Benim bir roman yazarı olarak, bir başka roman yazarıyla kaderim Biga kasabasında kesişir.
Çocukluğu Biga’da geçmiş bulunan roman yazarımız, İlhan Tarus’tur.
Çocukluğunda yazları sık sık Biga’ya, oradaki köylerden Mahmudiye Köyüne giden bendeniz de bu yüzden Bay Tarus’la kader birliği içindeyim.
Kaderinizi seviniz; Amor Fati!
Savcı, yargıç olarak Anadolu’da pek çok yerde görev yapan Tarus, erken dönem Cumhuriyet yıllarının yetiştirdiği Aydınlanmacı karakterde, siyasi profiliyle Cumhuriyetçi, hâliyle Kemalist Solda ve pozitivist ekoldendir.
Kalemine gelince, vallahi laf ettirmem, sonuna kadar savunurum:
Refik Halid, Reşat Nuri, biraz Hüseyin Rahmi, üstüne Kemal Tahir, şiiriyle Nâzım, sonra salon terbiyesiyle Halid Ziya, Köycülüğüyle Talip Apaydın, Kadrocu geleneğiyle Yakup Kadri, Sol Kemalizmiyle Şevket Süreyya, gecekondulara kadar uzanırsa Orhan Kemal, dahası aklıma gelmeyen hangi eli öpülesi büyük yazarlarımız varsa hepsini onda bulursunuz; okuyunuz, hak vereceksiniz.
Tarus başlı başına Cumhuriyet edebiyatıdır da, yazık, pek bilinmez.
Ben derim ki, rahmetli Tarus, Türk edebiyatında roman, hikâye, anı ve piyes türünde başlı başına bir ekoldür; isimdir, üzerine titrenilmesi gereken bir edebiyat mirasıdır.
Tesadüf bu ya, yine Bigalı hemşerim edebiyatçı, roman yazarı İbrahim Dizman’ın editörlüğünde yayınlanmış Roman Kahramanları dergisinde, 2014 yılında bir yazı yer aldı:
“Biga-1920’de Kahramanlar Geçidi”
İmzası Mahmut Şenol’undur; Tarus’un Var Olmak başlıklı romanı üzerine bir inceleme yazısıydı.
Tarus üzerine bir diğer yazıyı, şimdi yazmak kısmet oluyor.
H2O Yayınları tarafından yayınlanmış bir eseriyle buluşunca, yazması ¨kısmen Bigalı hemşerilik¨ bağıyla bana düşecektir.
Tarus’un “Uzun [Bir Endüstrileşmenin Romanı] Atlama” başlıklı eseri çoktandır aradığım, kitaplık raflarımda eksikliğini hissettiren bir kitaptı; arayan bulur, geldi.
1957’de basılmış bu esere sahaflarda çoktandır bakınıyordum.
H2O’nun yayıncısı Bay Özcan Özen’den dilendim; kitap dilenciliğim meşhurdur, itiraf ederim.
Uzun Atlama, Cumhuriyetin Şeker Fabrikaları üst başlığıyla okunmalıdır. Roman anlatımına uygun bir kalemin eşliğinde, Tarus’un mikro-tarihçilik yaptığı bir çalışmanın sonucudur. Mikro-tarihçilik tarih yazımında bir yöntemse, bu metodolojiye başvuran Tarus’un elinde Cumhuriyetin şeker fabrikalarının öyküsü bir roman-belgesele dönüşmüştür.
Tarus toptan bir kalkınma ve iktisadi büyüme efsanesinin tanığıdır. “Bir vatan ileri doğru giderken, bir millet rahata ve saadete doğru koşarken adımları sayılmalıdır. Bu adımlar belirtilip aydınlatılmalı, beyaz kâğıtların muhafızlığına kara satırlar halinde geçirilmelidir.” [s.xi]
Tarus böyle diyerek, Cumhuriyetin kurduğu şeker fabrikalarını tek tek ziyaret edip bir seri röportaj gibi, bu kalkınma ve fabrikalaşma hamlesinin kendince destanlaştırdığı hikâyesini yazıyor.
Zaten “Şeker yazıları” evvela bir gazetede tefrika ediliyor, sonrasında kitaplaşıyor.
