“Geleceğin kurbanları olmamak, bugünün kurbanlarını unutmamak için şimdi harekete geçme zamanı.”
“Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonunun 5 Eylül tarihi itibariyle açıkladığına göre “ 2024 yılında en az 280 kadın erkekler tarafından öldürüldü”
“BM’nin son tahminlerine göre her yıl 50.000 kadın ve kız çocuğu birlikte oldukları erkekler veya aile bireyleri tarafından öldürülüyor.”
Bu bilgileri açık kaynaklardan edindim. Büyükşehir, şehir, ilçe, köy farketmez “kadınlarımız ve kızlarımız” kendilerini artık hiç bir ortamda güvenli hissetmiyorlar, çoğu en güvenilir yer ve kutsal olan “evlerinde” bile.
Toplum bilimci ya da bu alanda geniş bir açı ile kalem oynatacak yetkinlikle değilim, böyle bir iddiam da yok, ancak bir “erkek” birey olarak toplumsal geleceğimizi tehdit eden çok önemli bu gerçeğe tarihsel perspektiften bakarak bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorum.
Yazıya bir anektodla başlayayım.
2001 yılında üretim ilişkileri artık beni fazlası ile sıkmaya başladığı için yönetmenliği bırakmıştım. Eşimle birlikte ses ve görüntü datası üzerine olan bilgimizi birleştirerek Türkiye’nin ilk medya yaratım ve yönetim yazılımının mimarisini dizayn ettik ve bir yazılım şirketine sipariş ederek tamamladık. O yıllar için üretim açısından önemli satış açısından da niş bir projeydi. Bu tarz özel bir yazılımın müşterisinin bankalar olabileceğini düşünerek en büyük bankalardan birisinin teknoloji şirketine başvurduk. Yazılımı beğendiler, sistemlerinde test ettiler ve networklerinde kullanmaya karar verdiler. Paranın olduğu işlerde başarısız bir geçmişim olduğundan bizim için çok önemli bu gelişmenin ticari tarafı ile doğal olarak eşim ilgileniyordu. Bankanın teknoloji şirketinin tüm üst düzey kadrosu iyi eğitimli, bir kısmı alanlarında yurt dışında yüksek lisans yapmış erkek yöneticilerdi. İşin bütçesi ile ilgili süreç için eşim benim de cc de olduğum mailler gönderiyor, ama pazarlık ve sözleşme ile ilgili konularda sürekli beni arıyorlar ben de eşimle bunları konuşmaları gerektiğini cevaben bildiriyordum. Israrla aramak, yazmak, konuşmak istemediler eşimle. Biz de çözümü eşimin hazırladığı bütçe ve sözleşme taslaklarını ben hazırlıyormuş gibi göndermem şeklinde bir çözüm bulduk mecburen.
Sürecin bu bölümü yüksek seviyede eğitim almış olsalar dahi erkeklerin kadınlara yönelik bakışın “kalıtsal bir sorun” olduğunu deneyimlediğimiz bir anı olarak hafızalarımızda yerini aldı.
Kadınların toplumlar içerisinde kurban edilmesi, tarihin en eski dönemlerinden günümüze kadar gelen travmatik bir gerçeklik olarak varlığını hala sürdürüyor.
Özellikle dini referanslarla şekillenen toplumlarda, kadınlar, birçok zaman kendi iradeleri dışında toplumsal düzenin sembolleri ya da kurbanları haline getirilmiştir.
Geçmişte dini ritüellerde, mitolojik hikayelerde ya da törenlerde açıkça ortaya çıkan bu kurban edilme kültürü, günümüzde de kadın cinayetleri ve taciz vakalarının arka planında ne yazık ve acıdır ki yankılanmaktadır.
Dini referanslar, tarihin birçok döneminde, kadınların zayıf, erkeğe tabi ve hatta bazen “günahkar” olarak görülmesine zemin hazırlamıştır. Kutsal metinlerde yer alan bazı hikayeler, kadınların rolünü ya da kaderini tartışmalı bir konuma getirmiştir. Özellikle eski uygarlıklarda tanrı ya da tanrıçalara sunulan kurbanlar, tarımsal verimlilikten savaş zaferlerine kadar çeşitli amaçlarla düzenlenen ritüellerde “kadının bedeni” üzerinden şekillenmiştir.
Yunan Mitolojisinde Iphigenia’nın babası Agamemnon tarafından kurban edilmesi, tanrılara yapılan bir fedakarlığın sonucudur. Bu örnek, toplumsal beklentilerin ve inanç sistemlerinin bir kadını nasıl kurban haline getirdiğinin önemli bir örneği olarak kabul edilmektedir.
İbrahimî dinlerde ise –günümüzde hakim üç din– kadınlar çoğunlukla erkeğe tabi olarak anlatılır. Bu anlatı kadının bir birey olarak değil, ailenin bir üyesi, erkeğin yardımcısı ya da evin namusunu taşıyan bir figür olarak görülmesine sebep olmuştur.
