Dr. Stefan Schmidinger1 “Die Opfermentalität: Anzeichen, Ursachen und wie man ihr entkommt (Kurban mantalitesi: Belirtileri, sebepleri ve kurtulma yolları)” adlı makalesinde Kurban mantalitesini şu şekilde tanımlar:
“Kurban mantalitesi; bir kişinin (ya da grubun) tüm dünyanın kendisine karşı olduğuna ikna olması, ve başına gelen ya da gelebilecek olan şeyi (ya da şeyleri) kontrol edemeyeceğine inanmasıdır.“ 2
Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi kurban mantalitesine sahip olan kişi ya da kişiler içinde bulundukları negatif durum karşısında bir şey yapamayacaklarını düşünür, kendi hayatlarındaki sorunların, dış etkenler, kişiler ve koşullara bağlı olarak geliştiğine inanırlar. Bu durum kurban mantalitesi taşıyan insanın kendi hayatıyla ilgili sorumluluk üstlen(e)mediği anlamına da gelir. Yardım eden bir kurtarıcıyı bekler.
Yine Stefan Schmidinger kurban mantalitesinin oluşmasında bir çok faktörün rolünün olduğundan bahseder. Bunlardan birisi de yaşanmış ama üzerine çalışılmamış olan geçmiş travmalardır.
Geçmiş travmayla kurban mantalitesinin bağlantısını şu şekilde formüle eder:
“Kurban mantalitesi; bir kişinin travmadan kaynaklı duygusal acısında tutuklu kalma halindeyken, yaşadığı travmatik tecrübeleriyle “baş edebilme mekanizması“ olarak da gelişebilir.“3
Ancak, kitlesel ve tarihsel travmaların iyileştirilmesine yönelik yaptığı yaygın ve kapsamlı profesyonel çalışmalarıyla tanınan modern mutasavvıf (Mystiker) Thomas Hübl4 travmayı tanımlarken failin fiilinden değil, mağdurun fiile karşı reaksiyonundan yola çıkar. Bu reaksiyonu belirleyen -sadece mağdurun kendi bireysel tecrübeleri değil, aynı zamanda ailesinin, soyunun / atalarının, ait olduğu etnik ve / veya inanç grubunun da tecrübeleridir. Dolayısıyla kitlesel ve tarihsel travmaları birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Thomas Hübl, Dr. Jens Riese ile yaptığı bir saatlik canlı yayın söyleşisinin 8. dakikasında travmayı şu şekilde tanımlar: 5
“Travmaya biraz yakından bakarsak, onun bir canlı bünyesindeki son derecede zeki bir mekanizma olduğunu görürüz. Çünkü travma bir çok insanın iddia ettiği gibi başımıza gelen şey değil, başımıza gelen ezici bir durumdan dolayı içimizde gelişen eylemdir. Yani eğer gücümü-becerimi aşan çok extrem-ezici bir durumla karşılaşırsam, içimde iki şey gelişecektir: Bir yandan yoğun bir stres yaşarken, öte yandan sinir systemim -yeterince zeki olduğu için, yaşanan stresi mümkün olduğu kadar kapatmaya, devre dışı bırakmaya, ortadan kaldırmaya çalışacaktır.”
Tahmin edileceği gibi, söyleşinin devam eden bölümünde Thomas Hübl bu ikilemin insanda yarattığı “boğukluk (dumf sein)” halinden bahseder. Baş edilemeyen extrem-ezici-durumdan kaynaklı stres ve o stresi olabildiğince bastırma çabası insanın kendine uzaklaşmasına, hislerine yabancılaşmasına sebep olur.
Extrem-ezici-durum stres stresi bastırma çabası boğukluk
Thomas Hübl’ün boğukluk olarak tarif ettiği “tutukluk” ya da “bloke olmak” anlamı da taşıyabilir. Nitekim travma yaşamış ya da travmayı miras almış olan kişiler bazı duyumlarını yitirir, travmayı doğrudan hatırlatan ya da kısmen çağrıştıran durumlar karşısında kendi içine çekilir, yalnızlık hisseder. Bu insanlar böyle zamanlarda ortaya çıkan karmaşık-negatif hislerinin ve ani-negatif tepkilerinin sebebini bilemedikleri gibi, kendilerini net bir şekilde ifade de edemezler.
