Ayakkabı ustası Dragomir bir masanın altını kiralamış, oraya bir güzel kurulmuş, aşını pişirmekte, şarkısını çığırmakta, ayakkabıları fırçalamaktadır. Kelimenin tam anlamıyla bir “kaçak”tır. Hem de kâğıtları olmayan bir kaçak!
Roland Topor’un Masanın Altında adlı eserini yıllar önce Kadıköy’deki bir pasajın üst katında amatör bir tiyatro topluluğu sayesinde izlemiştim. Florence çevirmenlik yaparak geçinmeye çalışan genç bir kadındır, yaşam koşulları çetindir, öyle ki evinin boş kalan kısımlarını ihtiyacı olan biri için neden değerlendirmesin?
Kafasını eğip hiçbir şeyden şikâyet etmeden yaşayıp giden Dragomir çok memnundur hâlinden, Florence de öyle… Günler geçtikçe bu “tuhaf” duruma karşı Florence’in saygın çevresinden itirazlar gelmeye başlar.
(Florence’in arkadaşı Marc) “İnsanlara olan güveninize gıpta ediyorum doğrusu, insanlar canavarca aç, hep av peşinde, iğrenç, vahşi yaratıklardır.”
Florence’in o güzel bacaklarının dibinde yaşayan bu kimliksiz, yersiz yurtsuz adam Florence’i dikizliyor olmasın? Bir insan böyle iki büklüm yaşamayı nasıl olur da kabul edebilir, mutlaka işin içinde bir bit yeniği olmalı! Florence ise olaya daha basit yaklaşır;
“Bedenimizin şu an sefil durumda oluşu… Bizi aşağılamamalı. Bedenimize ne kadar özen gösterirsek gösterelim, bedenimiz suç işlemeye eğilimli leş yığınına içinde, içinde vahşet barındıran et parçasına dönüşmekten alıkoyamıyor kendini.”
Dragomir bedenini bir et parçası gibi mi görür bilemeyiz ancak onu alıp bir masanın altına tıkayacak kadar büyük bir boyuta ulaşmış barınma ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Gündelik yaşamda ev için güzel bir tabirimiz vardır: Başımızı sokacak bir yer. Dragomir için bu deyim bir metafor olmaktan çıkar, ev onun için sadece başını sokacak bir yerdir. Dragomir bedenini bilince soyutlamayı başarmıştır ve en çıplak arzusuyla (yani hayatta kalma arzusu) iç içe bir bütün hâline gelmiştir.
Sadece bu olsa iyi… Kiracı Dragomir tüm bunlar yetmezmiş gibi utana sıkıla da olsa kuzeni Gritzka’yı evine (masanın altına) davet ediyor ve üçü birlikte gül gibi geçinip gitmeye başlıyorlar. Ev sahibi Florence ayaklarıyla onları rahatsız ettiğinden tedirgin, kiracılar Bayan Florence Michelon’un düzenini bozmuş olmaktan tedirgindir ama yine de bir arada olmayı mâkul bulurlar.
Dragomir: Ama Bayan Michelon, ben kira ödememi doğal buluyorum. Bu konuda tedirgin olmayın. Benim keyfim yerinde.
Roland Topor sefalet, göç, sınıfsal ayrımcılık, barınma kavramlarını irdelerken “acıklı” ifadenin kurbanı etmiyor söylemini. Alay geleneğini arkasına alıp çalıyor da çalıyor. Bana öyle geliyor ki gerçek hayatında bir masanın altını kiralaması söz konusu olsaydı Topor bunu yapmaktan imtina etmeyecek tuhaf bir karaktere ve karşısındakinin statüsel gücünü kıran bir neşeye sahipti.
Varşova’dan Nazi işgali nedeniyle göç etmek zorunda kalmış Polonya Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak Paris’te doğan Roland Topor eğitimini Paris’te tamamladı. Çalışmalarını bu şehirde sürdürdü ve yine Paris’te vefat etti. Bir anlamda, aynı anda şanslı ve şanssızdı. Savaşın yıkıcı etkilerini bir gözlemci olarak deneyimlemişti. Olayların hem içindeydi hem de dışında… Sanatçının düşünce dünyası bu mirasla şekillenmeye başladı. Ailesinin nereye giderse gitsin ardından sürüklediği acıları hissetmemek olanaksızdı. Oyunda bu durumla ilişkilendirebileceğim çok güzel bir sahne var: Dragomir’in keman çalabilen kuzeni Gritzka’dan neşeli bir şeyler çalmasını ister Florence. Gritzka bunun üzerine yürek sızlatan bir parça çalar. Topor bunu parantez içinde şöyle belirtecektir: (Onlarda neşeli, keyifli olma anlayışı daha farklı.) Onlar dediği kişiler, Dragomir gibiler, Gritzka gibiler, bütün ötekilerdir.
