CHP’nin Adalet Yürüyüşü, solda hemen iki eğilimi belirginleştirdi. Biri cepheden reddetme; diğeri ise koşulsuz destek. Bana göre her iki eğilim de, birbiriyle simetrik bir bakış açısının ürünü. Çünkü her ikisinin de CHP hakkındaki analizleri aynı bakış açısından kaynaklanıyor; sistem içi bir parti olmasının yanı sıra, daha da önemlisi bu sistemin kurucu partisi olduğu bilincinden uzak, ona taşıyabileceğinden çok daha fazla misyon yüklemekle belirginleşen bir “CHP ile ilişki veya ilişkisizlik.”
Kanımca CHP hakkında temel soru şu olmalı:
Artvin Cerattepe’de halkın direnişinin yanında olan milletvekili Melda Onur’u ilk fırsatta tasfiye eden; TSK personeline dokunulmazlık zırhını sağlayan yasaya onay vermekle Kürt illerinde “yazılan destanlara” onay verdiğini gayet iyi bilen; HDP ile yan yana resim vermemeyi neredeyse stratejisinin temel ayağı yapan; şimdi “kontrollü darbe” dediği girişimin ve yine şimdi “20 Temmuz’da yapılan ikinci darbe” diye nitelendirdiği yeni rejimin mimarlarıyla uzlaşmak için Yenikapı’ya koşarak giden; darbe girişimi sonrasında ve Yenikapı’da sol kitleyle bir araya gelmemeye özen gösteren; doğrudan HDP’yi hedefleyen milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması için parmak kaldıran; 16 Nisan’da Evet’çiler bile büyük yalanın farkındayken uslu uslu sahneyi AKP’ye bırakan; YSK daha oturum halindeyken “Meclis’ten çekilmeyi düşünmüyoruz” diye ilan ederek iktidara sokağa çıkmayacağı mesajını veren; referandumdan sonra “Hayır Biz Kazandık” diye sokakları dolduran kitlelerle arasına masafe koyan CHP, bunları neden yapıyor?
Gerçekten pasifizm sarmalına dolandığı için mi? Amerikan projesinin bir ayağı da o olduğu için mi? Şu anda güçlü olmadığını görüp 2019’a kadar kendi kitlesini sağa açarak genişletmeyi planladığı ve seçim zamanı geldiğinde “merkez sağ”a yerleşmiş bir parti olarak iktidarı hedeflediği için mi?
Bunların hepsinin, CHP’nin stratejisi içerisinde belli payları olabilir ancak İsmet İnönü’den Bülent Ecevit’e, Deniz Baykal’dan Kemal Kılıçdaroğlu’na kadar CHP’nin şu temel stratejisi hiç değişmedi: Üniter devletin bekası.
Bu; statükoyu, bırakın sarsmaya, yerinden kımıldatmayı dahi korkan bir hantal yapı anlamına gelir. Çok derin, çok kadük bir statükoculuktur.
Tam da bu yüzden CHP, yeni rejimin inşası adım adım tamamlanırken yüzünü hiç sokağa döndürmedi, çünkü sokağın her zaman kendisini de, devletin sınırlarını da aşıp yürüyebilecek bir potansiyeli olduğunu biliyor.
Tam da bu yüzden CHP, yüzünü hiç Kürtlere döndürmedi, çünkü “üniter devlet” onun varlığının da nedeni, “barış” fikrinin kıyısından dolaşması, hiçbir somut adım atmaması, yüzde 25’lik statükosunu terk etmek anlamına geliyor.
Tam da bu yüzden CHP, yüzünü hiçbir zaman emekçi sınıflara döndürmedi; neoliberal vahşetin karşısına hiçbir zaman somut bir sosyal programla çıkmadı. (Ecevit’in partiyi sola açtığı dönem, solun yükselişte olduğu ve hiçbir siyasi öznenin bunu görmezden gelemeyeceği yıllardı ve son tahlilde o zaman da CHP, solu yarı yolda bıraktı.)
