Orjinal adıyla Japonca şöyle: 万引き家族 yazılan, İngilizceye Shoplifters olarak çevrilen, Almanya´da Familienbande adıyla gösterime giren ve Türkçeye Aile Çetesi ya da Dükkan Hırsızları olarak çevirebileceğimiz[1] film 2018 Cannes film festivalinde Altın Palmiye ile ödüllendirilen bir Japon filmi.
Rejisör Hirokazu Koreeda diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de toplumsal-gerçekçi tarzıyla birtakım sorunların pek görünmeyen arka planını öyküleştirerek kamera karşısına dizmiş. Üniversitede Edebiyat eğitimi alan Hirokazu Koreeda öğreniminden sonra film editörlüğü, senaristlik, filmyapımcılığı da yapan dünya sinema sektöründe tanınmış bir isim. Filmdeki yaşlı kadın “nine” – Hatsue Shibata adlı karakteri canlandıran Kirin Kiki ise 2018 Eylül ayında maalesef hayatını kaybeden tanınmış bir televizyon ve sinema sanatçısı.
Filmdeki görsellik
2018 yapımı filmde anlatılan mekan Tokyo, zaman modern yani günümüz, filmin orjinal diliyse elbette Japonca. Bu filmde yaklaşık 10 milyon insanın yaşadığı metropolde ışıklı reklam panolarını ya da ucu-bucağı görünmeyen yüksek binaları hiç fark etmiyoruz bile. Sanırım Hirakuzo Koreeda onları -bilerek- çekmemiş…! Onların yerine süpermarketlerin ve yoksul evlerin neredeyse iç içe geçtiği, iç içe geçen evler ve dükkanlar arasında gezinen insancıkları çekmiş. Bir çok sahnede yürüyen eller(!) ve tutan ayakların(!) büyük bir beceriyle çaldığına, gözlerin ve dillerin bu “çalma” eylemine sanki “çok doğal” bir şeymiş gibi baktığına tanık oluyoruz.
Yakın çekimdeki insan yüzleri yoksulluk göstergesi olarak değerlendirebileceğimiz eşyalarla eşit ağırlıkta işlenmiş. Herhangi bir tas-tabak ya da bardak, sofrada tırnaklarını kesen yaşlı bir kadının kaygılarıyla aynı karede kaynaşmış. İşe giderken kesilen tırnak parçasını ayakkabısının içinden çıkaran adam da elinde tuttuğu ayakkabıyla aynı gibi…! Sanki adamın elinden ayakkabıyı alsanız o sahne birdenbire boşalacak…! Yani görseller ve filmin konusu tamamen uyum halinde. Bu durum rejisörün bakış açısının, başka bir deyişle görsellikteki başarının ispatıdır diyebiliriz.
Figürler ve kapitalizm
Filmdeki rol dağılımında esas kız-esas oğlan klişesi yok. Almancada Randgruppen (kenar gruplar) dediğimiz gruplara dahil insanlar filmin başrolünde. Bunların evde birbirleriyle olan ilişkileri son derece derin, dışarda -kapitalizm ile olan ilişkileriyse yüzeysel ve kaçak. Yüzeysel ve kaçak olma halinden kastettiğim, tek tek figürlerin imkansızlıklara rağmen en doğal hallerini -hiç çaba sarfetmeden- korumaları. Mesela bir sahnede kadın adama “birbirine iyi davranmayan insanları” hiç anlayamadığını söylüyor. Bunu o insanları kötülemek, eleştirmek için değil de; gerçekten nedenini anlamak için sorar gibi. Film ilerledikçe yukarda bahsettiğim yaşlı kadında da bi tür bilgelik-derinlik olduğu fark ediliyor. İmkansızlığın yarattığı “bayağılık” onu kesinlikle çirkinleştirmiyor. Yine para karşılığında seks “işçiliği” yapan genç kadın, dilsiz olduğunu sonradan fark ettiği müşterisinin yaralı elini dakikalarca okşayıp, ondan para almayacak kadar şefkatli.
Filmde anlatıcı yok diyebilirim. Bu yüzden anlatım tekniği sadece görseller ve günlük diyaloglar üzerine kurulmuş. Bu teknik; bilinmeyen, tamamen bize yabancı bir dünyayı (Randgruppen) filmdeki her karakterin gözüyle fark etmemize fırsat veriyor. İç perspektif, özgün olduğu halde ister istemez filme özel bir nesnellik de katmış.
İşte tam da bu nesnellik izleyenlerin filmdeki karakterlerin bazı özellikleriyle kendini özleştirmesine dolayısıyla filmi dikkatle izlemesine yol açıyor.
Ekrana yansıyanlar
Filmde anlatıcının yokluğunu fark eder etmez, her sahneyi dikkatle takip edip, diyaloglar üzerinden figürler arasındaki ilişkiyi anlamaya çalıştım. Görünürde acınacak kadar yoksul, ama yine de “cool” bir aile vardı. Ailenin içinde bir “nine”, ortayaşlı bir “anne”, bir “baba”, sonra bir “abla” ya da “teyze”, on yaşında kendi kendine okuma yazmayı öğrenen(!), odası olmadığı için dolapta yaşayan bir erkek çocuk göze çarpıyordu. Bu erkek çocuk hemen her gün alışverişe gider gibi babasıyla süpermarkete gidip, onunla hırsızlık yapmaya alışmıştı. Derken aileye “baba-oğulun” yolda karşılaştıkları beş yaşında küçük bir kız da katıldı. Onu kendi evinin balkonunda olduğu halde -sözde karnını doyurmak için- alıp eve getirdiler.
