20 Temmuz 1974… Şimdilerde yeni kitabını bitirmek üzere olan annemin on beşinci yaş gününü Kumburgaz’da gözü yaşlı kutladığı tarih. Karartmadan dolayı perdelerin sıkı sıkıya kapatıldığı, sahil gazinosunda yapılacak kutlama eğlencesinin iptal edildiği, dedem ve anneannem tarafından Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle annemin, teyzemin ve dayımın evden dışarı çıkmalarına, arkadaşlarına gitmelerine izin verilmediği ve annemin doğduğu gün sebebiyle bir ömür unutamayacağı tarih…
20 Temmuz 1974… Baskı, zulüm ve katliama maruz kalan Kıbrıs Türklerini içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtarmak, adaya barış ve huzuru getirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen harekâtın başladığı tarih…
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in “Bu harekât milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı olsun. Umarım ki kuvvetlerimize ateş edilmez ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, Türklere de Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz. Bu karara, ancak bütün diplomatik, politik yolları denedikten sonra mecbur kalarak vardık.”
Şeklindeki tarihi açıklamasıyla başlayan, katliamın en yıkıcı, en çürük kokusunun derinden hissedildiği günlerin son bulması için düzenlenen iki aşamalı bir harekât.
Harekâtın ellinci yılı kutlanırken elbette söylenecek çok söz, yazılacak bir sürü cümle var ama ben size 1974 savaşından sonra Kıbrıs’tan çıkan sıra dışı filozof Ulus Baker’i yazacağım.
14 Temmuz 1960’da Lefkoşa’da (bazı kaynaklara göre SSCB Leningrad olduğu da yazar) dünyaya gelen Baker, 12 Temmuz 2007’de İstanbul’da böbrek ve kalp yetmezliğinden öldü.
Kırk yedi yıllık kısacık hayatına derin anlatımlar, öğretiler ve kitaplar bırakan Ulus Baker, sosyolog, yazar, çevirmen, öğretim görevlisi olarak yaşadı bu topraklarda. Kıbrıslı Türk bir ailenin çocuğu olan Ulus’un babası Sedat Paker psikiyatr, annesi Pembe Marmara ise adanın ilk kadın şair ve öğretmenlerindendi.
Ulus Baker, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra, Gilles Deleuze ve Baruch Spinoza çevirilerine imza attı. Spinozacı Filozof olarak da bilinen Baker, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Özgür Üniversite’de Sinema Tarihi ve Sosyoloji dersleri verdi. Siyasi teori, kitle iletişim araçları, sinema gibi alanlarda çalışmalar yapan, yedi dil bilen, Blues dinleyen, “Sevmenin, sevilmekten her zaman daha iyi olduğuna, çünkü sevilmenin daima başkasının bir lütfu olduğuna inanan” Ulus Baker, “Sanat ve Arzu”, “Beyin Ekran”, “Aşındırma Denemeleri”, “Dolaylı Eylem”, “Yüzeybilim Fragmanları”, “Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme”, “Kanaatlerden İmajlara Duygular Sosyolojisine Doğru” gibi kaynak nitelikli kitaplara imza attı.
“Spinoza Üzerine Onbir Ders”, “İki Konferans Yaratma Eylemi Nedir?-Müzikal Zaman”, “Kant Üzerine Dört Ders” gibi çeviri kitapları da bulunan Ulus Baker nev-i şahsına münhasır, felsefe çevrelerince “felsefe konusunda aşmış sosyolog” olarak tanımlanan ve bu topraklara ender gelen kişiliklerdendi. Anne ve babasının önce ayrılığı sonra kayıplarıyla başlayan İstanbul-Kıbrıs arası yolculuğu hiç bitmemiş, hatta öyle ki, bu yolculuklar onun düşünsel, yazınsal ve yaşamsal noktalarına da etki etmişti.
Bu yazı ile Ulus Baker ile yeni tanışacak ve kitaplarından önce makalelerine göz atmak isteyen okurlara, kendisinin ve onu en yakından tanıyan dostlarının, kaleme aldığı yazıların bulunduğu Körotonomedya web adresini tavsiye ederim. Bu adresten özel izin alarak, Kıbrıs’ın “Deli Dahi Çocuğu”nun Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında yaşadığı bir anıyı sizlerle onun kaleminden paylaşmak istiyorum.
Duymak İçin Yapılmamış Kulaklar
Ulus Baker
Kim demiş on üç on dört yaşların savaş kaldıramayacağını günümüz dünyasında?