CHP, yüzünü hiçbir zaman Alevilere de döndürmedi; çünkü kuruluşundan itibaren TC’nin Sünni çoğunlukla uzlaşmış olduğu, Diyanet kanalıyla sadece kontrol altına alınma hamlesi yapılmış olduğu gerçeğini de statükonun bir parçası olarak benimsedi, kabul etti.
Şimdi, uzun zamandır taşları döşenen ve referandum sonrasında tamamlanmak için son düzenlemeleri yapılan Başkanlık Rejimi, aslında mevcut statükonun zarar görmeden ve CHP’nin “elini kirletmesine” gerek kalmadan kuruluyor. Statükoya yönelik bütün “tehditler” Başkanlık Rejimi ile bertaraf ediliyor; sokak sindiriliyor, Kürt hareketi kanla bastırılıyor, cumhurbaşkanlığı seçiminde Batı’da ciddi bir sempatiyle karşılanan Demirtaş içeri atılıp kendisi için bir “engel” olmaktan çıkıyor; milyonlarca Kürt seçmenin belediyelerine kayyum atanarak “TC’nin Kürt illerini ele geçirmesi” sağlanıyor; sistem kendini faşizan yöntemlerle dayatıyor. Bunları hep Başkanlık Rejimi yapıyor ve CHP’nin elleri “temiz” kalıyor; “hukuk içinde” kalan muhalefeti (artık mizahı yapılan muhalefet cümle: Böyle bir şey olabilir mi?), devrimci şairlerin eserlerinden arakladığı dizelerle insan hakları konuşmaları yapması, kamuoyunun CHP’yi başka bir yere koymasını sağlıyor.
İşler bu kadar “yolunda” iken, CHP’nin onaylayamayacağı tek bir şey vardı; o da başına geldi. Kendisine yönelen sopa. (Bu sopanın sadece KK ve ekibi ile mi sınırlı olduğu, yoksa partinin bütününe mi yöneldiği, henüz belli değil.)
Kendisi demek, bu ülkenin, yani TC’nin, yani varlığını borçlu olduğu cumhuriyet demek. Kendisini cumhuriyetin yaslandığı değerlerin temsili olarak görüyor ve sopa başkalarına değil, kendisine yöneldiğinde korkmaya başlıyor.
Enis Berberoğlu’nun tutuklanması haberi, gündeme düştüğünde herkes CHP’den şimdiye kadar yapmadığı bir şey yapmasını bekledi. Kendi kitlesi de dahil olmak üzere herkes, bunun yeni rejimin son hamlesi, kendisinin ise son nefesi olduğunu gördü. Artık “Meclis’te hukuk mücadelesi” falan diyecek noktadan çıktı işler; tren raydan çıktı ve son hızla CHP’yi de tarihe gömecek bir uçuruma doğru ilerliyor.
İşte tam bu noktada, CHP, şimdiye kadar yapmadığı şeyi yapmak, sokağa çıkmak zorunda kaldı. Muhtemelen bu eylemin ardında başka saikler de vardır; birileri KK’ya parti tabanının güçlü bir çıkış beklediğini, sokakların kaynadığını, Başkanlık için 2019’a kadar vakit olduğunu ve o tarih geldiğinde bu eylemin partiyi ve onu güçlü bir noktaya taşıyacağını söylemiştir. Ancak bunlar tali nedenlerdir bana göre; CHP kendi statükosunun devamı için bir varlık-yokluk ikilemi içindeydi; ya sokağa çıkacak, ya da dükkanı kapatıp gidecekti.
Adalet, Özgürlük, Eşitlik
Başlıktan belli; Adalet Yürüyüşü hepimizin sahiplenmesi gereken bir harekettir, diyorum.
Peki, CHP gerçekten bu ise, ne işimiz var onun başlattığı bu yürüyüşte o zaman?
Yazının başındaki cümleye geri döneyim: Cepheden reddetme de, koşulsuz destek de; CHP’yi sistemin kurucu bir unsuru olarak değil de sistemin dışına doğru adımlar atabilme potansiyeli olan bir siyasi özne olarak görmekten kaynaklanıyor. Buna göre CHP bazen “umut” , bazen de “hayal kırıklığı” kaynağı olabiliyor. Hayal kırıklığı yarattığında eleştiriyoruz, “Zaten ne ki” muhabbetine başlıyoruz; yeni bir “umut” yaratana kadar kötümser, kırgın ve kızgın olmaya devam ediyoruz. Peki siyasi akıl nerede?