Hayatta kalabilmek ya da hayata devam edebilmek adına işleyen mekanizma, yani travma; extrem-ezici-duruma bağlı stres sürecinde tamamen koruyucu bir işleve sahiptir. . Ancak extrem-ezici-durumun yarattığı stres süreci geçtiği halde, travma hala çözülmemişse, genetik ve sosyo-kültürel ilişkiler aracılığıyla bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu da çözülmemiş, travmanın korku-üzüntü-kaygı-çaresizlik formuyla daha derine yerleşmesi anlamına gelir.
Her iki yaklaşımı (Thomas Hübl ve Dr. Stefan Schmidinger) karşılaştırdığımızda ikisi arasında kesişen ve ayrışan bazı noktaları şu şekilde sıralamak mümkün.
Stefan Schimidinger kurban mantalitesinden yola çıkıp travmayla ilişkisini irdelerken, Thomas Hübl travmadan yola çıkıp, kurban mantalitesinin oluşabileceği ihtimali üzerinde durur.
Stefan Schimidinger’e göre kurban mantalitesi travmayla baş etme mekanizmasıyken, Thomas Hübl’e göre travma; karşılaşılan extrem-ezici duruma (dış etken) karşı -son derece zeki olan, bir korunma mekanizmasıdır. Ancak bu mekanizma extrem-ezici-durum ortadan kalktıktan sonra hala çözülmemişse, kurban mantalitesinin oluşma ihtimali vardır.
Stefan Schimidinger travmayı kurban mantalitesinin oluşumunda rol oynayan faktörlerden bir olarak gösterirken, Thomas Hübl üzerine çalışılmayan travmanın kurban mantalitesine yol açtığının altın dolaylı olarak çizer.
TİHV ise Diyarbakır’da düzenlenen sempozyumları ele alan yazılı çalışmasında Toplumsal Travmayı şu şekilde tanımlar6:
“Toplumsal travma belli bir topluluğa yönelik insan eliyle sistematik olarak uygulanan, o topluluğun sosyal, kültürel, psikososyal ve ekonomik yapıtaşlarını sarsan ve geçmişini ve geleceğini tahakküm altına almayı amaçlayan müdahalelerin yol açtığı toplumsal sonuçlardır.”
Yukardaki tanımda -her ne kadar açıkça kodlanmasa da, toplumsal travmanın faili olarak politik bir sistemin (devletin ve onun askeri-resmi kurumlarının) kastedildiği anlaşılmaktadır. Soykırımların, toplu katliamların ve yine bunlara bağlı zorunlu göçün ve asimilasyonun kitlesel travmalara yol açması da, bu bağlamda elbette ki, ispata gerek duymayan, son derece anlaşılır bir durum.
Yine aynı yazıda, Türkiye’de yaşanan kitlesel ve tarihsel travmalarla ilgili son derece haklı ve yerinde olan şu açıklamaya rastlarız:
“Türkiye toplumu insan eliyle yaratılan birçok travmatik olaya maruz kaldı ve bu olayların mağdurlar üzerindeki etkilerini halen tam olarak bilemiyoruz. Mesela 1915 olayları, nüfus mübadelesi, Dersim katliamı, Trakya olayları, 6-7 Eylül olayları, Maraş, Çorum ve Sivas katliamları, cezaevi operasyonları, askeri darbeler, faili meçhul (veya faili bilinse de cezasız bırakılan) cinayetler ve halen tüm şiddetiyle sürmekte olan Kürt meselesi ve ona bağlı olarak yaşanan işkence, zorla yerinden edilme, toplu mezarlar, kayıplar ve yaratılan korku kültürü… Sürmekte olan çatışma da kaçınılmaz bir biçimde yeni travmaların yaşanmasına neden oluyor. Travmayı konuşmak, hakikatleri ortaya çıkarmak ve adaleti aramak şiddetin ekseninden çıkmak için de elzemdir.”7
Yukardaki alıntıda sadece son cümle üzerinde durulacak olursa, şiddetin ekseninden çıkmak olgusu;
travmayı konuşmaya,
bu vesileyle hakikatleri ortaya çıkarmaya
ve adaleti aramaya bağlanmış.
