Tuncay Akça’yın aramızdan ayrıldığı haberi az önce ulaştı…
Yıllar önce kendisiyle gerçekleştiğim röportajı hatırladım.
Harçlığını çıkartmak için, çoğu çocuk gibi ayakkabı boyacılığı yapıyordu yaz tatillerinde. Baba mesleği mermercilikti. Koca koca mermer parçalarını taşıdığı, harç yaptığı da oluyordu arada. Zaten aşağı kahvenin Hüdaverdi’si olarak anılıyordu nicedir.
Günlerden bir gün, “Hababam Sınıfı“nın çekildiği sete, elinde boya sandığıyla yaklaştı. Oyuncuları yakından görmekti amacı, hem nasılsa birkaç kişinin de ayakkabısını boyarım, düşüncesi geçti içinden ister istemez.
Ertem Eğilmez, Adile Naşit‘e rolünü tarif etmekle meşguldü o esnada. Sinirliydi, gergindi. Canı bir şeylere fena halde sıkılmış olmalıydı. Esip gürlüyordu âdeta. Adile Naşit durmadan “Evet efendim, tabii efendim…” demekteydi renkten renge girerek.
Nasıl olduysa, tutamadı kendini gülmeye başladı. Havada asılı kalan o gülüş. Ertem Eğilmez öfkeyle sesin geldiği yere doğru dönünce, katıla katıla gülmeye devam eden çocukla bir anda göz göze geliverdi.
Zaman durmuş gibiydi. Herkes tedirgindi. “Çağırın şunu” dedi Ertem Eğilmez. Bir yandan ayakkabılarını boyatırken, bir yandan da “Hep böyle mi gülüyorsun, o güldüğün gibi gülebilir misin yine?” diye soruyordu.
Bir lira yerine on lira uzattı boyama işi bittiğinde. “Yarın okul giysilerini, çantanı kap gel buraya,” diye de tembihledi sıkı sıkıya. “Unutma haa..” diye ekledi kameraya doğru ilerlerken.
Küçük çocuğun muzip, alaycı gülüşü hoşuna gitmişti çünkü. Hemen senaryoya bir ilave karakter dahil edildi Tuncay Akça için. Hababam Sınıfı öğrencileri ayaküstü dikilme cezasını çekerken, onlara doğru bakıp gülecek ve cümlesini söyleyip gidecekti.
“Abi siz neden her sabah tek ayak üzerinde duruyorsunuz?”
İşte o hınzır, o içten gülüşle başladı her şey. Yazgıya tasma takılmaz denir. Gün oldu başarıdan başarıya koştu, gün oldu deniz kestanesi gibi akıntıya karşı yüzmeyi de bildi. Ve bir toplumun kolektif bilinçaltına Hababam Sınıfı’yla dalgasını geçen, Adile Hanım ile Münir Usta’nın küçük oğulları ‘Bacaksız Tuncay’ olarak yerleşti. Çok sevildi.
“Amca ben seni tanıyorum, sen o filmlerdeki çocuk amcasın,” denildiğinde mutlu oldu.
“Ben senin çocukluğunu biliyorum,” diyen altı yaşındaki bir afacanın gözlerindeki ışıltıyla sevinçlerin en güzelini yaşadı. Ödüllerin en değerlisini kazandığını ayrımsadı.
Sette ilk gün…
Ertem Eğilmez’in dediği gibi okul üniformamı, çantamı alıp gitmiştim. Bir sahneyi tarif etti. ‘Haydi oyna,’ dedi. İki prova sonrası çekim tamamlandı. Arzu Film Ailesi’ne katılmıştım artık. Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, Hababam Sınıfı Uyanıyor, Mavi Boncuk, Gülen Gözler, Cennetin Çocukları, Bizim Aile, Çıplak Vatandaş, Şalvar Davası, Milyarder, Âşık Oldum, Bir Yudum Sevgi, Duruşma, Güneşin Tutulduğu Gün (Müjde Ar’a âşık bıçkın delikanlı rolünü nasıl unuturum.) gibi filmlerde rol aldım peş peşe..
Aşağı yukarı on iki yaşındasın; zor oldu mu o şöhreti, tanınmışlığı üstlenmek? Mesela iç dünyanla, dış dünya arasında mesafeler oluştu mu?
Hayır! Şöhreti kolay taşıdım. Halkın içindeydim hep, halktan biriydim. Mütevazı bir aile ortamında yaşıyordum. Kendimi hiçbir vakit yukarlarda görmedim. Ve biliyordum ki, çırağın çırağıyım… Sadece çırak.
