Moda, son yüzyıl içinde yaygınlaşan bir kavram. 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için giysilerin değiştirilmesi için ölçü eskimeydi. Eski giysiler de atılmıyor, tamir edilerek bir süre daha giyilmeye devam ediliyor, büyüklerin elbiseleri çocuklar için küçültülüyordu. Kullanılamayacak hale gelenler temizlik bezi olarak kullanılıyor, ya da parçalar birleştirilip kilim işlevi görüyordu. Dikim ve örgü işleri aile fertlerince de yapılabiliyordu. Giyecek stokunda çeşitlilik sadece yazlık ve kışlık ayırımıyla sınırlıydı.
İhtiyaç için giysi üretimi ikinci dünya savaşından sonra biçim değiştirmeye başladı. Moda kavramı yaygınlaştırıldı. Eskime kavramı değişti. Artık giysiler eskidiği için değil, modası geçtiği için yenileri satın alınıyordu. Moda, giyecek endüstrisini canlandırmak için itici güç oldu.
Moda dergileri yaygınlaştı. Gazeteler sayfalarını modaya açtı. Defileler düzenlenerek giyim tarzında oluşturulan değişikliklere ilgi canlı tutuldu. Sinema endüstrisinin gelişmesi ve televizyonun yaygınlaşması modanın geniş kitlelere ulaştırılmasını kolaylaştırdı. İhtiyaç için üretimin yerini giderek kazanç için üretim aldı. Modaya ayak uyduramamak üzücü, hatta gülünç bir duruma düşmekle aynı şeydi artık. Fakat moda yine de çok hızlı değişmiyordu. Yaz ve kış kreasyonlarına ilkbahar ve güz için hazırlanan tasarımlar eklenmişti. Ülkeler ihtiyaçları olan tekstil üretimini büyük ölçüde kendileri gerçekleştiriyorlardı. Yerel giyim biçimleri yine de varlığını koruyordu. Farklı bir kültürle tanıştığınızda giyim tarzı ayırt edici unsurlardan biri olmaya devam etti bir süre daha.
Küreselleşme işleyiş biçimini en açık şekilde tekstil üretimi ve pazarlama yöntemlerinde görmek mümkün. ABD halen Çin’den sonraki en büyük pamuk üreticisi. Kendi üreticisini destekliyor ve üretimin devamlılığını garanti ediyor. Türkiye, Mısır, Fildişi Sahili gibi yakın zamana kadar pamuk üreticisi ve ihracatçısı ülkelerde üreticiye destek verilmesi ise neoliberal ekonomiye aykırı olduğu gerekçesiyle, İMF ve Dünya Ticaret Örgütünün yaptırım tehditleriyle engellendi. Pamuk ihracatçılarına da destek sağlayan ABD’nin gerçekte pahalı fakat zararı kamu kaynaklarıyla telafi edilen pamuğuyla rekabet edemediler ve ihracatçı iken ithalatçı konumuna düştüler.
ABD kırk yıl önce gerek duyduğu tekstil ürününün % 3’ünü dışarıdan alırken artık sadece %3 ünü kendisi üretiyor. Küreselleşmenin sağladığı serbestlikle maliyeti düşürmek için üretimi önce ucuz emek sağladığı komşusu Meksika’ya nakletti. Sonra daha avantalı gördüğü Çin’de konuşlandı şirketler. Çin’de ekonomik büyüme sonucu işçi ücretlerinde nispi bir artış olunca Vietnam, Bangladeş, Endonezya cazip ucuz emek cennetleri oldu. Sırada Myanmar var.
Dünya giysi piyasasının büyük oyuncusu şirketler fason üreticilere belirledikleri modelleri ürettiriyorlar. İşçi sağlığı ve güvenliği, prensiplerine en az uyulan, tercihen hiç uyulmayan, iş güvencesinin söz konusu olmadığı, çevre korumanın gündemde olmadığı ülkeleri tercih ediyorlar. Bir ülkede hükümet çalışma koşullarında ve işçi ücretlerinde ufak da olsa iyileştirmeler planlarsa küresel büyük şirketler hemen ülkeden çıkma tehdidine başvuruyorlar. Hükümetlere düşen görev çalışanlar üzerindeki baskıyı arttırmak oluyor.