Ancak bu üç aşamalı sürecin Türkiye genelinde nasıl gerçekleşeceği konusunda herhangi bir yol haritası maalesef henüz yok. Fikir geliştirmek bakımından, ilk aşamadaki travmayı konuşmak ifadesini ele almak gerekirse; mağdurun kendine bilinçli doğal kolektif hafızasını işler hale getirmesini, Thomas Hübl’ün formüle ettiği gibi travmayı çalışarak iyileştirmek olarak düşünebiliriz/bekleyebiliriz. Bu beklentiye uygun TİHV bu konudaki ilk yazılı çalışmasının 1. Bölümündeki (A. Türkiye’den Perspektifler ve Sorular; II. Müge Tuzcu, Bir Çorap Gibi) ikinci yazı Müge Tuzcu’ya ait8.
Müge Tuzcu Bir Çorap Gibi ana başlığı altında yayınlanan yazısına ilginç bir girişle başlar:
“Bir Çorap Gibi
Bir bebeğin anne karnındaki gelişimi, evrimciler tarafından, evrim sürecinin bir kopyası olarak tanımlanır. Anne karnındaki sıvının yani suyun içindeki gelişim, kuyruk sokumundaki kuyruk, kulak-ağız yapısı, elleri ve ayaklarındaki perdelerin bugünkü “gelişmiş” insan formuna ulaşması, evrim teorisindeki gelişim ile paralellik gösterir. Tıpkı, bir bebeğin anne karnındaki evrim sürecindeki yolculuğu gibi bir çocuk da içinde yaşadığı toplumun gelişim yolculuğunu gösterir. Çoğu zaman bir çocuk, içinde yaşadığı toplumun değer yargılarını, önyargılarını, kimliklerini, yasaklarını ve meşruiyet rejimlerini, gelecek hayallerini ve geleceksizliğini, insana ve insanlara dair ne varsa hepsini içinde barındıran, toplumun o aşamaya kadar olan sürecinin bir bütününü barındırır ve geliştirir. Hangi toprakta yaşıyor olursa olsun, o koşulları yaratan bütün süreçler, yeni doğan bebekte somutlanır ve içine doğduğu koşullar süresince gelişir. Bu süreç, insani değerlerle dolu bir düzeni yaratmışsa, bebekliğinden itibaren insan, onu öğrenir ve o bilinçle kendini ve sistemini korur. Yok eğer, süreç savaştan doğru gelişmişse, bebeğin ve çocuğun ve yetişkinin şiddeti, açlığı, yoksulluğu, “suç”u ve bu savaş eşitlik ve barış içinse eşitlik ve barışı nereden öğrendiğine dair sorunun cevabı çok basittir!
30 yıldır bu topraklarda bir savaş sürüyor. Bu savaşın Türkiye halklarında yarattığı birçok değer, vicdan, ütopya, hayal, teori ve yanı sıra vicdansızlık, bencillik, yoksulluk, zorunlu göçler gibi sonuçları oldu. Bu yazıda ise 30 yıllık sürecin, Kürt toplumundaki travmatik süreçleri nasıl karşıladığı ve bununla beraber yazının başında özetlendiği gibi çocukların bu süreci nasıl bağırlarında yaşattıkları ve karşıladıklarına ilişkin Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Süregelen Toplumsal Travma ile Baş Etme Yöntemleri üzerine düzenlediği son iki (Aralık 2010-Aralık 2011) toplantıda yapılan sunumlardan bir derleme yapılacak.”
Farkedileceği gibi giriş toplumsal travmayla (ana konu) doğrudan bağlantısı olmayan birtakım çıkarımlarla – tespitlerle başlıyor. Ancak nereden edinildiği belirtilmeyen bu çıkarımlar ve tespitler metnin içeriksel tutarlılığı bakımından oldukça sorunlu. Bunlar:
Tıpkı, bir bebeğin anne karnındaki evrim sürecindeki yolculuğu gibi bir çocuk da içinde yaşadığı toplumun gelişim yolculuğunu gösterir.
