Orhan Pamuk’un romanlarındaki ‘kaza’ takıntısı gibi, Hasan Ali Toptaş’ın da Gölgesizler’den bu yana neredeyse her çalışmasında ‘kayıplar’ var. Buna, okuru da kendisi de alışmış, kimsenin bir diyeceği yok, benim de yok; hatta yan hikâyeleri de bıktırmadan kolajladığını ve bu yüzden hakkını teslim etmek gerektiğinin altını bir kez daha çizmeliyim burada.
KUŞLAR YASINA GİDER
Kuşlar Yasına Gider, ‘yazar’ bir oğlun babasıyla ve babasının ölümüyle yüzleşmesinin hikâyesidir ana izlek olarak. Ayrıca Hasan Ali, bir hikâyenin içine onlarca hikâye ekliyor ve okuyup bitirdiğinizde de ‘anlatmak istediği her şeyi anlatmış’ dedirtiyor. Hiçbir olayı atlamamış, hiçbir ayrıntıyı unutmamış gibi. Gerçekten de bu konuda işini biliyor ve de hakkını teslim etmek gerekiyor. Neredeyse ‘gerçekçi roman’ yaratmış desek abartmış olmayız. Yani, büyülü gerçekçilikteki büyü ve onun birkaç romanında var olan ve benim ısrarla dillendirdiğim ‘bilmece kurgu’ da ortadan kalkmış ve roman ‘gerçeklerle’, gerçekleri anlatmak için çabalayan sağlam mı sağlam bir dille baş başa kalmış. Gerçekten de Hasan Ali okurları için de şaşırtıcı bir değişim. Ama benim için ayrıca romanda şaşırtıcı olan başka şeyler de var:
Özgün hikâyesi ve anlatımıyla baştan sona okurken yer yer ağlamaklı okuduğum anlatıdaki otuzun üstünde ‘fakat’ (çünkü bu anlamdaki ‘ama’ yı kullanıyor daha çok ) veya bıkkınlık derecesinde ‘derken’ kelimesini kullanmasını; anlatıcı/yazarın daha başlarda (sf 34) karısına babasını anlatırken, ‘…Üstelik ben hastaneden yeni taburcu olmuştum o günlerde, kasabanın alt başında oturan Sıhhiye İsmail elinde siyah deri çantasıyla tin tin geliyor, haftada iki kez başımın arkasındaki yaraya pansuman yapıyordu.’ dediğini unutup; ‘sekiz yaşındayken başımın arkasında çıkan yara yüzünden orada (…) iki hafta yatmış (…) Pansumana götürülmemişsem,(…) hep odamızın penceresinde olurdum… ’ (sf.130) demesini aslında bir hata gördüğüm halde dikkate almıyorum. Çünkü bütünlüğü bozmuyor ve ortalama bir okurun da dikkatini çekeceğini sanmıyorum. Hatta yine bunun kadar önemli olduğunu düşündüğüm bir ‘hata’ daha var, o da şu: Annesinden ölüm haberlerini aldığı ve Ankara/Denizli arası yolculuklarında gördüğü, Eyüp Amcasının da gördüğü o atın aslında ‘Ecel Atı’ olduğunu söylediğinden esinle; onu gördüğü ilk seferinde Hüseyin Dayısının çok sevdiği atı, sonra İzzet Dayısı ve daha sonra da Gülfem Yengesi öldüğü halde taziye içerici cümleler söylüyor annesine ve sadece bununla yetiniyor, anlatıcı/yazar. Oysa anlatıcı/yazar daha sonraları da gidip geliyor ama hiçbirinde ne dayısı ne de Gülfem Yengesi için bunların ailelerine taziyeye gitmiyor. Bununla ilgili tek cümle etmiyor, onları gördüğünde bile. Bu romanın kendi gerçekliği içinde de büyük bir eksiklik. Hadi buna da yazarın tercihi diyelim ama mademki ‘roman’ bir dillendirmeye göre ‘ayrıntılar toplamı’ ve Çehovvari söylemle ‘asılı tüfeğin sona geldiğinde patlaması gerektiği’ ise bu taziye yapılmalıydı. Yani bunun gibi birçok şey daha sonuçlanmalı ve yapboz eksik bırakılmamalıydı.