Derme çatma binalarda, son derece sağlıksız ortamlarda, merdiven altı atölyelerde çalışanların yüzde sekseni kadın. Çocuk işçiler ortalama günde bir dolar kazanırken kadın işçilerin durumu nispeten daha iyi. Mesela Bangladeş’te usta işçilerin günlükleri iki – üç doları buluyor. Asgari ücret 5300 Taka. Yaklaşık 65 dolara karşılık geliyor. Aylık ücretlerinin arttırılması için gösteri yapan işçiler hükümet güçlerince şiddetle bastırıldı. Ölenler oldu, çok sayıda işçi yaralandı. Fakat şirketlerin gönlü alındı. Yabancı yatırımcıya güven telkin edildi. Ülkenin yeni yatırımlar için ne kadar uygun ve sorunsuz olduğu mesajı verildi. Aksi halde şirket CEO’ları üretimi kuralların daha da gevşek olduğu Myanmar’a taşıyabilirlerdi.
Bangladeş, Endonezya, Vietnam gibi ülkelerde tekstil işçilerinin günlük çalışma süreleri 12 saate kadar uzayabiliyor. Ayrıca saatlik hedefler de konuyor. Bir saatte 20 tişört dikmek gibi. Bu nedenle istirahat araları verilmiyor genellikle. Tuvalete gitme kısıtlanıyor. Psikolojik ve bedensel baskı, maruz kalınan kimyasallar hastalıklara neden oluyor. Kadın işçiler 40 yaşına geldiklerine aşırı yıpranma nedeniyle tükenmiş oluyorlar. Hedefleri tutturamaz hale gelince işten çıkarılıyor, ya da kendileri işi bırakıyorlar.
2013’te Dakka’ da büyük giyim şirketleri için üretimi yapan beş fabrikanın bulunduğu sekiz katlı Rana Plaza binası çöktü. Bina uzun süredir ciddi çatlaklar olduğu bilinmesine rağmen boşaltılmamıştı. Çünkü her zaman acele yetiştirilecek yeni siparişler vardı. Aralarında çocuk işçilerin de bulunduğu 1138 işçi öldü, 2500 işçi yaralandı. Bu olay bir kitlesel endüstriyel katliam olarak geçti tarihe. Aslında bina yeni inşa edilmişti. Sahibi iktidara yakın bir yerel politikacıydı. Beş kat için ruhsat alıp, alelacele diktiği binaya kâr hırsıyla hemen üç kat daha ekledi. Bina kaçınılmaz biçimde çöktü. Sahibi kendisinden hesap soranları inançsızlıkla, kazaya ve kadere inanmamakla suçlamış olmalı. Ölenlerin vadeleri oraya kadarmış, ne yapılabilirdi ki?
Hızlı moda (fast fashion) kavramı doksanlı yıllarda, fakat en belirgin biçimde son yirmi yılda yaygınlaştı. Zara, H&M, Topshop, Gap, Marks and Spencer gibi şirketler, önceleri yüksek gelir gruplarına hitap eden moda evlerinin tasarımlarını düşük maliyetle çok hızlı şekilde ürettirip önemli caddelerde ve alışveriş merkezlerinde ışıltılı mağazalarda sergilemeye başladılar. Sık sık değişen tasarımlar kaçırılmaması gereken fırsatlar olarak sunuldu. Gitti, gidiyor telaşı oluştu. Fiyatlar orta, hatta kısmen alt gelir gruplarının erişebileceği düzeyde tutuldu. Televizyonda izlediği bir defilede, ya da hayranlık duyduğu ünlünün üstünde gördüğü yeni tasarım bir giysiyi iki hafta geçmeden en yakın AVM’de bulan tüketici avcı toplayıcı klanın en iyi avı yakalamış üyesinin gururunu ve doyumunu yaşıyor. Trendleri kaçırmamak için hızlı moda mağaza ziyaretlerinin arasını fazla açmamak gerekir. AVM’ye gidemediyseniz İnternet üzerinden sipariş vermek de mümkün. Eğer bir kreasyonu kaçırırsanız artık bir daha bulamazsınız. Bir hafta içinde yenileri gelecek, fakat ah, işte o harika bluzu kaçırdınız ne yazık ki! Reklamlar, pazarlama teknikleri, halkla ilişkiler yöntemleriyle marka sadakati (brand loyalty) oluşturuldu, fakat giysilere sadakat yok edildi.
Şirketler bir giysinin tasarımını, üretimini ve mağazaya ulaştırma işini gerektiğinde yedi güne kadar indirebildikleri küresel bir zincir oluşturmuş durumdalar. Bu hızı sağlayan teknolojik gelişmelere, hayranlık uyandırıcı örgütlenme modeline, hızlı iletişim yöntemlerine ne kadar minnet duysak azdır. Çok acelemiz var çünkü.