Sanatçı hayata bu gözle bakar; öfke, kin, eleştiri, isyan, başkaldırı, hak mücadelesi sanatı diri tutar ve bunun için mizahtan daha uygun bir sanatsal ifade alanı olabileceğini hayal edemiyorum.
MİZAH VE ELEŞTİRİ
Roland Topor karikatür çıkışlı bir sanatçı. Bugünkü adıyla Charlie Hebdo olarak bildiğimiz eski adıyla Hara-Kiri mizah dergisinde sürrealist, kışkırtıcı ve söylevsel üsluba sahip eserler yayınladı. Gerçeğin imajını yoğun bir şekilde deformasyona uğratarak olayların bilinmesini, görülmesini amaçladı. “Gerçeklik bende astım yapıyor” demişti ve işlerinin arka planındaki huzursuzluğun okuyucuya geçmesini istiyordu.
Karikatürde edep, ahlak alaşağı edilir, normlar un ufak olur, kutsal değerler bir anda karşınızda öyle bir surette belirir ki eliniz ayağınıza dolaşır. “Benim kutsalım yok” diyebilen en kuvvetli bünyeleri bile sarsabilir. İnsanın kendine yeniden bakmasını sağlar. Topor ne yaptığının farkındaydı, “Beni bir serseri, edepsiz, sapkın olarak görüyorlar, çünkü onları şaşırtan şeyler çiziyorum. Oysa çizdiklerim onların da aklından geçen şeyler” diyordu.
Karikatürde söz konusu olan “komik” komiğin ötesinde bir anlam taşır. Mizahın, özellikle karikatürün şelalesi her zaman siyasidir ve hiç durmadan akar. Çünkü siyasetçiler gülünç rezilliklerini bir an bile durmamacasına sürdürmektedirler. Bu yüzden bana kalırsa, tehlikeyi en fazla göze alabilen sanatçılar karikatüristlerdir.
Karikatürde iki farklı -komik- karşımıza çıkar. Birincisi biçimsel bir komikliktir. Aşırılık, anomali, bozma, yıkma, eksiltmeyle çizim şekillenir. Bu karikatüristin tarzına ve yeteneğine bağlı olarak derecelendirilebilir ve okuru güldürmeyi amaçlamaz, yalnızca dikkat çeker. İkinci tür komik ise karikatürün eleştiri konusu yaptığı (çoğunlukla) siyasi tutumla ilgilidir. Komik tam burada, eleştirinin kalbindedir. Bir siyasetçinin kılığı olabilir, yüz ifadesi, söylediği bir söz, attığı bir yalan, ciddiyetle savundukları yıkıcı bir kararla ilgili de olabilir. Çizimde eğer göçmen, işçi, kadın ya da toplumda avantajsız konumda olan bireyler çizilse veya talan edilen ormanlar gösterilse dahi eleştiri, düştüğümüz “sefil” duruma zemin hazırlayan siyasi rejime yöneliktir.
Komik deyince Samuel Beckett’i anmadan geçemeyeceğimi yazının sonları doğru hissettim. Beckett’in çok sevdiğim “Oyun Sonu” adlı eserini hatırlayacak olursak orada da dünyadan soyutlanmış bir odanın içindeki çöp kutusunda yaşayan iki karakter söz konusudur. Varlıkları birbirine bağımlı olan karakterleri Topor’dan farklı olarak zalim-mağdur (sömüren ve sömürülen) ilişkisiyle inşa eder. Topor’un karakterleri sınıfsal farklılıklara sahip olduğu hâlde aynı duygusal düzlemde buluşurlar ve bu yüzden iyi anlaşırlar. Beckett mutsuzluğu karakterlerine kullanışlı birer hediye gibi dağıtırken, Roland Topor karakterlerinin yüreğine onları dayanıklı kılan neşeyi yerleştirir. Her ikisi de komikten aldıkları güçle sistemi eleştirirler.
Sonunda kiracısı Dragomir’e aşık olan Florence’in karşı karşıya kaldığı itiraz, Roland Topor’un eleştirisini içeren bir repliktir: “Hiçbir ortak payda yok ki aralarında, bu masadan başka! Ne sosyal ortamları, ne kökleri, ne kültürleri!”
Ne ortam ne kök ne de kültür! Hiçbir ortak paydası olmadığı iddia edilen insanların çıplak varoluşları toplumu her zaman rahatsız etmiş, dahası ürkütmüştür. Kadın-erkek, kiracı-ev sahibi, ayakkabı tamircisi-yayınevi sahibi, her biri ayrı birer kalın sert kabuk… Roland Topor belki de bu yüzden şu gerçeğin bilincindeydi:
”Dünya benim hayal ettiğim gibi olsaydı, şimdikinden daha iyi bir yer olmazdı.”