Burada en başta bebeğin ana rahmindeki biyolojik gelişimi ile bireyin sosyolojik toplumsallaşma sürecinin -bilimsel temellendirme yapılmadan, aynılaştırıldığı görülmekte.
Hangi toprakta yaşıyor olursa olsun, o koşulları yaratan bütün süreçler, yeni doğan bebekte somutlanır ve içine doğduğu koşullar süresince gelişir. Bu süreç, insani değerlerle dolu bir düzeni yaratmışsa, bebekliğinden itibaren insan, onu öğrenir ve o bilinçle kendini ve sistemini korur. Yok eğer, süreç savaştan doğru gelişmişse, bebeğin ve çocuğun ve yetişkinin şiddeti, açlığı, yoksulluğu, “suç”u ve bu savaş eşitlik ve barış içinse eşitlik ve barışı nereden öğrendiğine dair sorunun cevabı çok basittir!
Hakim tarafın (failin) değerlerinin bireysel gelişime etkisi mutlaklaştırılırken, insanın iradesi görmezden gelinmekte.
Bu yazıda ise 30 yıllık sürecin, Kürt toplumundaki travmatik süreçleri nasıl karşıladığı ve bununla beraber yazının başında özetlendiği gibi çocukların bu süreci nasıl bağırlarında yaşattıkları ve karşıladıklarına ilişkin Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Süregelen Toplumsal Travma ile Baş Etme Yöntemleri üzerine düzenlediği son iki (Aralık 2010-Aralık 2011) toplantıda yapılan sunumlardan bir derleme yapılacak.”
Yazının kapsamı hakkında beklenti yaratan bir bilgilendirme yapılmakta, ama bunun devamında beklentiye uygun herhangi bir metin yok.
Müge Tuzcu yukardaki alıntıda “sunumlardan bir derleme yapılacak” diye belirttiği halde, sonra ele aldığı içerik, kullandığı dil ve ifade tekniği girişten tamamen farklı. Buradaki metin kurgusu sempozyumda yapılan bir sunumdan ziyade, emosyonal kürsü konuşmalarını çağrıştıran bir tempoyla ilerlemiş. Gerek kelime seçiminde, gerek cümle yapılanmasında politik kutuplaşmayı keskin biçimiyle yansıtan ifadelere sıkça rastlamak mümkün. Bahsedilen mağdurun yaşadığı travma değil, Stefan Schmidinger’de dış etken, Thomas Hübl’de ise extrem-ezici-durum olarak adlandırılabilen failin fiili olarak metne yansımış.
Yazının devamından birkaç örnek verecek olursak:
Birinci Örnek:
“Bütün hak, hukuk, değer, kimlik, “gelişmişlik”, güç gibi bu dünyada size yer açabilecek tanımların parayla ölçüldüğü bir sistemin içindeyiz. Aynı dünyada, ayrı dünyaların insanları gibiyiz. Tasarı tamamıyla zenginden, erkekten, “üst kimlikten”, birçok değerden ödün verebilenden yana oluşturulmuş. Bunun için de kimi delikler açabilmek, kimi yerler, kimlikler açabilmek yani aslında var olabilmek zor!“9
İkinci Örnek:
“Kürtlerin 30 yıllık mücadelesini, Diyarbakır’dan böyle okuyabiliriz: Kendilerine yer edinmek, başta kültürel olmak üzere siyasal olarak hak sahibi olmak, böylesi bir dünyada söz sahibi olma mücadelesi! Bunu Ankara’dan bakarak aynı şekilde yorumlamamız zor ancak inanın gerçeklik budur!“10
Üçüncü Örnek:
“Göçle birlikte yas da gelişiyor. Ve bu yas için, cenaze merasimleri, taziye, kayıp bulma umudu da bir başka zorunluluğu doğuruyor: Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma Derneği (Meya-Der). Yaslar bu dernekte birikiyor. Yakınını kaybeden, yanında ilk bu derneğin çalışanlarını buluyor. Çünkü çalışanlar da aynı süreci yaşamışlardı, daha önceden.“11
Sunum bu şekilde, yani son derece duygusal bir tempoyla, ama bildik, tek taraflı, politik tespitler ve gönderimlerde bulunarak devam etmiş. Yazının final bölümünde Müge Tuzcu yaşadığı bir olayı öyküleştirerek şöyle anlatır12:
“… Bu yazıyı yazarken, bir yaşlı teyze geldi Sarmaşık’a. Diyarbakır’ın en soğuk günlerinden birinde kartını verdi içeriye, gıda almak için. Kartını uzatırken, gözlerinden yaş aktı; “Ayaklarım dondu” diye iki kelime döküldü ağzından Kürtçe. İçerideki odaya aldım. Yapılan bağışların içinden çorap çıkmıştı. Kalın bir pembe çorap uzattım. “Mavisi yok mu? Bu ayıptır” dedi. Dedim, “Yok valla”. Ayağındaki çorapları çıkarırken yine ağladı. Kıpkırmızı ayaklarını hissetmediğini söyledi. Yeni çorapları giyerken de dua etmeye başladı, ellerini havaya kaldırarak. Bir yandan da göç hikayesini, nasıl yalnız başına kaldığını… O kadar tanıdıktı ki! Oradaki sorunu ayaklarının üşümesiydi, ama nedeni göçe ve yalnızlığa iten nedenlerdi; bunu kendisi de biliyordu. Sonra çoraplarını giydi, ayaklarını ovaladı, beraber çay içtik. Isınınca yüzü güldü, onun da, benim de… Bağlar Belediyesinin Günışığı Giysi Mağazasına yönlendirdim, kıyafet alması için… Çıkarken de gülüyordu, ısınmıştı… En zoru oydu, en zor yaşayan ya da baş eden oydu. “Travmayı atlatmada en yoksul olanlar zorlanmakta” idi. Yine de bu halk, iyi olmanın, kendini ve çevresindekileri iyi etmenin yollarını buluyor. O kadar çok kaybedilen şey var ki, küçücük bir iyileşme, gelişme hayata bağlıyor. Bir çorap gibi…
Bir çorap gibi örüyor zaten Kürtler… Başta çocukları! Kadınları, erkekleri, emekçileri, direnenleri ile bütün toplum. Ördükçe yaralarını sarıyor. İlerliyor. Kaybettiklerinin daha fazlasını kazanıyor. İlmek ilmek…“
Farkedileceği gibi Müge Tuzcu’nun sunumu, çözüm odaklı çalışmalarda olması gerektiği gibi değil. Çünkü tartıştıran-gerekçelendiren-fikir üreten anlatım tekniğinden oldukça uzak. İki disipline (biyoloji ve sosyoloji) yüzeysel bir şekilde dayanarak başladığı giriş, duygusal ve tek yönlü birtakım örneklerle devam etmiş ve öyküleyen anlatım tekniğiyle sonlanmış. Bu öyküleyen anlatımda bahsedilen mağdurun yaşadığı yoksulluk, yardıma muhtaçlık, tamamen “mağdura acıma duygusu uyandıran“ mesajlar-kodlamalarla kurban mantalitesine bağlanmış.
Burada ayrıca Müge Tuzcu’nun Bir Çorap Gibi başlığı altında yaptığı sunumda, toplumsal travmadan ziyade, bölgedeki yoksulluk üzerinde durduğunu belirtmek de gerekir. Öyle ki, metnin bir çok yerinde mağdurun yaşadığı içsel travmalar yerine, içinde bulunduğu ekonomik zorluklardan bahsedilerek, bir kurban resmi çizilmiş.
“Kitlesel ve tarihsel travmalar” yazı dizisinin ilk üç bölümüne aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Travmaları sağaltan bir ifade: “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz!”
Mücadeleye çağıran bir ifade: “Ferman padişahın dağlar bizimdir!”
Travmayı tetikleyen bir ifade: “Unutursak kalbimiz kurusun”
1 About Stefan | HOLISTIC PRACTICE
6 Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Başetmede İlk Adımlar – TİHV – Türkiye İnsan Hakları Vakfı (tihv.org.tr) S. 9
7 Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Başetmede İlk Adımlar – TİHV – Türkiye İnsan Hakları Vakfı (tihv.org.tr) S. 10
8 Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Başetmede İlk Adımlar – TİHV – Türkiye İnsan Hakları Vakfı (tihv.org.tr) S. 29
9 S. 30
10 S. 30
11 S. 30
12 S.33