Bu tür dini referanslar, zamanla toplumsal normları şekillendirmiş ve kadının kurban edilme ya da zayıf olarak görülme fikrinin içselleştirilmesine yol açmıştır. Kadınların bedeni, kimliği ve bireyselliği, toplumun çıkarları ve inançları uğruna feda edilebilecek bir unsur olarak toplum hafızasında kodlanmış ve kazınmıştır.
Günümüz kadın cinayetleri ve taciz olayları, sadece bireysel suçlar değil, tarihsel birikimlerin “modern” dünyadaki yansımalarıdır. Kadın cinayetleri, özellikle ataerkil toplumlarda, kadının bir “nesne” olarak görülmesinin devamıdır. Bu bakış açısının, özellikle dini ve geleneksel normların etkisi altında şekillenen toplumlarda daha yaygın olduğu da bir gerçektir.
Geçmişin kadın kurbanları, bugünün kadın cinayetlerine dönüşmüştür. Bu tarihsel bağlantıyı göz ardı etmek, sorunun çözümünü engelleyen en büyük unsurların başında gelmektedir. Kadına yönelik şiddet, sadece bireysel bir suç değil, toplumsal bir sorun değil midir? Bu sorunun kökeni ise tarihten bugüne kadar gelen kalıplaşmış düşünce yapılarımıza dayanmaktadır. Aksini düşünmek isteyenler tarihsel sürece bakabilirlerse çıplak gerçeklerle karşılaşacaklardır. Erkekler utanmayın, sıkılmayın biraz cesaret.
Kadınlar tarih boyunca birçok farklı kültürde “kurban” edilmiş, sadece fiziksel olarak değil, toplumsal roller aracılığıyla da feda edilen bireyler olarak kodlandığı düşünce kalıplarının, günümüzde hala toplumsal bilinçaltında varlığını sürdürdüğünü inkar edebilir miyiz? Silkinme zamanı gelmedi mi daha?
Kadın, toplumsal düzeni koruma adına baskı altında tutulmuş, namus, ahlak, aile gibi kavramlarla sınırlanmıştır. Bu sınırlamalar, kadının özgürleşme taleplerine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan şiddeti doğurmuş ve besleyerek büyütmüştür. Kadınların hak talepleri, toplumsal bir tehdit olarak algılandığında, ki bu her daim böyle olmuştur, şiddet daha da perçinlenmiştir.
Böylece, ne yazık ki kadının sadece fiziksel değil, sosyal ve duygusal varlığı da “cezalandırılabilir” bir unsur haline gelmiştir. Öldürmekten bile beter edilen kadın hayatları, tacizleri!
Tüm bunların ötesinde kadınların taciz edilmesi ya da öldürülmesi, sadece kültürel ya da dini bir problem değil, aynı zamanda psikolojik bir sorunun da yansıması olduğu da bir gerçek olarak ele alınmalı ve kabul edilmelidir.
Kadın cinayetleri ve tacizler, güç, kontrol ve korkunun bir dışavurumu olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu tespite yönelik birçok klinik araştırma mevcuttur. Kadın, erkeğin toplumsal gücünü tehdit eden bir unsur haline geldiğinde, bu tehdit her daim acımasız bir şiddetle karşılık bulmaktadır.
Ataerkil toplumlarda erkek, güç ve otoritenin simgesi olarak kabul edilir. Kadın ise bu otoriteyi sorgulayan ya da tehdit eden bir konumda görüldüğünde baskı altına alınmak istenmiştir. Tarihsel süreç buna yönelik birçok vahim örnekle doludur.
Kadınların özgürleşme talepleri, eşitlik arayışları ve birey olma mücadeleleri, “erkek egemen” kontrol mekanizmalarını en minik bir şekilde bile sarsma ihtimali ortaya çıktığında toplumsal yapının hakim “erkek” bireyleri tarafından “şiddetle” bastırılmış hala da bastırılmaktadır.
Kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetlerin sona ermesi, ancak toplumsal yapının ve düşünce sistemlerinin köklü bir dönüşümünü ile mümkün olabilir. Geçmişin dini ve kültürel mirası, bugünün sorunlarının temelini oluşturuyorsa, bu mirasla yüzleşmek ve onu dönüştürmek zorunlu olduğumuz bir gerçektir. Kadınlar, tarihte olduğu gibi, günümüz ve gelecekte de kurban edilmemelidir. Çünkü kadının özgürlüğü, toplumsal refahın ve insanlığın geleceğinin en büyük garantisidir.
Kadın cinayetlerinin ve tacizlerin önüne geçmek, sadece yasalarla değil, toplumsal bir bilinç değişimi ile mümkündür. Bu değişim ise eğitim, bilinçlendirme ve kültürel kalıntılarla hesaplaşma süreci ile sağlanabilir. Kadının birey olarak kabul edilmediği, özgürlüğünün sınırlandığı her toplumda, bu sorunların devam etmesi kaçınılmazdır.