Hasan Ali’nin Gölgesizler’den bu yana (berber ve çırağı, ötekiler) neredeyse her çalışmasında ‘kayıplar’ var; Orhan Pamuk’un romanlarındaki ‘kaza’ takıntısı gibi. Buna, okuru da kendisi de alışmış, gerçekten kimsenin bir diyeceği yok, benim de yok; hatta yan hikâyeleri de bıktırmadan kolajladığını ve bu yüzden hakkını teslim etmek gerektiğinin altını bir kez daha çizmeliyim burada. Yani bu anlatıdaki ‘kayıplar’ da şaşırtıcı değil.
Anlatıcı/yazarı oldukça rahatsız eden, çevremden kitabı okuyan kimi yazar dosttan da duyduğuma göre, 7. Bölümde ‘yama gibi duran’ o meçhul akademisyenin kitabını içselleştirmesi ve bu bölüme yedirmesi bana göre hiç de ‘yama’ gibi gelmedi; aksine anlatıcı/yazarın kendi gerçekliği içinde olması gereken dozda ve yerde; üstelik de ustaca eklenmiş anlatıya… Yalnız (sf. 139/140) ‘bu romanda muhtarla imam var da neden öğretmen yok diye soruyordu saf saf.’ cümlesi beni gülümsetti harbiden. Gerçekten böyle bir akademisyen var ve Hasan Ali ile ilgili bir çalışma yapıp yayımlattı da ama ben bugüne kadar okumadım kitabı, (merakıma kapılıp peşine de düşmedim, çünkü geçmişte bir arada olmuşluğumuz, buluşmuşluğumuz olan Hasan Ali, kendi gerçekliği ile anlatılar gerçekliğini karıştırmıyorum diyorsa bu kesin doğrudur. Her şeyden önce o kendini kandırmaz ki başkalarını da kandırsın.) bu yüzden alıntıladığım cümle orada da var mı doğrusu bilmiyorum ve birebir olmuş olsa bile yine de bende bir karşılığı var ama bu cümlenin. Çünkü bu cümlem, Damar’da yayımlanan (Mart 1996/60. sayı) “Gölgesizler’in Üstüne Bazı Tespitler Ya Da Gölgesizler’in Anatomisi” başlıklı yazımda var. (Meraklısı Sosyologca Dergisinin (2016) 11/12. sayısında da bulabilir.) Bu da şaşırtıcı değil benim için gerçekten.
Ama iki yıl boyunca katlandığı bu akademisyenin ‘kokusundan rahatsız olmasın diye piposunu balkonda içmesi (sf 138) şaşırtıcı gerçekten, çünkü her eyleme fosur fosur “sigara içerek” başlayan ve tamamlayan bir anlatıcının pipodaki tütün kokusundan rahatsız olması ilginç. (Piponun kokusu olur mu diye sormak gereksiz, çünkü ona sinen yanık tütün kokusu) Anlatının sürekli kendini tekrar etmesi; Ankara-kasaba arasındaki yolculuk, yolda bir metafor olarak kullanılan beyaz at, kasabada sık sık karşımıza çıkan beyaz gömlekli çocuk, ki bu çocuk anlatıcının ölen kardeşi Suat’tır, aynı virajlar, aynı koşuşturmacalar ama farklı mı farklı, güzel mi güzel türküler… Anlatımın kısmen duraksayıp, hızlandığı dönüm noktaları buraları, beni olay örgüsündeki bu tekrarlar kadar yapılan birtakım eylemler de şaşırttı, söyleyegeldiğim üzere. Salt ana izlek peşinden gidince de kimi zaman beni duraklattı bu tekrarlar ve her defasında balkona çıkarak içilen sigaralar da bıkkınlık verdi.
142. sayfada, ‘üst üste iki sigara içtim orada.’ diyor, sekiz satır sonra da ‘Çaresiz, sigaramı söndürüp içeri girdim.’ Cümlesiyle de (bu hangi sigara ya da kaçıncı sigaraydı) dedirtti bana. 168. sayfanın dördüncü paragrafının orta yerindeki , ‘ben o gece gitmiş, sigaramı yakıp dağa doğru şöyle bir bakmış…’ cümlesiyle bir eski zaman anısına geçiş yapıyor, damdan düşer gibi üstelik (en azından satırbaşı yapılabilirdi) bu da şaşırtıcı olmayabilir belki ama anlatıcı/yazarın babasıyla ilgili bu anısında kendisinin geride kaldığını fark etmeyen babası için, ‘çevik adımlarla rampayı çıkıp eve girdi.’ (sf 174) demiş olması da şaşırttı, çünkü bu yaşanmışlığın geçtiği zamanda merdiven vardı, baba yürüyemez olunca Musa’ya yaptırılmıştı.
