasında ben genelde teknik kabinde veya sahne arkasında oluyorum. Gösteri bittiğinde ise kimseyle konuşmadan kendimi açık havaya atıyorum. Prömiyerden sonra yazılan haberlerde annemin çok güldüğünü/ağladığını okudum. Biraz ketum bir kadındır, ağzından kolay laf alınmaz. Annemin ve onun jenerasyonunun bu oyunu seyrederken anlaşıldıklarını hissediyorum. Onların düşünüp söylemeye cesaret edemediklerini anlatmaktı amaç. Sadece göçmen olarak değil, bir kadın olarak ne düşünüp hissetiklerini, “kol kırılır yen içinde kalır.” gibi kalıplaşmış bir düşünce biçiminin içeride nasıl enkazlar biriktirdiğini anlatabilmekti isteğim. Annem o akşam çok mutluydu. Anlaşıldığını anladı en azından, bunu görmek bana yetti.
YouTube´a eklediğin videonun sonlarına doğru çok hoş bir sahne var. Döl verme, dölün dünyaya gelmesi ve büyümesi sözlü bir şekilde yorgana benzer bir motifle anlatılırken küçük bir kız çocuğu piyano çalıyor. Sanırım bu senin kızın. Annenin masalını anlattığın oyuna kızını da dahil etmişsin. Yani üç kuşak birden sahnenin üzerinde aslında. Göç biraz da gittiğin yerde yeniden kök salabilmek için çoğalmak olabilir mi?
Evet, piyanoyu çalan benim kızım. Benimle genelde provalara gelir, oyuncu arkadaşlar da onu şımartmayı severler. Zamanla hep yanımızda olduğunu, bize dahil olduğunu anladım. Bir gün piyano hocasıyla yeni bir parçaya çalışıyorlardı, kulağıma gelen melodi beni etkiledi, “Bunu çalabilir misin?” diye sordum, kabul etti. Oyunun sonunda benim bir ses kaydım var: “Anne, şimdi sana senin adını taşıyan yeni bir masal anlatacağım“ diyerek bitiriyorum metnimi. Orada kızım devreye giriyor. Döl veya tohum; insan, hayvan veya bitkinin bir şekilde hayat bulabilmesi için zorunlu olan o doğal moleküller diyelim. Umudu anlatan metaforlar olarak da kullanabiliriz. Annemin yaşlılık döneminden ziyade onun adını taşıyan torununun çaldığı bir melodiyle gösteriyi bitirmek doğanın kendi kendini nasıl yenilediğini anlatan, iyimser bir savunmadır.
Oyun bildiğim kadarıyla Essen ve Hamburg´da sahnelenmiş ve oldukça beğeni almış. Yazılan haberlerde izleyicilerin çok duygulandığına dikkat çekiliyor. Oyuncuların her biri de anlatılan hikayelerde kendi hikayelerini bulduklarını sana söylemişler ve hatta mesaj olarak yazmışlar. Neyse, toplama baktığımızda Annemin Almanya Masalı´nın konusu bu ekonomik göç sürecinde kendini tanımlamaya çalışan insanların arayışı diyebilir miyiz?
Sanatın eğer köprü kurma gibi bir vazifesi varsa, evet, böyle diyebiliriz. Kendi adıma sanata çok fazla anlam yüklemekten kaçınırım hep. Edinip biriktirdiğim anlatım biçimleri, estetik ölçüler daha fazla ağır basar. Hikaye anlatıcılığıdır sonuçta. Her zaman sonuç tatmin edici olmayabilir, yeniden yeniden denemek gerek. Sadece göç değil, Türkiye’nin ve Almanya’nın son elli yılda geçirdiği siyasi döngüler de atıflar var oyunun içinde. 12 Eylül darbesi, Solingen ve Sivas kundaklamaları… vs. Belleğin tazelenmesi olarak görüyorum ben bunları. Bana gelen mesajlardan en çok şunu anladım: yaşadığımız hiç bir şey kaybolmamış, kayda geçmiş. Her insan çoğu zaman boş bir hayat yasadığı düşüncesine kapılır. Annemin Almanya Masalı oyunu bunun aksini söylüyor. Sanırım bu yüzden seyirci ve oyun arasında hızlı bir kucaklaşma oldu.
Peki Dinçer, eminim oyun Köln’de de izleyicisiyle kucaklaşacak. Sana ve ekibine şimdiden çok başarılı bir program diliyorum. Soruları cevapladığın için de ayrıca teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Soné Gülyan
Köln, 10.05.2019