Tarus’un fabrikalaşma diye tutturmasına şaşırmayın; hele bugünün çevreci, yeşilci modern hareketlerine ait düşünler içindeyseniz, hiç kızmayın.
Dönem fabrikalaşma, makinalaşma dönemidir.
Unutmayalım ve terennüm edelim ki, Nâzım’ın 1923’de dediğince, herkes o zamanlar makinalaşmak ister.
“trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!”
Dönemin siyasal tablosunu Eric Hobsbawm yazmıştı; Aşırılıklar Çağı’nda… Bu yazının müracaat adresi, bu kitaptır.
Her şey aşırılığa kaçıyor 20. yüzyılın gerçeği olarak. Türkiye’de şekerin de aşırısına ihtiyaç var, bugünün diyabet teşhisleri, Karatay diyeti gibi meseleleri unutunuz. Düşünün ki, İstanbul’un mini mini valisi Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, belediye başkanlığını da üstlendiği o Milli Şef yıllarında, asfalt döken yahut çöp toplayan emekçileri üşenmeden ziyarete gidiyor sabahları ve onlara kendi eliyle kaşık kaşık üzüm pekmezi içirtiyor, yutturuyor.
“İnsan mazotudur bu, evlatlarım! Yiyin!” deyişi meşhurdur.
Kalkınan ülkenin kas gücüne şeker lâzım…
Cumhuriyet bunun farkında ve ardı ardına onlarca Şeker Fabrikası açılıyor; pancar ziraatı gelişiyor; ne güzel değil mi!
Alpullu’sundan, Turhal’a, Susurluk’tan Kayseri’sine kadar ülkenin hemen her yerinde şeker imalatı var. Tarus bu fabrikaları tek tek gezerek, oralarda yatıp kalkarak fabrikalaşmanın hikâyesini aktarmaktadır; romancı diliyle, becerisiyle. Turhal’da şeker fabrikasının doktoru, şairimiz Ceyhun Atuf Kansu’yla karşılaşması, bir başka güzel anı.
Zaten okurken roman mı okuyorum, bunlar birer hatırat mı diye hülyaya dalacaksınız; benden söylemesi…
Bundan daha mühim olanı şu: Tarus bir sirke yahut çocuk parkına götürülmüş, hatta atlı karıncaya binmiş bir çocuğun coşkusu içinde yazmaktadır. Gördüğü her şey Cennetten alınma sahneleri andırır. Okurken, sanırsınız ki, bu ülkede işçi sınıfının ücret, sendikalaşma, sosyal güvenlik gibi sorunları yoktur; bütün bunlar Şeker Fabrikası tarafından halledilir.
Kolektivist bir ekonomi ahlakı içinde sunulan Şeker Fabrikalarında müdüründen kapıcısına, kömürcüsünden depocuna, memurundan pancar müstahsiline kadar herkes bir bütündür; tek amaç vardır: Pamuk gibi bembeyaz şeker yapmak, pancarı işlemek, memleketi bal börek etmek.
On beş şeker fabrikasını dolaşan Tarus çocukça bir sevinç içinde yazıyor, gittiği gördüğü her yer onun için şeker şerbettir; hayat limonata gibi serin ve tatlıdır.
Derin bir rüyanın içinde gezinir gibi yazdıklarıyla bizi de mesut ediyor; haliyle…
Tarus’un hayalperest bir millî romancı olduğunu zannetmeyiniz; romanlarında realist Emile Zola’yı aratmayacak derecede toplumsal gerçeklikten yana durur.
Ama bu başka, bu Anadolu’da gördüğü, görmek istediği tablodur.
Onun bu sayfalarda korporatizm, kolektif yapılar, devlet eliyle kapitalist kalkınma ruhunu savunan büyüme ve gelişme yanlısı düşünceleri, bizi de ekmek arasına tıkıştırılmış şeker helvası yer gibi ağız dolusu doyuruyor; hatta kendimizi daha fazla makinalaşmak, fabrikalaşmak düşünlerine kaptırıyoruz.
Bunu o beceriyor, çünkü Tarus bir romancı!
