CHP’nin “adalet yürüyüşü” ile sokağa işaret etmesi, rejim tartışmasını devlet katından yeniden sokağa indirmesi, aşağıdan bir toplumsal yeniden siyasallaşma imkânını bir nebze de olsa barındırdığı gibi, özellikle devrimci-radikal sıfatlı sol için ciddi riskleri de olan bir hamledir.
Hatırlayalım: Bundan dört yıl önce, Gezi’de fiili önderlik, daha doğru bir tabirle “ön açıcılık” solda, toplumsal muhalefet güçlerindeydi ve CHP bu fiili, adı konmamış inisiyatifin peşinden sürüklenmişti. Gezi’den dört yıl sonra ilişki tam tersine dönmüş durumdadır. Sokağı sevk ve idare eden, sokak muhalefetinin içerik ve hedeflerini belirleyen CHP liderliği, CHP’nin kurumsal hiyerarşisi haline gelmiştir. Sol ise sadece “katılımcı” konumundadır. Solun önemli bir bölümü inisiyatifi de “yol açıcılığı” da fiilen CHP’den bekler hale gelmiştir. Bu, solun Gezi’den dört yıl sonra nasıl bir siyasal zaaf içerisinde bulunduğunun, siyasal müdahale kapasitesinin artmak bir yana gerilediğinin belki de en açık işaretidir.
Bu durum yokmuş gibi davranmak ve CHP’nin kararından bir çırpıda muhayyel ve muzaffer “demokrasi cepheleri” çıkartıvermek ciddi bir hata ve kolaycılık olacaktır. Hele hele söz konusu eylemlerin CHP liderliği açısından bütünlüklü bir stratejik hamle mi yoksa bir atımlık bir “PR” atağı mı olduğunun muallakta olduğu koşullarda. Eylemin içeriği de talepleri de başlangıcı gibi muhtemel sonu da tamamen CHP örgütünün istek ve çıkarlarına tabidir. Eylemlere bu çerçeveye riayet edip tabi olarak katılmak, istesek de istemesek de istibdat karşıtı mücadeleyi CHP liderliğine emanet etmek anlamına gelecektir.
CHP’nin başlattığı eylemlere elbet “seyirci” kalınamaz, sokaktaki muhtemel hareketlenmeye bigane kalınamaz. Ancak “seyircilik” yerine “katılımcılıkla” sınırlı bir tutum da CHP liderliğinin peşine takılmaktan, ona yedeklenmekten başka sonuç vermeyecektir. Dolayısıyla (eğer süreklilik kazanırlarsa) mevcut eylemlere soldan her katılımın evvela bu durumu değiştirmeyi hedeflemesi, eylemlerin içerik ve yönünü aktif bir biçimde belirlemeye/değiştirmeye çalışması, CHP liderliğini zorlaması, eylemin mevcut çerçevesiyle sınırlı kalmaması elzemdir. Solun bu yönde (gücü oranında) örgütlü-planlı müdahaleleri önüne koyması, mesela belirli ve CHP çizgisini zorlayan-aşan talepleri sistematik olarak öne çıkarması gerekir. Aksi, yani bu husustaki boşvermişlik, başka (düzen içi) bir liderliğin bir “eklentisi” haline gelmek riskiyle karşı karşıya kalmak anlamına gelecektir.
Bu risk elbette yeni değildir. Sınıf zeminini, sınıf tarafgirliğini yitiren sol, memleket siyasal hayatında anlamlı bir siyasal referans noktası olmaktan neredeyse çıkmıştır, her keskin dönemeçte başka siyasal güçlerin peyki haline gelme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır. İşçilere, emekçilere dair çok şey söyleniyor olabilir. Ancak devrimci-radikal sıfatlı solun önemli bir bölümü, sınıf mücadelesinden iyi durumda tekil “işçi çalışmasını”, kötü durumdaysa sendikalarda pozisyon savaşını anlıyor sadece. İşçi sınıfının akamete uğramış “bir sınıf gibi eyleyebilme” kudretini tamir edecek bütünlüklü bir sınıf stratejisini ve memleketin tüm siyasal ve sosyal meselelerine işçi sınıfı ve onun güncel ve tarihsel çıkarları adına müdahaleye odaklı bir sınıf bakışını değil.
Oysa devrimci sıfatını hakeden bir sol, Lenin’in deyimiyle, işçi sınıfını sadece tekil işverenle ilişkisinde değil, tüm diğer sınıflara ve devlete karşı ilişkisinde temsil etmeye soyunmalıdır. Bu olmazsa, yani sol bir sosyal zemine yaslanmazsa, ancak söylemsel müdahalelerle, söylem düzeyinde bonkörce kurulup hızla manasızlaşan karşı hegemonya girişimleriyle sınırlanır. Tabir caizse havada asılı kalır. Solun işçi sınıfıyla “siyasal” temsil iddia/ilişkisi ve sınıf yönelimi/tarafgirliği yitmişse başka program ve akımların eklentisi olmak, bazen “sol liberal” bir zeminde bazen “radikal cumhuriyetçi” bir zeminde erimek kaçınılmaz olur.
Bu nedenle sokaktaki her hareketlenmeye elbet duyarlı olunmalı, bunlara etki etmeye çalışılmalı ama istibdat karşıtlığına sosyal bir muhteva, bir “sınıf açısı” kazandırmak da esas ve şu ya da bu aciliyet nedeniyle ertelenmemesi gereken bir hedef olmalıdır. Istibdat karşıtlığının kızıl (elbet yeşile ve mora çalan bir kızıl) kipinin, hem programatik hem örgütsel düzeyde sabırla inşası şarttır. Mutlakiyetçilik karşıtı mücadeleye işçi sınıfı açısından, onun diliyle, onun çıkarlarıyla yüklü bir içerik ve yön kazandıracak bütünlüklü bir girişim, zor ama çıkar tek yoldur. Düzen içi bir siyasal yapının sınır ve hedefleri üzerinde mutlak denetime sahip olduğu eylemlerde “maymuncuk” aramak değil. Kuru bir sokak vurgusu, sınıfsal bir kapsamı olmayan demokrasi cephesi çağrıları, solun yedeklenmesine ve kendi kendini likidite etmesine giden yolu açmaktadır. Zira bu devirde kolay ve kestirmeden zaferler peşine düşmek, aslında yenilgiye giden en kısa yolu aralamaktır.