Öte yandan medya ve popüler kültür kadının bedenini ısrarla bir nesne olarak sunmaya devam etmektedir. Bu da kadının birey olarak değerinin değil, dış görünüşü ya da toplumsal rollerle ilişkilendirilen değerin ön planda tutulmasına yol açmaktadır.
Medya ve popüler kültür alanlarında da “bu başlık altında” ciddi bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Kadının bedenini metalaştıran, toplumsal rollerini klişelere dayalı bir şekilde sunan medya dili, köklü bir değişime bir an önce uğramalıdır.
Kültürel Kalıntılarla Gerçek Bir Hesaplaşma Zamanı:
Tarihin bize miras bıraktığı toplumsal cinsiyet rolleri ve kadına yönelik önyargılar, birey ve toplum düzeyinde derinlemesine sorgulanmadan değişime uğrayamaz.
Bugünün dünyasında kadınların özgürlüğü, güvenliği ve toplumsal refahın artırılması için, bu mirasla yüzleşmek zorundayız. Bu hesaplaşma sadece yasal ve politik önlemlerle değil, zihinsel ve kültürel bir dönüşümle mümkün olacaktır.
Yasaların daha katı uygulanması ve caydırıcı cezaların artırılması kadın cinayetlerini azaltmada etkili olabilir mi? İstanbul Barosu’nun “kadın cinayetlerini durdurun artık” başlığındaki yazısını büyük bir umut ve merakla okudum. Etkili bir başlık. Ama yazı! Bir sayfa uzunluğunda bile olmayan yazılarında tek söyledikleri “Kadınların korunmasının devlet sorumluluğunda olduğundan bahisle Aile Bakanlığını göreve çağırıp duyarlı olmalarını” istemeleri. Ülkenin en büyük hukuk meslek örgütü ve hukukçularımız!
Tek başına yasal düzenlemelerin yeterli olmadığı aşikardır. Yargı süreçlerinde kadının “namus” ya da “ahlak” üzerinden suçlanmaması, hukuki süreçlerin daha eşitlikçi ve tarafsız işlemesi gerektiğinden bahsetmiyorlar mesela. Üzerine türküler yakılan, şarkılar bestelenen görece “namus”, cinayetleri, erkeklerin hayatları boyunca gururla taşıyacakları bir madalya olarak görülmekte ve kabul edilmekte, hatta bir saygınlık aracı olarak alkışlanmaktadır. Baronun başlığı etkili içi boş yazısını baştaki anektodumdaki gibi “iyi eğitimli hukukçu erkekler” yazmışlar herhalde!
Toplumun her kesiminden, özellikle erkeklerden beklentiler, sadece kadınların mücadelesine destek olmaları değil, aynı zamanda kendi içlerinde toplumsal cinsiyet normlarına dair dönüşümü başlatmaları yönünde olmalıdır. Erkeklerin toplumsal normları sorgulaması, ataerkil düşünce sistematiğini reddetmesi ve bu dönüşümü kabul etmesi, gerçek anlamda kültürel kalıntılarla hesaplaşma sürecinde kritik bir adım olacaktır.
Nesiller boyunca taşınan zararlı düşünce yapılarının kırılabilmesi için de ataerkil yapıların nasıl kurumsallaştığı; kadına yönelik önyargılar ve şiddet, eğitim sistemine entegre edilerek, çocuklara eşitlik, bireysel özgürlük ve insan hakları kavramları alfabe ile birlikte öğretilmeli, anlatılmalıdır.
Ayrıca kadına yönelik toplumsal normları pekiştiren dizi ve filmler yerine, eşitlikçi ve özgürlükçü bakış açıları olanlar daha fazla teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Kültürel kalıntılarla hesaplaşma süreci, sadece yasalar ya da eğitim sistemleri üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal bir farkındalık yaratmak yoluyla başarılabilir. Kadına yönelik şiddetin, cinayetlerin ve tacizlerin ardındaki zihinsel kalıpların çözülmesi, ancak toplumsal düzeyde bir uyanışla mümkündür.
Kadınlar, tarih boyunca toplumsal yüklerin, önyargıların ve şiddetin ağırlığını taşımak zorunda kaldılar. Bugün, her bir kadının özgürlüğü, sadece bireysel bir mücadele değil, insanlığın ortak geleceği için verilen bir savaştır. Toplumsal bir dönüşüm, ancak erkeklerin ve kadınların birlikte yürüdüğü bir yolda mümkündür.
Bu mücadele sadece kadınların değil, adaletin, eşitliğin ve “insan onurunun” mücadelesidir. Gelecek, ancak tüm bu kültürel kalıplarla yüzleşip, kadınların gerçekten özgür ve güvende olduğu bir dünya inşa edersek daha aydınlık olacak.
Geleceğin kurbanları olmamak, bugünün kurbanlarını unutmamak için şimdi harekete geçme zamanı.
Kadınların hayatın her alanında; tabii ki politika da dahil olmak üzere eşit temsiliyetin olduğu bir gelecek için hep beraber çabalamalıyız.