İstanbul kar altında. Gözümün seçebildiği en uzak noktaya kadar her yer bembeyaz. Evgeny Grinko’dan Vals’i dinliyorum ve bu bembeyaz âleme bakıp çok bildik bir şey fısıldayan iç sesimi onaylıyorum: Bu bembeyazlık bütün pislikleri örtse ve onlar bir daha asla gün yüzüne çıkmasa… Tam bir kar-beyaz klişesi yani, ama bazen klişeler bir gerçekliğin basitçe dile getirilişi değil midir? Tıpkı o unutulmaz “Ben… Ben Yaşar Usta’yım” diyen Münir Özkul sahnesini her seyredişimizde kalbimizden boğazımıza yükselen o kadim bilgi gibi; Homo habilis/Alet kullanan insan olmanın yanı sıra bir Homo honeris/Onurlu insan olduğumuza dair o kolektif bellek.
O kadim bilgiyi geri çağırmak, bugünkü dünyada, romantik, nostaljik veya ütopik bir özlem değil; tersine, son derece yakıcı bir politik talep. Angelopoulos’un bütün o unutulmaz filmlerine sinen hüzün gibi, insanlığın trajedisine sessizce işaret eden sahnelerindeki gibi sokaklara çıkıp ağlaya haykıra “onur”u geri çağırmamız gerekiyor belki kadim insanlık belleğinden.
Ulis’in Bakışı’ndaki sahneyi hatırlayın: Karla kaplı dağın eteklerinde durup ıssız dağlara doğru bağırır adam: “Ey tabiat, çok yalnızsın değil mi? Ben de senin kadar yalnızım…”
John Berger, tıpkı, muhtemelen hiç tanışmadığı Angelopoulos gibi, sessizce dokunarak insanlığın kalbine, oradan hikâyeler anlatıyordu bize. İnatla koşar adım gittiği barbarlık çağından alıkoymaya ve başka bir dünyanın hâlâ ve her zaman mümkün olabileceğini söyleyen hikâyeler. Ve ama en başta insanlığın kendisiyle, tarihiyle yüzleşmek zorunda olduğunu, Spartaküs’ten kalan “insanlık onuru” bilgisini hatırlamadan, belleğe geri çağırmadan hiçbir şey yapamayacağımızı anlatan hikâyeler.
John Berger, benim yazarımdı. Birçok yazarı çok severiz bu hayatta, yazdıklarını takip eder, kulak veririz. Ama işte, biri öne çıkar ve senin “yakının ve dostun” olur. Bir şey anlatsa da dinlesem, göz alabildiğine uzanan ufka doğru kalbimin genişlediğini hissetsem diye beklersin. John Berger oydu benim için. Resimden ve fotoğraftan sanatsal bir kategori olarak hiç anlamadığım halde, onun nazikçe, hiç zorlamadan, beni o resmin ve fotoğrafın içine alarak, aslında hayata dair kadim bilgilerini paylaşan bilge sesini dinlerdim. Hayatı derinliğine ve genişliğine kavrayan bilge sesi, sanki usulca fısıldardı kulağıma; herkesin dilinde manasız bir sakız gibi çiğnediği “diyalektik” bağlarını hayatın; bilmişlik yapmadan, kafa karıştırmaya hevesli entelektüalizmden uzak durarak ama görüp görebildiğim en entelektüel kavrayışla anlatırdı bir bir.
O Ana Adanmış’la birlikte başladı onunla çıktığım yolculuk. “Che Guevara” yazısında, Che’nin 10 Ekim 1967’de dünyaya iletilen “ölü ele geçirilme” fotoğrafı ile Rembrandt’ın Anatomi Dersi tablosunu karşılaştırır ve her ikisinde de “ölü ile ders verme” temasının benzerliğini anlatır. Ve devam ederek, “çok az rastlanan bazı durumlarda bir insanın ölümündeki trajedinin, onun tüm yaşamının anlamını tamamlaması ve örneklemesi” gibi bir ayrımı vurgular ve buradan Che’nin hayatını yorumlar:
“Guevara’ya dünyanın içinde bulunduğu durum katlanılmaz geliyordu. (…) Önceleri emperyalizm ucuz hammadde, emek sömürüsü ve denetlenebilir bir dünya pazarı istiyordu. Bugünse hiçbir değeri olmayan bir insanlık istiyor.
