Prenses Banu, Oryantal Dans Sanatının, hiç kuşkusuz efsane isimlerinden biriydi ve hep öyle kaldı. İzmir’de dünyaya gelmiş sonrasında, sergilediği danslarla bir anda şöhret sahibi olmuş pek çok ülkede sahne almış ve Türkiye’yi yurtdışında düzenlenen önemli resmi organizasyonlarda temsil etmiş, “Milli Dansöz” unvanını elde etmişti.
Berlusconi, Şeyh El Maktum, Şeyh Zayed, Hüsnü Mübarek, Sultan Tuanku Jaafar, Zeyn El Abidin Bin Ali, Kral Hüseyin, Saddam Hüseyin, Kaddafi’nin karşısında, her biri virtüözlük gösterisi olan, soluk kesici danslarıyla önemli başarılara imza attı. Dans ederken âdeta insanüstüydü.
Sahnede yarattığı duygusal aura, benzersiz ve erişilmesi enikonu olanaksız, kalite scalası yüksek dans tekniği, yeteneği, güzelliğiyle, her defasında göz alıcı bir sahne estetiği yaratıyordu. Dansını adeta şiirsel gerçekliğin üstüne oturturken, giderek bir ışık seline dönüşüyor…mavimsi alacakaranlıklara düşen, ıssız gölgeleri aydınlatıyordu. Gözbebeklerinde kıvılcımlanan yıldız yağmurları… dans ederken hem ses, hem yankıya dönüşen bir İlahe gibiydi. Dansının hammaddesine duygularını katmıştı, hüzünlerini, hunhar yalnızlıklarını, üstü hüzün tutmuş hatıralarını, kirpikte donan gözyaşlarını, hayal ve hayat kırıklıklarını da. Renklerin tonlarını, müziğin notalarını, hayata füsun serpen ışıkları da.
Her figürü nakış gibi işledi. Nurdan oya yaptı. Dansı ve müziği dinledi ve duydu. Belki de onu tek ve ulaşılmaz kılan sır buydu. Gün geldi bir ömre birden çok hayat sığdırdı sanatıyla. Asla prototip bir ‘danseuse orientale’ olmadı. Dans ederken kelimenin tam anlamıyla düzey sergiledi, içindeki ‘ben’i, nice ‘ öteki ben’ ler ile buluşturdu. Evet; dans öncesi, sonrasıydı. Nefesi, yaşam tarzıydı. Evet; dans ederken özgürdü…evet, sanat hayatı boyunca kendi çizdiği denizlerin, karasularının dışına hiç çıkmadı. Kendini inşa etti. Yüreğinin sesini hiç kaybetmeden başardı bütün bunları. Sahne ışığıyla doğmuştu çünkü.
Gün geldi bir Arap prensiyle evlenip prenses oluverdi. Ancak bu Doğu masalı fazla uzun sürmedi ve “Prenses Banu” olarak Türkiye’ye döndü. Profesyonelliğinin ve sanat gücünün zirvesindeydi. Hani Zweing’in ” yıldızın parladığı anlar “ dediği dönemler vardır. Bir dansçı olarak yıldızı parlamıştı çoktan…
Mısır’da İbrahim Akef’ten “Raks Şarki” diye adlandırılan Klasik Mısır Göbek Dansının eğitimini alıyor ve bu tarzın en büyük yorumcularından biri oluyor. Bugün ABD’de bulunan bir sanat müzesinde danseuse orientale olarak fotoğrafı yer alıyor. Daha ne olsun ?
Bir an durdu, gözlerindeki yağmur bulutlarını parmağının ucuyla dağıttı.
Banu Hanım, “danseuse orientale” olarak gerek yurt içi, gerekse yurt dışında elde ettiğiniz başarının sırrı neydi ?
Çocukken film yıldızı olmayı hayal ederdim hep. Dansa para kazanmak amacıyla başladım. Ama sonra dans beni büyüledi, hayatımın en önemli şeyi oldu. İlk işim gece kulüpleriydi. Kısa süre sonra aldığım bir teklif üzerine İtalya’ya gittim. Ben önce İtalya’da meşhur oldum. Türkiye’ye döndükten sonra başta Maksim, dönemin en büyük gazinolarında sahneye çıktım. Ünlü bir dansöz olduktan sonra filmciler peşime düştü. Birkaç filmde başrollerde oynadım. Böylece çocukluk hayallerim de gerçekleşmiş oldu.
Türkiye’nin en önemli gazinolarında, çok önemli isimlerin yer aldığı kadrolarda çalıştınız.Sizi diğer meslektaşlarınızdan farklı ve özgün kılan neydi ?
Sahne yaşamımda bir dansöz olarak genelde iki ayrıcalığım var. Biri özel yaşamıma gösterdiğim özen, ucuz skandallardan kaçınmak, diğeri düzenli bir sahne politikası izlemek. Benim için para değil kalite ve sınıfsal durum ön plandadır. Sahne yaşamım boyunca daima birinci sınıf gazinolarda, gece kulüplerinde, müzikhollerde sahneye çıktım. Oryantal dansı basit bir eğlence tarzı olmaktan kurtarıp, raksın güzelliklerini ortaya koyarak bir sanat olarak sunmaya çalıştım. Beni seyredenler de yaptığım işi bir sanat olarak gördüklerini davranışlarıyla her zaman belli ettiler. Ben farklıyım, oryantal dansı yorumlayışım ve tarzım başka. Mısır tarzı oryantal dans yapıyorum. Gerçek oryantal dans Raqs Sharqi denilen, Kahire’de icra edilen danstır. Her rakkasenin özel bir çalgıcı kadrosu vardır ve sahne gösterisi en az bir saat sürer.