Devrimci siyaset yapmak isteyen bir siyasi öznenin, sistemi oluşturan bütün unsurları aklıyla ve bilimiyle analiz etmiş ve buna göre siyasi strateji ve taktiklerini kurmuş olması gerekiyor. Ama bizim solda, kendi beklentileri ve kendi değerlendirmeleri üzerinden siyaset yapma geleneği hâlâ kırılamamış durumda.
CHP eğer bizim saflarımızda değilse (ki olmadığını yazının başında belirttim), eğer devrimci siyasetin kitlelere ulaşması önünde duran bir engelse, onunla mücadele edilir, onun politikaları zayıflatılmaya ve onun “gazını aldığı” kitlelerle bağ kurmaya uğraşılır ve böylelikle yenilgiye uğratmak üzere bir taktik mücadele verilir.
Siyaset yapmak, kitabi ilkelerin ezberden okunmasından, kendi bahçemizde top çevirme kolaylığından ve ömrümüz boyunca üyeleri 20-30’u geçmeyen sol “cemaatlerimiz” içinde yaşayıp bir yerlerden bir şeyler çıkmasını bekleme konformizminden çok başka, çok ötede bir şeydir.
“Somut koşulların somut analizi” Leninist tedrisattan geçmiş herkesin dilinden düşürmediği bir temel belirlemedir ama ne anladığımıza, daha önemlisi nasıl uyguladığımıza gelirsek, pek parlak durumda olmadığımızı söyleyebilirim. Zira Lenin’in belirli bir hedefe doğru, belirli ilkelerin rehberliğinde, her dönemde oldukça hareketlilik arz eden politik zenginliğinin yanına yanaşamıyoruz. Çarlık monarşisine karşı cumhuriyeti savunan Lenin, bunu içi boş bir “aşamalı devrim” tezine dayanarak yapmaz; monarşi koşulları altında kitlelerin ihtiyacını tespit eder ve bu ihtiyacı dile getirerek daha ileriye taşır. Tam da demokrasi için verilen mücadeleyi küçümsemeyip, “sosyalizm”i açıkça telaffuz etmeyen her kitlesel hareketi bir kenara itmediği ve içinde yer alarak onu ilerletmeyi başarabildiği için, bugün bir Bolşevik mirastan söz edebiliyoruz.
Devrimci siyasetin sorumluluğu
Bir hareketin, kitlesel olmaya eğilimli bir kıvılcımın kendisi için ne söylediği değil, gerçekte ne olduğu önemlidir. Görünüşler yanıltıcıdır; ardındaki hakikatin bizler için ne ifade ettiği ve hangi potansiyelleri taşıdığıdır önemli olan. Dolayısıyla, gerçekten kendimiz için değil, dışımızdaki dünya için siyaset yapıyorsak, ezberimizdeki sözlerle değil, görünüşün ardında gizli olan hakikati bulmak ve bunu dönüştürmeye çalışmak, kaçınılmaz bir sorumluluktur.
Bugün sorumluluk, diktatörlüğe karşı direnişi örgütlemektir. Gık diyenin gözaltına alındığı, işinden atıldığı, darp edildiği, her gün yeni canların yitirildiği OHAL koşullarında en ufak bir olanağı, “teorik/ilkesel” gerekçelerle reddetmek, dışlamak ve üstelik “katılmayın” diye fetva vermek, bu sorumluluğu görmemektir.
Bugün sorumluluk, “üç beş ağaç” ile çıkan Gezi ayaklanmasının deneyimi ile, Adalet Yürüyüşünün başarısızlıkla veya başarıyla sonuçlanmasının kime/kimlere yarayacağı ve kimi/kimleri daha da güçsüzleştireceği sorusuna tarihsel bir cevap vermektir.