Guevara kendi ölümünü, bu emperyalizme karşı verilen devrimci savaşın içinde önceden gördü.
Ölüm karşımıza nereden çıkarsa çıksın, hoş geldi… (…)
Guevara’nın önceden gördüğü ölümü, dünyanın bu katlanılmaz koşullarını kabul ederse, kendi yaşamının ne kadar katlanılmaz olacağının ölçüsünü sunuyordu. Önceden gördüğü ölümü, dünyayı değiştirme zorunluluğunun da ölçüsünü sunuyordu ona. Önceden gördüğü bu ölümün ona sağladığı yetkiyledir ki, Guevara bir insana yaraşan onurla yaşayabildi.
Guevara’nın ölüm haberi üzerine birinin şunları söylediğini duydum: ‘O, bir tek insanın taşıdığı olanakların dünyadaki simgesiydi.’ Bu söz neden doğrudur? Çünkü Guevara insan için katlanılmaz olanı anladı ve buna göre davrandı.”
Che’nin şahsında devrimci yaşam, ancak bu satırları okuduğumda benim için bir “kahramanlık”, bir “yiğitlik destanı” olmaktan çıkıp, “katlanamadığın için yapmadan edememe” hali anlamını kazandı. Alçaklığa katlanamadığın için, yalana ve değersizleşmeye katlanamadığın için, yoksulluğa ve boyun eğdirilmeye katlanamadığın için, önüne çıkan iki yoldan birini seçersin; ya iç sesini susturur ve sadece rezilce olmasına aldırmadan bir ömür geçirirsin; ya da iç sesini kimliğin kılar ve ömrünü insanlığın ömrüne katarsın. Bu, çoğumuz için belki de abus bir öğretmene yaptığı haksızlık için başkaldırıp dayağı yemekle ve yanağın tokadın şiddetiyle yanmaya devam ederken kendini onaylamanın verdiği ruh sevincinin yüzüne sirayet etmesiyle başlar, gülümsersin. O an bir seçim yapmışsındır aslında; hayatını kendi kendini onaylayabildiğin bir hayat mı, yoksa düzenin seni onayladığı bir hayat mı kılacaksın; kritik seçim yapılmıştır.
“Yapmadan edememek…” Büyütüp renklendirmeye, alalayıp popülerleştirmeye gerek yok; onurunu koruyarak yaşamak bir seçimdir; görmezden gelebileceğin ya da gelemeyeceğin bir seçim.
***
John Berger, hep bu sahihlikte politik vargılarda bulunmaz; çoğu kez hayatın küçücük bir parçasını anlatırken zihninizde bir ışık yakar; ömrünüzün sonuna kadar sizinle olacak olan, fark etseniz de etmeseniz de yolunuzu aydınlatacak olan küçük ama belirgin ışıklar… Fotokopiler’de fotoğraf sanatçısının tarihi bir anla karşı karşıya olduğunu nereden anladığını, bunun sanatçıya ait bir “üçüncü göz” mü, yoksa o an’ın esinlediği bir şey mi olduğu sorusuna Einstein’in bir 1944’teki bir mektubunda yer alan satırlarla cevap verir: “Canlı olan her şeyle öyle bir dayanışma duygusu içindeyim ki, bireyin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmenin benim için hiçbir önemi yok.” Yeryüzü ile dostça bir dayanışma içinde olduğu, dünyadaki tüm kalplerle arasına bir köprü kurabildiği ölçüde bir eserin tarihsel ve gerçek olabildiğini usulca akıtır zihninize.
Ya da bir gülden bahseder, gül ağacından… A’dan X’e Mektuplar’da, hücredeki sevgiliye yazılmış bir mektuptadır o gül ağacı:
“Meydanın kuzeydoğu köşesinde, eski lastik yığınının orda, bir sarmaşık gül var. Okaliptüs ağacının yanında. Gül beş metrelik bir dal uzatmış, çiçek açacak ışığı bulmak için ağacın gövdesi boyunca tırmanmış. Beş metre! Yüz otuz diken! Tek tek saydım. Saymak için ara sıra dalı kaldırmam gerekti. Bir-iki diken de koluma battı. Neden saymak istedim bilmiyorum. Muhtemelen sana gülün kararlılığından bahsetmek istediğim için. Yüz otuz diken.”