Ben de savaş yaralarımı bu öyküye ertelemişim… Ve o yaralar bende kalacak, öfkeyle parlatacağım onları her şeyin yüzeyinde, yapışkan bir toz tabakası gibi… Eve düşen patlamamış bomba –komünistlerle devrik Makarios taraftarları, faşistler onları savaşmaları ya da ölmeleri için zincirlerle havan toplarına bağlamışken, emniyet pimleri çekilmemiş mermiler yağdırıyorlardı Lefkoşa’nın Türk kesimine…
Evet. Eve düşen, annemin tepesinden, büyükannenin birkaç santimetre yanından geçerek yaklaşık iki saat önce beni yatırdıkları yatağı biçerek yere saplanan patlamamış bir bomba, galiba güçlü bir havan mermisi (düşerken sesleri giderek tizleşir –cviiiiift gibisinden…) birkaç gün sonra çıkarılırken Girne kapısına kadar koşarak oradan kaçan ben, hâlâ nefes nefese, o öyküyü anlatacak gücü kendimde bulmalıyım… Öykü, o sıralar hastanede -bir hekim kılığında, bembeyaz ve kana bulanarak– kapana kısılmış babamın mirasıdır ve ben, onu anlatmalıyım… Emniyet kemerlerinizi bağlayın lütfen…
“Kulaklarım! Kulaklarım!” diye bağırarak getirildi… On dokuz, yirmi yaşlarında, doğulu delikanlı… Sağ bacağı kanlar içinde, iğrenç, inanılmaz, paramparça… Doktoru kan çeker önce… Anestezisiz diktiler ve iğne vurup susmasını beklediler. Susmadı: “Kulaklarım! Kulaklarım!…” Haykırışlarının hastane koridorlarında işi henüz bitirilmemiş kurbanlık gibi, kimi sedyede, kimi battaniyeler üstünde bekleyen kahramanların moralini bozması katlanılamaz bir durumdur. Savaşın o gizli biçki-dikiş ahlâkının şu diğer kahramanları, neşterli ve her bakımdan alkollü hekimler, defalarca kulaklarını kontrol etmelerine karşın (yakına düşen, ya da yakından salıverilen bir top mermisi mi acaba?), darmadağın bacağı dışında “sapasağlam” teşhisi koymaktan başka bir şey yapamıyorlar… Ses çınlıyor hastanenin üst katlarına doğru yankılanarak: “Kulaklarım! Kulaklarım!…”
Ah! Artık psikiyatrik bir vaka olsa gerek bu. Bir harp psikozu…
Psikiyatristin muayenesi daha da zor ve sürüncemelidir… Birkaç tokat, biraz telkin: “Nerelisin sen evlâdım?” Tercüme: Hangi cehennemden geldin? Hangi cehenneme gidiyorsun? “Ne diyorsun sen, bir şey yok kulaklarında… Sapasağlam ikisi de…”
Ah! Psikiyatrik bir vaka bile değil bu… Oğlan, basbayağı… Yemiş kafayı…
Ve yoğun, zor, anlaşılmaz bir diyalog, hoyratça, kulakları tedavi edecektir: “Kulaklarım! Kulaklarım!” “Hangi kulaklar?” “Köyde bekliyorlar… Komandoyum ben… Göğüs göğüse… Taşlık araziye attılar beni paraşütle… Çoğu arkadaşın bacağı kırıldı… Bana bir şey olmadı… Kulaklarımı kaybettim ben… Öldürdüklerimden kestiğim… Bir sicime dizmiştim onları… Köyden beklerler… Kulaksız nasıl dönerim ben?”
Bu satırları yazarken bilgisayar ekranının karşısında gözlerim yoruluyor, kara deliklere düşüyorum, erişilmez bir süratle… Bunları yazdığım için saldıranlar da olur… Dilim yorulacak… Mirasını savunurum pederin… Ama ben, bir Temmuz günü, on dört yaşındayken, daha kesin olarak söyleyeyim, 26 Temmuz 1974’ün ateşkes kurşunlarının vızıldamasını durduramayan yoğun, katı, renksiz, ceset kokulu bir akşamında (yağmur yağıyor muydu hâlâ?) bu öyküyü kendi kulaklarımla işittim…
Kulaklarım! Kulaklarım!
Genç kız olma telaşını, koyu renkli perdelerin arkasına saklamak zorunda kalıp, yaş günü mumlarını buruk da olsa ailesiyle birlikte sağlıkla üfleyen on beş yaşındaki annem, suyun öte tarafında, güneyde alev alev yanan insanların yaşadıklarından bu kadar derinden haberdar değildi o yıllarda yaşı gereği hiç şüphesiz.
Onunla hemen hemen aynı yaşlarda olan Ulus ise, bombaların teyit geçtiği bir evde yaşamaya ve savaşın en dip noktasından çıkmaya çalışıyordu.
Ve şimdi…
Barışın kaybedeni olmadığı gibi, savaşın da kazananı olmuyor hala…
Ve dünya üzerinde hala çatışmalar, savaşlar, harekâtlar devam ediyor “kulaklarınızla” duysanız da duymasanız da…
Tüm bu gürültülü dünya düzeninde,
Doğum günün kutlu olsun anneciğim.
Çok erken ayrıldın ama iyi ki bu topraklardan geçmişsin Ulus Baker.
50. yılını andığımız Kıbrıs Barış Harekâtı’nda görev alan, hem ruhen, hem bedenen yaralanan, yaşamını yitiren ve “İnadına Barış” diye haykıran tüm insanlığa saygıyla…