Gardırobunuz dolup taşarken aldığınız yeni kıyafeti uzun süre giyemezsiniz. Giyeceklere özen gösterip değer vermek, yıpranmalarını önlemek için dikkatli kullanmak gelecek mevsimde giymek için naftalinleyip saklamak artık geride kaldı. Giysiler kağıt mendiller gibi kullan-at sınıfı eşyalara dönüştü. 30 liraya aldığınız bir tişörtü atmak çok kolay. İki paket sigaradan daha pahalı değil. Zaten siz satın aldıktan birkaç hafta sonra trend değişmiş, mağazalara yeni tarz ürünler gelmiştir. Moda dışı kalmanın dayanılmaz ağırlığını hissedersiniz, bir eksiklik duygusu kaplar içinizi. Bundan acilen kurtulmanız gerekir.
Avustralyalı moda yazarı ve Gardırop Krizi kitabının yazarı Clara Press 25 milyon nüfuslu Avustralya’da yılda 500 bin ton kumaş ve deri giysinin çöpe gittiğini belirtiyor. Yani kişi başına yılda 20 kilogram. ABD yurttaşları her biri yılda 30 kilogram giysiyi atarak liderliği ellerinde tutuyorlar. Press, kadınların satın aldıkları bir giysiyi ortalama yedi kez giydiklerini söylüyor. ABD’de giysilerin çöp yığınlarına yola çıkması için beş kez giyilmeleri yeterli oluyor. Gardıroplardaki giysilerin % 60’na neredeyse hiç dokunulmuyor. Atılmasalar da gözden düşmüş oluyorlar. Evlerde düzenli çöp olarak tutuluyorlar.
Üretiminde çok çeşitli kimyasallar kullanılan giysilerin çevreye atılmaları ek bir kirlenme nedeni.
Pamuk üretimi çok fazla tatlı su tüketimi gerektiriyor. Bu özelliğinin en çarpıcı ve trajik göstergesi dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral’ı besleyen Amuderya ve Siriderya nehirlerinin devasa pamuk ekim alanlarının sulanması amacıyla önü kesildiği için gölün neredeyse yok olması. Pamuk birim alanda en fazla pestisit kullanılan ürün. Bu durum insan ve diğer canlılar için büyük bir tehdit. Giysi üretiminde büyük ölçüde sentetik kumaşlar da kullanılıyor. Petrol türevi olan bu malzemenin çok kirli bir ayak izi var.
Çin’de yerleşim bölgelerindeki yeraltı sularının % 90’ı endüstriyel faaliyetler nedeniyle kirlenmiş durumda. Dünya Bankası’nın tespitlerine göre su şebekelerine karışan toksik kimyasalların yetmiş ikisi tekstil boyama işlemlerinden kaynaklanıyor.
Blucin fabrikaları Çin’in Yangtze nehrini maviye boyuyor. Uydu görüntülerinde bu renk değişimi açıkça görülüyor. Nehir denize ulaştığı yerde geniş çaplı mavi bir leke oluşturuyor. Giyecek tercihlerimiz doğayı biçimlendirir hale geldi.
Endonezya’nın Citarum nehri yüzlerce yıldan beri havzasındaki milyonlarca insana içmek, yemek pişirmek, yıkanmak için tatlı su, yemek için bolca balık sağlıyordu. Pirinç tarlaları sulanıyordu. Artık H&M, Gap, Uniqlo gibi dünyanın en büyük markalarına ucuz giysi üretme uğruna dünyanın en kirli nehri oldu. Tek bir balık yaşamıyor. Balıkçılar nehirden plastik toplayıp hurda olarak satıyorlar. Yani konuya iyi tarafından bakmak da mümkün! Çareler tükenmiyor. Nehir çokça mavi, bazen siyah, bazen kırmızı akıyor. Bu suyla bulaşık, çamaşır yıkanıyor. Tarlalar zehirli suyla sulanıyor. 35 milyon insanın sağlığı ileri derecede tehlikede. En çok çocuklar ve yaşlılar etkileniyor. Tabii ki bu durum dev hazır giyim şirketlerinin maliyet hesaplarında görülmüyor. Maliyeti Endonezya halkı ve ölen doğal yaşam ödüyor. Öte yanda şirketlerin başarı öykülerine övgüler düzülüyor ekonomi dergilerinde.