Ve aynı kitapta, Marcos’un sözlerini anımsatır:
“Sadece güçlüler için tarih dikine bir çizgidir ve bugünleri daima o çizginin zirvesindedir. Aşağıdakiler için tarih, ancak geriye ve ileriye bakarak cevaplanabilecek bir sorudur, bu da yeni sorular yaratır…”
Tarih, bir teori mezarlığı değildir John Berger için; o arenada yaşayan, hareket eden, ağlayıp gülen, yenen ve yenilen insanlar vardır ve insan bir teorik bakış açısını ancak bu şekilde kavrayabilirse hayata ait kılabilir. Bir insan portresi çizmenin inceliklerinden modeline fazlaca yaklaşmanın ihlal ettiği sınırlara, benlik bilgisiyle dünya bilgisi arasındaki dengeden kadınların dayanıklılık bilgisine ve insanın ihanetle arasında duran o incecik çizgiyi nasıl geçtiğinden soytarı seyirlik dünyasının sözlü tarihin kuşaktan kuşağa aktarılmasını engellediğine kadar her şeyde, hayatımızın her alanında tarih ve teori bilgisinin yansımalarını anlatır.
***
Saatlerdir kar yağıyor. Karanlık çökmüş olmasına rağmen beyazlık hâlâ belirgin. Dışarıya bakıyorum. Acı içimi yakıyor. Seslenmek istiyorum, “Ey tabiat, sen de bizim kadar yalnız mısın?”
Sonra gözümün önüne yine bir Angelopoulos sahnesi geliyor; “Ey Selim…” diye başlayan bir ağıt… Vatanından ayrı bırakılmış ufacık bir çocuğun, ölüp giden arkadaşının ardından sonsuzluğa seslenişi ağlayarak:
“Ey Selim, korkuyorum! Ey Selim deniz çok büyük. Gittiğin yer nasıl bir yer Selim? Bizim gittiğimiz yer nasıl bir yer olacak? Ya orada dağlar, vadiler, polisler, askerler varsa? Asla geri çekilmeyiz. Şu anda denize bakıyorum ve bunun sonu yok. Gece annemi gördüm. Kapıda bekliyordu, üzgündü. Noel günüydü. Dağların tepesinde kar vardı ve çanlar çalıyordu. Keşke bize limanları anlatabilseydin… Marsilya, Napoli ve bu koca dünyayı. Ey Selim, anlat, bize bu koca dünyayı anlat. Ey Selim, anlat, anlat bize. Ey Selim…”
Ey insan, anlat bize, onuru unuttun mu?
Bu karlar daha yıllarca yağsa, temizler mi kirini dünyanın?
Ey insan, anlat bize, ey insan… derken John Berger yetişiyor ışıkların arasından, bilgece gülümsüyor ve belki de gözünde iki damla yaş ama bir “gül kararlılığı” ile ve Nâzım’ın ağzından:
“Haklısın diyorsun, ümitler boşa çıktı ama aslında bu neyi değiştirir? Ziggy Marley’in şarkısındaki gibi adalet hâlâ tek sözcüklü bir dua değil mi? Tarih baştan başa gerçekleşmesi beklenilen, yitirilen ve yeniden yeşeren ümitlerden ibaret. Ve yeni ümitler yeni kuramlara yol açıyor. Ama büyük kalabalıklar için, cesaret ve sevgiden başka hiçbir şeyi ya da pek az şeyi olanlar için, ümidin algılanışı farklıdır. Bu durumda ümit, dişlerini geçirdiğin bir şeydir. Unutma bunu. Gerçekçi ol. Ümit dişlerinin arasındayken yorgunluk vız gelir, ihtiyacın olduğunda direnme gücü bulursun; bu güç sayesinde olmadık yerde bağırılmayacağını, asla yakarmamak gerektiğini bilirsin. Ümidi dişleriyle yakalamış genç bir kızın ya da delikanlının kardeşliği saygı uyandırır. Gerçek hayatta ümit beslemeyenler yalnızlığa mahkûmdur. Acınmaktan başka bir şey gelmez ellerinden. Ve geceyi kazasız belasız atlatıp yeni bir günü hayal ederken, dişlerin arasındaki bu ümitlerin taze ya da yıpranmış olması önemli değildir. Bir kahve içsek mi?”*
Hadi bir kahve içelim.
*Kıymetini Bil Herşeyin, Metis Yay., 2008, s. 41