Peki o dönem sinemasına dönsek… Arzu Film başlı başına bir okuldu, değil mi?
Hem de nasıl. Star sisteminin işlemediği, herkesin eşit olduğu bir ortamdı. Saygı, sevgi, denge ve o kucaklaşma vardı sette; işbirliği vardı. Çoğu zaman şirkette ya da Ertem Ağabey’in Gümüşsuyu’ndaki evinde senaryo çalışmaları yapılır, görüşler paylaşılırdı. Anlatım, oyunculuk, üslup, kurgu açısından dönemi için çok seçkin eserler üretti Arzu Film. Kendimi Arzu Film Okulu’ndan mezun olarak görüyorum. Dahası o dönemin, beni halkın gözünde, bugün bile, büyümeyen çocuk kılan o filmlerin değerini yadsıyamam. Hepsi sıcak aile filmleriydi. Her karakter sahiciydi, adam gibi adamdı. Yeşilçam’da yokluk ve parasızlık içinde çektik o filmleri. Nasıl anlatsam, işimize âşıktık, işimizi seviyorduk. Çok para kazanıyor gibi duruyorduk ve çoğu insan bu yüzden oyuncu olmak isterdi o günlerde, ama öyle değildi pek. Sosyal güvencemizin olmaması, sigortalarımızın yatırılmaması büyük sorundu.
Başta Adile Naşit, Kemal Sunal, Münir Özkul, Şener Şen, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe gibi çok değerli oyuncularla kamera karşısına geçtin. Onlarla çalışmanın zorluğu var mıydı?
Hepsi çok alçak gönüllü ve emekten yana olan insanlardı, diyebilirim. Ben başroldeyim, en iyiyim’ havaları hiç kimsede yoktu. Herkesin birbirine karşı saygısı çok fazlaydı. Bizim dönemimizde kimse büyük, kimse küçük değildi, herkes aynı yerdeydi. Alaylı olduğum için, onları dikkatle izlerdim. Ne yapıyorlar, nasıl oynuyorlar; gözlemlerdim. Ertem Eğilmez oyuncuyu içindeki fotoğrafı bulup, çıkartan kişi olarak tanımlardı. Ben de içimdeki fotoğrafı bulup çıkartmaya çalıştım her defasında. Bizler sinemayı sevdik. Ölesiye sevdik. Sonsuza dek sevdik. Ah, keşke demedik hiç. Asla!
Filmografyana baktığımızda müthiş kadroların yanısıra en önemli yönetmen ve senaristlerle de çalıştığını görüyoruz…
İlk aklıma gelen; Sadık Şendil, Yılmaz Güney, Umur Bugay, Eriş Akman, Yavuz Turgul’un yazdığı senaryolar. Yönetmen dersek; Ertem Eğilmez, Erden Kıral, Başar Sabuncu, Atıf Yılmaz, Kartal Tibet, Orhan Aksoy, Mahinur Ergun’u sayabilirim.
Yıl 1979. On altı yaşındasın. Bebek filmiyle büyük bir başarıya imza atıyorsun….
SİAD Özel Ödülüne değer bulunmuştum o filmdeki rolümle. Tam da o günlerde Yusuf ile Kenan için teklif gelmişti ki, Yılmaz Güney’in Yol filmindeki Yusuf karakterine bu çocuk çok uygun, demesi üzerine Yol’a başladım. Benzersiz bir deneyimdi kuşkusuz. Yer Demir Gök Bakır da yine unutamadığım çalışmalar arasında. Televizyonda Bizimkiler, Yazlıkçılar gibi dizilerde rol aldım… Günümüzde koşullar çok değişti. Emeğin, yaratıcılığın değil, ‘reyting, sansasyon’un yükseldiği bir ortam oluştu âdeta. İşin tadı kaçtı giderek.
Bugüne dek yaşar kıldığı tüm rolleri omuzlamış, onlarla bütünleşmişti. Her karaktere titizlikle hazırlanmış, çok çalışmış, her ayrıntıyı inceden inceye araştırmıştı Tuncay Akça. Yıldızsız, kapkaranlık gecelerde dalgalara ve şiddetli rüzgârlara karşı kürek de sallasa, duruşunu hiç yitirmedi. Şöhretini de. Halkın sevgisini de.
Kendisini beyazperde de izleme fırsatı olmamış çocukların ilgisi var ya, “Amca senin çocukluğunu, biliyorum,” diyorlar ya…
Daha ne olsun?