“Fabrikaların sayısını artıracağız. Fabrika üstüne fabrika yapacağız. Fabrika medeniyetine mümkün olan hızla gireceğiz. Fabrika medeniyetini kabil olduğu kadar büyük ölçüde Vatanımıza yerleştireceğiz.” [s.xxi]
Bu sözleri, dönemin başbakanlarından, mesela Şükrü Saraçoğlu yahut Recep Peker falan söylemiyor; bu sözler romancımıza ait. Çocukça bir sevinç çığlığıdır bunlar; okurken dönemin koşullarını unutmadan, hatırlayarak okuyunuz.
Atatürk, “Memleketimizin her müsait mıntıkasında şeker fabrikalarının çoğalması ve bu suretle memleketin şeker ihtiyacının temini mühim hedeflerimiz arasındadır” demiyor muydu?
Gösterilen hedef bellidir; şekerleşme ve fabrikalaşma…
Böylece şeker millî davaların arasına giriyor; belki başı çekiyor.
Tarus’u okurken, yer yer, zaman zaman Roald Dahl’ın “Çarli’nin Çikolata Fabrikası” eserini aklıma getirdim; çok şekerli, çikolatalı bir romandır…
Tarus gezdiği fabrikalarda işçi, memur, müstahdem, ziraatçı, köylü, artık kim varsa tümü birden, hepsini bir büyük uyumlu bütünün parçaları olarak anlatmaktadır.
Sanırsınız ki, o fabrikalarda sorun diye bir şey yoktur, tek gaye vardır, ki bu daha fazla şeker üretmektir. Sırf bu samimi, kalbî, gönülden yakınlığı hissetmek için dahi Tarus’un Uzun Atlama eseri okunmalıdır.
Bilimsel çalışma yapacakların, akademisyenlerin, öğrencilerin ise bu eseri, eğer Cumhuriyet ve Kemalizm üzerine çalışıyorlarsa, muhakkak el altında tutmaları gerekiyor.
Tarus’un gözlemlerinden yararlanmak şart; Anadolu gezisi notları bunlar.
Şu epik anlatıma, tasvire bir göz atınız:
“Bozkır denizi içinde adım başına yükselen beton, taş, demir, cam, briket, çelik, kil, tuğla yapı gördüm. Deli suyu tutup bağlayan, çatlak toprağa bereket hazırlayan barajlar, fabrikalar, asfalt yollar, makineler, çarklar, bacalar, kazanlar gördüm. Adım başına yüksek mühendisler, çizmeli kimyagerler, saçı başına sarılı kadın teknisyenler, yağız makinistler gördüm. Ummadık dağ başının dönemecinde telsiz istasyonu, korkunç Murat ırmağının kervan geçmez kıyısında şeker fabrikası, yalçın dorukta dizel motoru gördüm. Yirmi tane motopomp’un başında bekleyen yirmi üç yaşında yüksek makine mühendisi ağzında çiklet çiğniyordu ama günün on sekiz saatini ayakta geçiriyordu. Elazığ’ın karanlık lokantasında şarkı söyleyen çirkin kadını görünce gözleri parlayan elektrik mühendisi, otuz kilometre ötede binlerce kilovatlık santralin müdürüydü. Yaz ortasında adam uçuran rüzgârların önünde planlarını inceleyen inşaat mühendisi, Amerika’dan üç ay evvel gelmişti ama gecenin yarı belinde urbasıyla şilteye yatıp birkaç saat kestirmeyi yeter bir istirahat sayıyordu.” [s.xxii]
İşte bu epik anlatımı, 1940-50’lerde bir İstanbul gazetesinde okusanız, hele biraz da romantik yanınız varsa, Haydarpaşa İstasyonundan Kurtalan Ekspresine bir bilet alır, vagona biner, kendinizi Doğu’ya, bu kalkınmanın muhteşem hikâyesine katılmak için bozkıra atardınız.
Şevket Süreyya’nın Suyu Arayan Adamı mı olurdunuz yoksa, Nâzım’ın dediğince makinenin parçası mı, bunu bugünden geriye, retrospektif olarak görmesi zor, ama işte öyle olurdu; velhasılı…
Biz, iyisi mi, beceriksizce edip dağıttığımız lakırdımızı Nâzım’la toparlayalım:
“… beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!”