İnsanı harekete geçiren merak dürtüsünün ayaklarından biri hırssa diğeri tatmindir. Crusoe bunlardan açıkça bahsetmese de planladığı deniz yolculuğundan önce babasının onu vazgeçirmeye yönelik teklif ettiği “ortalama yaşam” tasvirine pek sıcak bakmaz. Risk faktörü barındırmayan buna karşılık belirli bir gelir ve sabit bir statü vadeden bu ortalama, rahat fakat bir o kadar süreğen yaşam biçimine yerleşmek istemez.
İçinde kıpırdanan tanımsız duyguların çalkantısına kapılmak, farklı bir yoldan gitmek, yolculuk yaparken de kendini tanımak istemektedir. Böylece bir maceracı ya da tacir olarak değil kendini keşfe çıkmış bir filozof edasıyla ayrılır İngiltere’den.
İlk deneyimler tatsız geçer. Deniz yolculuğuna uyum sağlamakta zorlanır. Daha ilk seferinde deneyimli denizcileri bile dehşete düşüren bir fırtınanın kucağına buluverir kendini. Bu olayı bir uyarı işareti olarak alır kahramanımız. Hayatını akıntıya ters yönde mi sürüyordur? Babasının nasihatleri uğursuz birer gölge gibi zihnini karatırken bu kaçamak yolculuğun Tanrı tarafından da onaylamadığı fikrine varır. Fırtına ile zihinsel mücadelenin aynı anda başlayıp bitmesi ilginçtir ki esasen bir sinir nöbetinin tasviri yapılmaktadır. Çatışma hem dışarıda hem içeri de aynı anda bütün kuvvetiyle ve çok kısa bir süre içinde yaşanıp biter.
Sıradaki nöbete değin akılcı davranıp küçük çaplı da olsa ticarete başlayan Crusoe, sosyal hayata da kısmen dahil olur. Kibar ve alanında yetkin bir kaptanla çıkar bu kez yolculuğa. Ancak ne bu dostluğun ne de ticaretin meyvelerini yiyemeden bulunduğu geminin korsanlar tarafından ele geçirilmesiyle kendini bir liman kentinde köle olarak satılırken bulur. Sahibine itaat ederek geçen birkaç yıl içinde yine Tanrının kendisini cezalandırdığına kanaat getirir. Ancak cezasını bütün bütün kabullenmek niyetinde değildir. Esaretten kaçmak için büyük bir atılganlık ve kurnazlık örneği sergiler ve kurtuluşa erer.
Robinson Crusoe ıssız adaya düşmeden önceki yıllarında Brezilya’da yaşamaktadır. Küçük bir çiftlik satın almış ve giderek zenginleşmeye başlamıştır. Deniz seferlerinden ayağını çekmiştir. Yaşamının bu kısmında da ne bir dost ne de sevgili olmayışı dikkat çekicidir. Aslında ıssız adaya düşmeden önce de yalnızdır. Sadece artık yıllardır görmediği babasının hayaletimsi suretiyle yine yıllar boyu zihninde dönüp duran kehanet niteliğinde sözleri kalmıştır. Yolculuklar yapmıştır yapmasına ama hala onaylanmamanın verdiği sancıyla kıvranmaktadır. Bu noktada yazar Defoe’un ilahiyat eğitimi almış ve toplumun yüksek tabakasında yaşayan biri olduğunu ancak edebiyata merak duyması ve o dönem için erken sayılacak fikirlerini açıklamaktaki çekinceleri, kilisenin yazın hayatı üzerindeki baskısından söz etmek yerinde olacaktır. Tıpkı yarattığı karakterin özgürlüğe yol alışı gibi yazar da özgürce yazmak arzusundadır belki. Fakat almış olduğu eğitimle diğer etkenler ona geçit vermez.
Romanın kurgusu bir inkar-pişmanlık-itaat zinciri içinde dönüp durur. Önceleri baba otoritesini ve Tanrı buyruklarını görmezden gelen kahraman git gide derin bir tasavvuf içine gömülür. “Tanrı’nın kutsamasını dilemeksizin ya da babamın hayır duasını almaksızın (…) bir gemiye bindim.” Yine ilerleyen sayfalarda: “İtiraf etmeliyim ki bütün bunların olağan sayılacak bir durumdan başka bir şey olmadığını keşfettiğimde Tanrı’nın hikmetine olan şükran duygum da azalmaya başladı.” Buna rağmen kahraman atlattığı her belada özellikle tehlike içindeyken pişmanlık duyarak af dilenir. “Babacığımın dedikleri çıkıyor, Tanrı adaletini gösteriyor bana; ne yardım edecek ne de sesimi duyacak birisi var.” Yazar işi daha ileriye götürerek Crusoe’nun kendini aşağılamasına göz yumar: “(…) o duygusuz, düşüncesiz dinsiz yaratıklardan birine dönüşmüştüm.” Vurucu darbeye hazırlık olan iç dökmeler, yakarışlar sıklıkla tekrarlanır ve sonuç olarak kahramanın sıradan olaylarda mucizeler bulması, olayları neden-sonuç yerine Tanrının isteği-sonuç mantığıyla değerlendirmesine şahit oluruz. Bunun en etkili örneği Crusoe’nun ıssız bir adada geçen çeyrek asırlık yalıtılmış bir hayatı Tanrı’nın lütfu olarak algılamasıdır.
Kahramanın son safhada kalıcı biçimde diniyle bütünleştiğinin kanıtı ise Cuma ile ilgili tasarılardır: “(…)yazgının cilvesiyle zavallı bir vahşinin yaşamını ve ruhunu kurtarıp, ona yaşamı sonsuz kılan İsa’yı tanıyabileceği biçimde din bilgisi verip bunu Hristiyan öğretisini aşılayacak bir araç haline getirmiştim.” Bu sözler Crusoe’nun dünya zevklerinden arınmış bir keşiş gibi -mecburi bir keşişlik sürecinden geçmiş olsa da- davrandığını ifade eder. Fakat bu mertebe de bile yeri geldiğinde kendini adanın kralı, adanın valisi; uzun zaman sonra adaya gelen bir düzine insanı, maiyeti olarak adlandırmakta bir sakınca görmez.
Romanın görünürdeki yüzü; deniz maceraları, aslanlar ve korsanlarla mücadele, ıssız adaya düşüp yine mücadeleler vererek kurtulma şeklinde ilerlerken diğeri ise daha düşünsel olan bir akıştır. Arka planda tutulan ve ince bir dokuyla işlenen bu ikinci yapı birinci olay örgüsünden çıkarılan dersler niteliğindedir.
Sonunda kahramanın otoritelere koşulsuz bir teslimiyet içinde vatanına dönmesiyle yazar amacına ulaşmış gibi görünse de Crusoe’nun cümleleri insanı tereddütte bırakmaktadır. Öyle ki sağduyu ve bağlılığı öğütlerken, tutku ve özgürlüğü anlatır; yalın bir yaşamın nimetlerini sayarken yüzü buruşan yazar, ıssız bir adayı anlata anlata bitiremez. Nihayetinde maceraya atılmayın elinizde olanla yetinin mesajını veren eserin kalıcılığını sağlayan asıl özelliği macera dolu olmasıdır.