Yine sayfa 110’a kadar “dedem”, “gayriihtiyarî”, “alelacele”, “ haddizâtında” ve “ derken” kelimeleri çok sık tekrarlanıyor. Aynı şekilde belki de daha kötüsü 248 sayfalık kitapta tam 59 kez “bir müddet” geçiyor. Anlatıcı/yazar her defasında “duraksama” ihtiyacı hissedince “bir müddet” beklemeyi yeğliyor. Bu gibi şeyler beni şaşırtıyor, çünkü Hasan Ali Toptaş şöyle diyor:“Ben yazdığım her cümlenin üzerinde titreyen bir yazarım. Zor yazan ve yazdığını beğenmeyen birisiyim. Dil, araç değil, amaç benim için.” İşte en çok da bunun için şaşırıyorum. Bu dediklerime aldırmayacak olan her okur için gerçekten de muhteşem bir anlatı, okurken etkilenecek ve hayatlarına anlatıdan bir şeyler alıp ekleyecekler.
BENİ KÖR KUYULARDA
Aslında ‘Beni Kör Kuyularda’ ya, Güldiyar ile babası Muzaffer’in acıklı mı acıklı hikâyesi demek abartılı olmaz. Bu yüzden anlatıcının (dolayısıyla da yazarın) aktardıklarından yola çıkarak önce Muzaffer’i tanıyalım derim. Ölmüş babasının sağlığında dediği gibi ‘Yıllar evvel kapıldığı hevesle’ (sf.131) Ankara’ya göçer. Eskiden kardeş gibi olduğu Dursun’la, ‘at cambazına benzeyen uzun boylu adamın “İşte burası münasip bence. İki ev rahatça sığar bu genişliğe, yan yana yapar, komşu olursunuz.” (sf.43) dediği arsaya gecekondularını yapar ve komşu olurlar. Bu izbe ve Ankara’dan uzak mı uzak yere taşındıklarında (nice sonra kaybolan, üstelik de niçin kaybolduğunu bilmediğimiz ama sadece öteki romanlarından da aşina olduğumuz üzere ‘kaybolan’ ve çoğu yerde ‘dört yıl’ birkaç yerde de ‘onca yıl’ diye açıklanan) oğlu Hüseyin yedi, kızı Güldiyar da üç yaşındadır Muzaffer’in. Baba mesleği ayakkabı tamirciliğini (köşkerliği) sürdüren Muzaffer tutunamayanlardan biri olur, bilmediğimiz ve hiç mi hiç bilemeyeceğimiz bir ya da birden çok meçhul sebep yüzünden. Sonra bir zamanlar ‘kardeş’ olduğu halde şimdilerde ‘küs’ olan Dursun’un karısına anlattıklarından anlıyoruz ki Muzaffer’in kopuklarla düşüp kalkması, şarapçı olması, işini aksatması değil küs olmalarının nedeni. Bir neden var mı diye anlatıcının ağzına bakıyoruz, kulak kesiliyoruz nafile, anlatıcının yalancısıyım ki ‘Ee siz bunun için mi küstünüz?” diyen karısı Emine’ye Dursun, “Yok, o mesele başka.” diyor. (sf.44) ve ardında da ekliyor: “Söyleyemem, Muzaffer’e sorsan o da söylemez, eminim.” diye. İkisinin küslüğü anlatı boyunca bir sır olarak kalıyor. Yazarın dolayısıyla da anlatıcının sırı, gizemi bununla da kalmıyor. Kendine, ailesine ve işine yararı olmayan bu tutunamayan Muzaffer, Güldiyar’ın başına gelen o gizemli/sır olayın olduğu gün, ‘uyku semesi, kalkar kalkmaz peşinden atlı kovalıyormuş gibi’ evden fırlar. Her zaman işyerine götürdüğü sefertasını götürmez ilk defa. Karısı Bahriye peşinden fırlar, iletmek ister ama durmaz, geriye dönmez de, der ki, ‘Güldiyar ne güne duruyor, o getirsin yahu.’ Bugüne kadar sefertasını götüren Muzaffer o gün götürmez ve Güldiyar’ın başına o melun olay gelir. Bir daha da konuşmaz kızcağız, içine kapanır. İlkin anası saçına yumuşakça dokunduğunda, daha sonra da ‘seyirciler’ için karanlık adamlar tarafından zorla ağlatıldığında; yani ağladıkça gözyaşı büyüklüğünde ıslak taşlar yağdırır gözlerinden. Sefertasını ilk ve son kez götürmesi Güldiyar’ın 238 sayfalık anlatı için gerekli. Çünkü annesi yetiştirebilseydi ya da Muzaffer ayağını biraz ağırdan alıp sefertasını kendisi alsaydı ne olduğunu bilmediğimiz/bildiğimiz demek de doğru olur, o ‘şey’ yaşanmazdı. Onca olayı anlatmak için b/öyle olması gerekiyordu… Çünkü anlatıcının bize anlatacağı acıklı bir hikâyesi olmazdı. Olayın tamamını merak edenler kitabı edinip öğrenebilir. Şimdi, gerçekten de bir önceki kitabı kadar olan bu kitap bir öncekinden on sayfa daha az ve belki de ilginç bir rastlantıdır bu kitap da 12 bölüm. Bu anlatının da ana izleği ve yan hikâyeleri sürükleyici ve bir o kadar da büyüleyici… Buna benim de bir itirazım yok; çünkü bütüne baktığımızda, yani ana hikâyeye odaklandığımızda bunu anlamamak, görmemek olanaksız. Yazarın özgün yapboz yaratmada bir ustalığı var ama bu bir yere kadar. Belki her benzetme hatalıdır ama yine de bu anlatıyı, önceki gibi (Kuşlar Yasına Gider) yapboza benzeteceğim. Yalnız bazı parçaları eksik bu yapbozun, her ne kadar tepeden, karşıdan bakıldığında yapbozun eksik parçalarına rağmen ortaya anlatıcının güzel güzel anlattığı ve kelimelerden oluşturduğu resimler ortaya çıkıyorsa da; üzerine eğildiğimizde o tam gibi görünen resimlerin eksik parçaları beliriyor ve işin seyri de değiştiriyor. (Birazdan bu eksiklikleri anlatacağım.) Anlatı, yinelemiş olacağım ama Çehovvari ‘asılı tüfeğin sona gelince patlaması…’ ya da ‘ayrıntılar toplamı’ ise bu eksik parçaların olmaması gerekirdi. Neden mi? Şimdi, yazarlar uzun ya da kısa her bir anlatı/metin için mutlaka bir ‘anlatıcı’ oluşturur. Yazar bu konuda da, metin izleği seçiminde de özgürdür. Bir başkası asla onay mercii değildir; olamaz da. Başından sona kadar anlatıcıya ne buyurursa, anlatıcı da onu anlatır. Yazar bir tür tanrı, anlatıcı da onun peygamberdir. Anlatıcınınmış gibi görünen kusur ve eksik tam da bu yüzden yazarın eksiği ve kusurudur. Emir ve buyruklarına bir daha bakma gereği hissetmemesi ya da olabilecek boşlukları (yapboz parçaları) öngörememesi bu sonucu doğurur…
Şimdi yapbozun eksikliklerini anlatayım dilimin döndüğünce… Aslında yazar da Uykuların Doğusu adlı romanından (ki kitabın 164/170 sf.ları arasındaki bölümden) alıp işlediğini söylüyor. Bana kalırsa iyi de yapmış. Çünkü Gabriel Garcia Marquez de Yüzyıllık Yalnızlık romanından kimi bölümleri daha sonra işleyip yeni romanlar yazmıştır. (İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü bunlardan biridir.) Anlatı boyunca gizemli/sırlı birçok olay ve kişi var. Bunlar anlaşılabilir, yazarın anlatıcısına söylettikleri ve söyletmedikleri de anlaşılabilir.