CHP elbette “Adalet” gibi soyut bir kavramla yürüyecektir, elbette solla arasına mesafe koyacaktır, genel başkan yardımcısına “Gezi’ye benzemiyoruz” dedirtecektir. Bizim görevimiz, bu mesafeleri aşmak, “Adalet” kavramının içini “Eşitlik ve Özgürlük” ile doldurmak, Adalet’in “Herkes için” olabildiğinde gerçek bir adalet olabileceğini vurgulayarak CHP’nin kendi eylem silahını ona karşı doğrultmak ve yürüyüşün Edirne’ye ulaşabilmesini/kapsamasını sağlamaktır.
Bizim cevap vermemiz gereken soru, CHP’nin kim olduğu ve neyi amaçladığı değil; diktatörlüğe karşı direnişin örgütlenmesinde bu yürüyüşün bize alan açıp açmadığıdır.
Adalet Yürüyüşüne katılan herkes, en başta partinin kendi tabanı bunun gecikmiş bir eylem olduğunun farkında ve buna rağmen diktatörlük koşullarına itiraz etmek için katılıyor buraya. Türkiye tarihinde “ilkler” yaşanıyor, bu yürüyüş de bir siyasi partinin eylemi anlamında bir ilk. Bu tarihsel momenti ve orada itiraz eden kitleleri, hiçbir devrimci siyasi öznenin görmezden gelmeye hakkı yoktur.
CHP, kitlelerin hareketinden korkacaktır elbette, yürüyüşün kendi kontrolünden çıkması onu ürkütecektir; belki gidişattan korkup geri adım atacak, ardına takılan kitleleri bir kere daha sahipsiz bırakacaktır. Peki bu, bizim için ne anlama gelir? Üzüntü mü, hayal kırıklığı mı, “ben size demiştim” bilgiçliği mi? Yoksa o kitlelere sahipsiz olmadıklarını, ancak kendi kendilerinin sahibi olduklarında kazanabileceklerini bir kez daha söyleme fırsatı mı?
Bunu uzaktan, oturduğumuz yerden ve parmak sallayarak, “ben demiştim” diyerek mi etkili olacağına inanıyorsunuz? Böyleyse, çok yanılıyorsunuz.
İnsanlar, ancak yan yana yürüdükleri, eylem içinde görüp tanıdıkları, sorunlarla birlikte baş ettiği, güven duygusu geliştirdiği yol arkadaşlarının anlattıklarına kulak verirler.
Amacımız kitleleri direnişe örgütlemekse, içinde yaşadığımız arkadaş/yoldaş çevrelerinin konforlu güvenliği için değil de memleketin hayrı için siyaset yapıyorsak, “yol arkadaşları” edinmek önemlidir, hem de çok.
*
TAMAMLAYICI NOT:
* 18 Haziran’da toplanan Hayır Meclislerinden de Adalet Yürüyüşüne katılarak dönüştürme kararı çıktı ve Maçka Parkı başta olmak üzere tüm parklarda, tüm ilçelerde Adalet Nöbetlerinin geliştirilmesinin kitlelerle bağ kurmak ve meclisleri büyütmek için bir olanak olduğu sonucuna varıldı. Adalet kavramının içinin doldurulması için ilk adım da, 22 Haziran Perşembe günü Hayır Kadıköy Meclisi’nin Yoğurtçu Parkı’nda düzenlediği “Adalet’i Konuşuyoruz” buluşması ile atıldı. Hayır Meclislerinde cisimleşen “devrimci-demokratik özörgütlenme” ruhunu bir kez daha selamlıyorum.
* HDP de, konjonktürü “Faşizmin kurumsallaşma evresi” olarak nitelendirerek yürüyüşü desteklediğini açıkladı. CHP’nin tüm ikircikli tavrına rağmen yerel güç birliklerinin eylemlerine katılacaklarını bildirdi. Kürtler bu yürüyüşe kolayca gelmeyeceklerdir elbette; ancak biz yürüyüşün rengini değiştirebilirsek, HDP’nin “Herkes için Adalet” diyerek kendi açısından Adalet’i somutladığı talebini güçlendirip zenginleştirebilirsek, bu mümkün olabilir.