Günümüzde oryantal dans ne durumda?
Gerçek anlamda oryantal dans sanatını icra eden dansözler artık yok. Artık ne o eski rakkaseler, ne de gazinolar var. Oryantal dansın sanattan gittikçe uzaklaşıp, basit bir eğlence tarzı olarak yorumlanması beni üzüyor. Ayrıca gittikçe artan muhafazakarlık ve radikal dincilerin baskıları yüzünden günümüzde dansözler mesleklerini icra etmekte zorlanıyorlar. Doğu kültürünün en güzel, kadına en çok yakışan dansı ölüm kalım savaşı veriyor.
Gelelim ” Prenses” unvanınıza, nasıl Prenses oldunuz?
Bir Arap prensiyle kısa süren bir evliliğim oldu, prenseslik ünvanı bana o evlilikten kaldı. Her şeye sahiptim, fakat özgürlüğüm elimden alınmıştı. Altın kafese kapatılmış gibiydim. Bir fırsatını bulup kaçmayı başaramasaydım, belki de hala prensin hareminde çile dolduruyor olacaktım.
Her figürü hissetmek, yaşamak gerekiyor değil mi?
Oryantal dans bütün dünyada en çok ilgi ve itibar gören gösteri sanatlarındandır ve dünyanın en zor dans formlarından biridir. Yeterli kıvraklığı kazanabilmek uzun süre çalışmayı gerektirir. Bütün sorun müziği tam anlamıyla hissedebilmek ve vücudun hareketlerini müziğin ritmine uydurabilmektir. Dansı yaşamak, hissetmek lazım. Bir rakkaseyi seyrederken doğunun gizemini ve büyüsünü hissetmiyorsanız, siz gerçek bir rakkase seyretmiyorsunuz demektir.
Uzun zaman Avrupa, Arap Ülkeleri, Orta Doğu’da çalıştınız ve uluslararası bir danseuse orientale olarak anıldınız. Bu serüven nasıl başladı? Sadece “Prenses” değil, bir unvanınız daha var değil mi? “Milli / Diplomatik Dansöz”…
Dışişleri ve Kültür Bakanlıklarının Türkiye’yi tanıtmak amacıyla düzenlediği yurt dışı etkinliklerinde kültür elçisi olarak Türkiye’yi temsil ettim. Bu yüzden de, dediğiniz gibi ‘Milli Dansöz’, ‘Diplomatik Dansöz’ olarak adlandırıldım. Bu arada hemen belirteyim, dansöz olmak harika bir şey. O pırıltılı, pullu, boncuklu kostümler içinde dans ediyorsunuz. Herkes sizi hayranlıkla seyrediyor. Sahnede kendimi tabasına hükmeden bir kraliçe gibi hissediyorum. Dans sayesinde para ve şöhret kazandım, harika bir hayat yaşadım. Avrupa, Asya, Kuzey Afrika, Orta Doğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde sahneye çıktım. Saraylarda kralların, devlet başkanlarının huzurunda raks ettim. Her şeyi dansa borçluyum. Bu arada sahne kostümlerim, taçlarım Milano’ da Marangoni Sahne Kostümleri Atölyesi’nde Ennio Marangoni tarafından benim için özel olarak tasarlanmıştır.
Bütün o yıllar, o büyük başarılar, hayattan edindiğiniz bilgiler, dans sanatının incelikleri, anılarınız…bütün bunları yazmayı, paylaşmayı düşünüyor musunuz ?
Hayatımı anlatan bir kitap yazmak istiyorum. Şöhret yolunda yaşadıklarımı, he şeyi anlatacağım. Bütün yaşadıklarımı insanlarla paylaşmak istiyorum.
Buğulu bir pencere camına ne yazardınız?
“Dansı hep sevdim, hep dans etmek istedim, dans etmeye bir türlü doyamadım.” Yıllar geçse de içimdeki dans ateşi hiç sönmedi. Benim için dans, sahne, ışıklar, alkışlar olmadan yaşamak hayatın bitmesi demek. Ölüm gibi…
Gün akşama dönmeye başlamış, salonun duvarları gölgelenmişti. Yağmur tanelerinin süzüldüğü camdan dışarıya baktım. İçeriye dolan serinliği hissettim birden. Ürperdim… Her defasında böyle olurdu zaten, adsız, sansız, kimliksiz, üstü hüzün tutmuş bir öykü biter, yeni bir öykü başlardı. Ne tuhaf yalnızlıkla hüzün arasındaki göçük gittikçe büyüyordu. İçimin kavşaklarında kalbolmak üzereydim…şakağımda o seyrine.
Not : Bu röportajın gerçekleştirilmesinde yardımcı olan Erhan Çelik’e değerli katkıları için çok teşekkür ederim.