Yalnız Güldiyar’ın ve babası Muzaffer’in içler acısı kişisel hayat hikâyeleri süresince bazı gerçeklikler sır/giz olmamalıydı. Bunlar bir yapboz anlatıda gerçekten de olması gereken parçalardır. Babasının sefertasını işyerine götürürken adeta çarpılan ve gözyaşları büyüklüğünde taş ağlayan Güldiyar bu dertten ölüp de babası bir bakıma felç geçirip olduğu yere çakılması, gözlerini kızının oturtulup zorla ağlatıldığı yere sabitlemesi; bunun üzerine meraklı ama asla bu acının nedenini sorgulamayan, hatta hiç mi hiç içlerinden geçirmeyen seyircilerin “Minderin üstünde oturan kızı o hâlâ görüyor çünkü.” demeleri (sf. 234) ve onu görmek için sıraya girmeleri üzerine; karanlık adamların da bu defa Muzaffer’i paraya dönüştürme serüveni uzun bir zamana yayılıyor. Yani anlatının süresi, Dursun’un karısı Emine’nin (sf.177) “Üstünden kaç yıl geçti…” ve Muzaffer’in “Aradan onca zaman geçti.” (sf. 195) demelerinden anlıyoruz ki belirsiz bir uzun mu uzun… İşte bu bilinmeyen uzun zaman içinde sıralayacağım eksiklikler tamamlanabilirdi ve yapboz birkaç önemli parçasız kalmazdı; böylece kelimelerden oluşturulan resimler daha bir anlamlı ve etkili olurdu. Burada bir an için durup, bu denli bilinmeyen uzun süre içinde yaşadığı travma yüzünden kendinden geçmiş Güldiyar’ın neredeyse her gün ağlaması için çektirilen artı acılara dayanabilmesi roman gerçekliği içinde de olsa mümkün mü, mümkün değil mi diye soralım kendimize. Mümkün değil birkaç aya sığdırılabilseydi mümkün olabilirdi Güldiyar’ın kişisel hayat hikâyesinde öldüğü zamana kadarki yaşadıkları. Ama yazar asıl anlatmak istediği o ‘seyircilik’ ve yan hikâyelerdeki sahicilikler için de olsa bir abartı olmuş bu net olmayan uzun zaman.
Yaklaşık iki yüz kırk küsur “sonra” kelimesinden ve bunun neredeyse yüzde doksanının gereksiz kullanılmasından ve kimi “sonra” nın yerine de kullandığı “derken” enflasyonundan ya da yazarın diline pelesenk ettiği ve neredeyse her çalışmasında kullandığı “dede”, “gayriihtiyarî”, “alelacele”, ““haddizâtında”, “ bir müddet” ve benzeri kelimelerden veya yerel ve “kelik” gibi eskimiş neredeyse kullanılmayan kelimelere can vermesinden de söz etmeyeceğim. Hatta anlatının ağaçlara tüneyip dondan dona giren Halil’in hiç özgün olmamasından da söz etmeyeceğim. Çünkü 2005’te Doğan Kitap tarafından yayımlanan Uykuların Doğusu kitabını anımsatan yazar, Halil karakterini Calvino’nun ağaçların tepesinden inmeyen Cosimo’nun anlatıldığı ‘Ağaca Tüneyen Baron’undan kotarmış ve bir tür Calvino denemesi yapmış diyeyim.
“Ağlayınca da gözlerinden yaş yerine, yaş büyüklüğünde taşlar dökülen” Güldiyar’ın başına o şey gelmeseydi biz onca anlatıyı dinleyemezdik anlatıcıdan (yani okuyamazdık.) Buna bir diyeceğim yok. Ama anası Bahriye’nin hem komşusu hem de neredeyse kardeşi olan Emine’nin ilk anda o taşları görmemesi anlaşılabilir diyelim. Ama ilk anda Bahriye de elleriyle tek tek topladığı ve getirip anlatıcının önce ‘minder’ birkaç sayfa sonra da ‘alacalı minder’ dediği minderin ucuna bıraktığı taşları görmeme nedeni anlatıcı/yazar tarafından açıklanmalıydı. Kızıyla birlikteyken göztaşlarını gören anne Emine ile birlikte niçin görmüyor? Bu büyük bir eksiklik… Üstelik eksiklik bununla da kalmıyor. Çünkü daha sonra Bahriye hiç beklenmediği bir anda ve kahırdan, işte neye bağlarsak bağlayalım, öldüğü güne kadar görüyor taşları… Yetmiyor akın akın yuvalarından çıkan karıncalar gibi gecekonduya biriken seyirci insanlar da görüyor göztaşlarını. Sonra Emine de görüyor. Çünkü 45. sayfada Emine diyor ki kocasına, ‘Ağzını açıp tek kelime söylemiyor çünkü ha bire ağlıyor ve ağladıkça gözlerinden pıtır pıtır taş dökülüyor.” Bunu demekle kalmıyor Emine, bir başka yerde de “Benimle birlikte içeri girenler, dökülen taşları hemen kapıştılar tabii, kimi avucunda tuttu sımsıkı, kimi alıp cebine koydu, kimi de mendilinin içine ya da başörtüsünün ucuna düğümledi.” diyor.