Bu işe çok kızan “Nine” evdeki imkanların sınırlı olduğundan bahsetti ve evin kimsesizler yurdu olmadığının altını çizerek çocuğun geri götürülmesi gerektiğini söyledi. “Anneyle baba” -zaten kimsesiz olmayan çocuğu- uykudayken sırtlarına alıp yola koyuldular. Onu aldıkları evin önüne(ailesine) bıraktıktan sonra zile basıp kaçmak gibi bir niyetleri vardı. Ancak evden kavga sesleri gelmeye başlayınca onu öz anne-babasının şiddetinden koruyabilmek için tekrar eve götürdüler. Şiddet yerine vicdanın, dolayısıyla huzurun hakim olduğu evde çocuk kısa sürede uyum sağladı. Hatta sürekli kendisine önce elbise alıp sonra dayak atan annesinin yanına, özlediği halde dönmek bile istemedi.
Amuda kalkarak kapitalizmi izlemek
Filmin fokuslandığı yerde yoksulluğa rağmen ideal bir aile düzenini görmek mümkün. Herkesin ailede üstlendiği bir iş, dayanışma, sevgi, şefkat, koruma, destek, sohbet, oyunlar, kahkahalar ve hatta ara sıra tatlı-sert tartışmalar bile var. O fokusun dışına çıkıldığında, yani dışardaki hayattaysa; çocukların “babayla” çalması, lise forması giyip evden çıkan “ablanın” ya da “teyzenin” seks işçiliği yapması, çalıştığı iş yerinde ufak-tefek eşyaları “annenin” şaka yapar gibi çantasına atması…vs. izleyicide ister istemez tatsız bir huzursuzluk yaratıyor. Sistemli bir şekilde suç işleyen tek tek aile bireylerinin buna rağmen nasıl birbirlerine ve diğer insanlara karşı son derece özenli ve saygılı davrandığına cevap arıyorsunuz.
Bir sahnede on yaşındaki çocuk ile “anne” arasında geçen diyalog oldukça dikkat çekici. Çocuk “babanın” süpermarkette henüz raflarda duran eşyaların satılmadığı için kimseye ait olmadığını, dolayısıyla o eşyaları ödemeden almanın da hırsızlık sayılmayacağını söylediğini anlatıyor ve anneye soruyor: “Sence doğru mu bu?”. “Anne” biraz düşündükten sonra, kendinden emin; “Tabi… Neden olmasın…? Süpermarket o eşyaları almakla batmayacağına göre, bence de bir sakıncası yok.” diye cevap veriyor.
Toplumsal değerlere göre suç sayılan hırsızlığın, bu insanların hayatta kalma mücadelesi olduğunu düşünecek olursak, filmde kapitalist ilişkileri amuda kalkarak izlediğimizi söyleyebiliriz.
Ancak hiç beklenmeyen bir sahneden sonra filmdeki kurgu tamamen değişiyor. Bu amuda kalkmışken yeniden iki ayak üzerine dikilmek gibi bir şey. Burada dikkat ! İzleyecekleriniz baş dönmesine sebep olabilir.
Hemen her şey yalan
Süpermarkette dikkatleri üzerine çekerek bir portakal torbasıyla kaçmaya başlayan on yaşındaki çocuk, bilerek yakalandıktan sonra köprüden atlayıp bacağını kırıyor. Bu vesileyle hastaneye kaldırıldığında, filmin en başından beri “aile” sandığımız grubun gerçekte “aile” olmadığını öğreniyoruz. Yani film icabı (!!) bile olsa hiçbirinin diğeriyle arasında biyolojik bağ yok. Bu insanların nasıl bir araya gelip birlikte yaşamaya başladıkları ve buna benzer açıkta kalan diğer sorular polisin tek tek aile üyeleriyle yaptığı görüşmelerle cevaplanıyor.
Bu haliyle “Dükkan Hırsızları” ya da “Aile Çetesi” adlı film tipik Amerikan filmlerinde olduğu gibi sonu en baştan tahmin edilen bir film değil. Sonu tipik Alman filmlerinde olduğu gibi en optimal ve rasyonel bir sonla da bağlanmıyor. Hele tipik Türk filmlerindeki “yoksul ama, hem mutlu hem gururlu” edebiyatı da yok. Bu film bence görünmeyen gerçekliğin ta kendisi…! Rejisör H. Koreeda manipüle etmeden, yalan söylemeden, herhangi sosyolojik-politik-ekonomik ya da psikolojik bir kaygı gütmeden, gerçeğin arayışında olarak çekmiş bu filmi. Kapitalizmde paraya dayalı tüm değerleri alt-üst eden, doğal değerlerle toplumsal değerleri karşı karşıya getiren bir film bu. Bence amuda kalkarak izlendiğinde daha iyi anlaşılabilir. Kesinlikle herkese tavsiye ederim…!!
Soné Gülyan
01.01.2019
[1] Shoplifters filmi, Filmekimi 2018 kapsamında Türkiye’de “Arakçılar” adıyla gösterilmiştir.