Bangladeş’te Dakka’dan geçen Buriganga nehri diğer endüstriyel atıklar yanında daha çok hazır giyim endüstrisi ve deri işleme atölyelerinin atıklarıyla son derecede kirlenmiş, tüm canlılar için bir tehdide dönüşmüş durumda. Hindistan’ın kutsal Ganj nehrinin suyu tekstil ve deri işleme. Atölyelerinin atıklarıyla pis kokulu, siyah bir sıvıya dönüyor. Kutsallık atfedilmesi nehirde manevi arınma için yıkanan Budistlerin hastalanmasını engellemiyor.
Ülkemizde Büyük Menderes Nehri’nin aşırı derecede kirlenmesinde deri tabaklama tesisleri ve tekstil fabrikalarının atıklarının da önemli bir payı var.
Giyecek sektörü büyüme eğilimini aynı hızda sürdürürse 2050 yılında toplam karbon emisyonunun dörtte birinden sorumlu olacak. Fakat çevresel etkileri karbon emisyonuyla sınırlı değil.
Moda kavramının tuhaflıklarından biri estetik anlayışı kolayca alt üst edebilir olması. Blucin bizde bu kumaşı ilke kez getiren ve pantolon üreten Muhteşem Kot’un adıyla biliniyor. Kot pantolon, kot gömlek diyoruz. Sağlam bir kumaş. Bu kumaştan dikilen pantolonlar her yerde giyilebilir oluşu, rahat hareket etmeye imkan sağlaması, ütü gerektirmemesi nedeniyle 19. Yüzyılın son çeyreğinde ilk kez Amerika’da maden işçileri için üretildi. Zamanla bütün işçiler tarafından benimsendi. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumun nerdeyse bütün katmanlarına yayıldı. Fakat nedense herkes tarafından giyilir olması blucini sıradanlaştırdı. Önceleri eskimiş, rengi atmış elbise giymek yoksullara özgüydü. Farklılık yaratmak için eski görünümlü, yer yer solmuş kumaştan dikilmiş pantolon ve gömlek giyme modası başlatıldı. Eskitme taşlama, ya da kumlama denilen bir işlemle yapılıyor. Bu sırada oluşan partiküller silikozise, ağır solunum yetmezliğine ve yumuşak doku kanserlerine yol açıyor. Türkiye’de en az 40 genç işçinin bu yüzden ölmesi üzerine 2010’da işlemde bazı maddelerin kullanılması yasaklandı. Merdiven altı atölyelerde kot taşlama yine devam ediyor. Uzak doğu ülkelerinde yaygın şekilde sürüyor.
Blucinin can pahasına eskitilmesi de yeterli olmadı. Yeni bir farklılık yaratılmalıydı. Bu defa pantolonlar rastgele yerlerden yırtıldı. Bir zamanlar en yoksul insanların giydiği kumaşı solmuş ve yırtık pantolonlar, özel ve farklı olmanın bir göstergesine dönüştü. Varsın bu çok gereksiz, çok tuhaf moda yüzünden Bangladeş’te, Vietnam’da, Endonezya’da binlerce genç daha otuz yaşını görmeden acılar içinde ölmeye devam etsin. Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun. Daha doğrusu havanız batsın özde değil sözde eskimiş soluk, yırtık kot giyicileri.
Işıltılı mağazalarda gönül çelen ve kolayca satın alınabilen, renkleri ve tasarımları neredeyse her hafta değişir hale gelen giysilerin ardındaki acıları, yoksullukları, kitlesel hastalıkları, büyük boyutlarda doğa tahribatını düşünmekte yarar var.
Tekstil sektörünün hızlı modayla aldığı biçim ekonomik büyüme, ilerleme, gelişme kavramlarını gözden geçirmemizi gerektiriyor. Çoğu çocuk bir milyar insanın açlıkla boğuştuğu bir dünyada önceliklerin en acil gerçek ihtiyaçlar yerine hangi sektörlere verildiğine bakmak gerekiyor. Petrolün sudan ve topraktan, pamuğun buğdaydan, hazır gıda sektörünün biraz daha fazla kâr etmesi uğruna üretilen palmiye yağının tropikal ormanlardan daha değerli kabul edildiği dünyamız yaşanabilir bir gezegen olmaktan çıkmak üzere.
Not; konuyla ilgili iki dokümanter film; Kanadalı yönetmenler David McIlvride ve Roger Williams’dan River Blue (Nehir mavisi)
ve Amerikalı yönetmen Andrew Morgan’dan True Cost (Gerçek Bedel) izlenmeye değer.
The True Cost – Official Trailer from Life Is My Movie Entertainment on Vimeo.