(sf. 178/179) Bundan anlıyoruz ki Emine taşları görüyor. Toparlarsam ortada duran soruları: Olayın ilk günü Emine ve Bahriye bu taşları niçin görmedi? Daha sonra ikisi bu taşları niye görmeye başladı? Yazarın buradaki eksikliğini anlatıcı yaşıyor ve anlatıda büyük bir eksik oluyor… Çünkü ikisinin de taşları görmeme ve sonra görme nedenleri eksik bırakılmamalıydı. Muzaffer ile Dursun’un ‘küs’lüklerinin bilinmezliği de büyük bir muamma daha önce de dediğim gibi. Başlarına gelmedikçe başkasının acılarının nedenlerini öğrenmek ve bir parça da olsa çözüm üretmek, acıyı yaşayanlara destek ve yardımcı olmak duygularından yoksun mu yoksun seyirci bir kalabalığın gözyaşı büyüklüğündeki taşları görme isteği gözlerini ve bilinçlerini kör etmiştir. Bu sürüyü düzene koyan ve de bundan nemalanmak isteyen karanlık adamların işe karışmasına sebep de Dursun’dur. İyiliği bir tür ‘iyilik var dövmeden beter’ misali olmuştur. Çünkü iyi niyetle yeğeni Cihan’ı arayıp yardım istemesi; Cihan’ın da arkadaşı Rüstem’le gelmesi… Bunlar anlaşılır şeyler. Hatta ortalıkta görünmeyen ve küs de olsa kardeşi gibi gördüğü Muzaffer’e yardım için yeğenini arayan Dursun’un tehdit edilmesi, dayak yemesi, evinde uzun süre kalması da anlaşılır şey… Peki onca ezikliği yaşayan ve kendini sorumlu tutan Dursun neden bir kez olsun (denize düşen yılana sarılır misali) yeğeni Cihan’ı aramaz? Çünkü yeğenin yardıma gelmesiyle büyük bir zulüm çarkına dönüşür karanlık adamlar sultası. Bunun önüne geçip geçmeyeceğini Cihan’dan sorması gerekmez miydi? Çünkü bu anlatıda önemli bir eksiklik… Sır/giz olmasını gerektirecek bir durum da değil üstelik. Dursun yaşadıklarını Muzaffer’e anlatıp büyük pişmanlık duyduğunu belirtirken yardımını istediği yeğeninin de çaresiz olduğunu söyleyebilirdi en azından arkadaşına iç dökmesinde. Söylemeliydi de…
Son olarak Muzaffer’in tutunamayan biri olmasının, dibe vurmasının neredeyse yaşama sevincini yitirmesinin ve şarapçı olmasının nedeni bu uzun anlatı içinde birkaç cümleyle de olsa açıklanmalıydı. Bu da bir eksiklik… Çünkü bu da önemli ve gerekli… Sonra Dursun ile Muzaffer’in kardeş gibi olmalarının nedeni nedir, nasıl arkadaş olmuşlardır, tanışıklıkları hemşeri olmaları mı, asker tanışıklığı mı, gurbet yoldaşlığı mı? İkisi nasıl arkadaş olmuştur? Bu gibi önemli boşlukları her okurun kendine göre doldurmasını beklemek büyük bir kolaycılık değil; aksine yazarın görevlendirdiği anlatıcıya işini doğru yapması için gerekli ve yeterli bilgi aktarmasıyla ilgilidir. Birçok boşluk var anlatıda ve bu da yazarın anlatıcıya yeterli ve gerekli bilgiyi vermemesinin sonucudur. Ayrıca küslüklerinin bir muamma olması da anlaşılır değil. Çünkü o meçhul sebebi karıları bile bilmemektedir. İşte bu eksikliklerden dolayı, gerçeklikle, kurgunun, mistiklikle, rasyonelliğin iç içe geçtiği, baştan sona ana izleğiyle burnumuzun direğini sahici olduğu için sahiden sızlatan hikâyesine odaklanmış olsak da anlatının bütüncül bir yapboz olmadığını görmezden gelemeyiz.
Beni Kör Kuyularda /Roman,238 sf/Hasan Ali Toptaş Everest Yayınları, 1. Basım: Kasım 2019 / İstanbul
* Bu yazı Geride Yazılan Kaldı (Nisan 2020, Doğu Kitabevi) kitabımda (sf.29/50) var, ama o zaman şahsen de tanıdığım yazarın başına gelenler yüzünden yayımlanacakken bir dergide, yayımlanmadı. Dünya genelinde ve ülkemizde pek çok yazarı kişisel/özel durumlarından değil edebi yönden önemseriz, bu yazıya da bu açıdan yaklaşılmalıdır.