Azınlık olmak zor zanaat. Çoğunluğun kurduğu dünyayı kabul edip, şartsız koşulsuz uysun isteriz. Hem de her zaman “öteki” olduğunu hatırlatarak… “Öteki” olmak giysisi üzerinde dursun isteriz. Madem ki gelmiştir “bizim olan” bu toprağa, paylaşırken aşımızı yerini, haddini bilsin isteriz.
Bir hikaye anlatılacaksa kurgu da sahne de çoğunluğun kurallarına göre yazılır. Azınlığı da çoğunluğun gözünden anlamlandırmak isteriz. Bu tüm çoğunlukların, yerellerin, yerelliklerin ortak hikayesi. Tabii her ülkede ayrı ayrı kurallarla bin bir çeşit yaşanma biçimi var. Azınlıkların seslerinin daha az duyulduğu, bu yüzden hep eksik kalan bin bir çeşit hikaye… Mayıs ayında Montreal’de sahnelenecek Şarap ve Helva oyunu da tam da buradan yola çıkarak yazılmış. Oyunun yazarı Deniz Başar’la Kanada’daki doktorası sırasında onu Şarap ve Helva’yı yazmaya götüren hikayesi üzerine konuştuk. Şarap ve Helva Kanadalı izleyiciye sadece uzun yollardan gelen “ötekinin” hikayesini değil azınlığın gözünden kendi hikayelerini de anlatacak.
Biraz bu oyunu yazma hikâyenin nasıl oluştuğundan başlamak istiyorum. Bu oyunu yazmanda Kanada’daki yaşamın etkili oldu mu?
Evet, oldu. Benim hayatımda olmak istediğim iki şey var. Birincisi edebiyatın içinde olan bir sanatçı, ikincisi ise yine edebiyat ve güzel sanatlar alanında çalışan bir akademisyen olmak. İstanbul’da Mimar Sinan’da Şehir Planlama okudum, sonra Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsünde – yakın Türkiye tarihi araştırmaları yapan bir bölüm – yüksek lisans yaptım. 2010’ların aktif alternatif tiyatrosu üzerine bir yüksek lisans tezi yazdım ve tiyatroya dair heyecanım artmaya başladı. Bu arada kendi yazı disiplinim de öykü ve şiirden oyun yazarlığına dönüşmeye başladı. Bir şekilde nasıl tiyatro akademisyeni olurum diye düşünmeye başladım. Gezi’nin hemen sonrasıydı, biraz klostrofobik hissediyordum ve başka bir ülkede eğitim şansım olur mu acaba gibi sorular da devreye girince, yurtdışına başvurular yaptım. Kanada’ya o ülkeyi, o toplumu hiç bilmeden gittim. Kuzey Amerika’ya dair böyle bir yanılgı var Türkiye insanlarında. Çok fazla oranın medyasına maruz kaldığımız için bildiğimizi sanıyoruz ama bilmiyoruz. Kültür şokunun da ne olduğunu bilmiyoruz. Gidip şok geçirmek olduğunu zannediyoruz ama öyle bir şey değil. Çok daha uzun, çok daha yakın ilişkilere girmeye başladıkça yaşanan “ben şu an ne yaşıyorum” duygusu aslında kültür şoku. Toronto Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde çalışmaya başladım ve dört seneyi Toronto’da geçirdim. Birkaç şey beni çok zorladı. Bir, iklim gerçekten çok zor ve bedensel olarak insanı çok yoruyor. O kadar ki “kış depresyonu” diye bir medikal teşhis var ülkede. Bütün bunların yanı sıra, Türkiye’de anladığımızdan daha farklı bir kapitalizm var orada.
Bunu biraz daha açabilir misin? Çünkü bir yandan oyunun hikayesini de anlamamızı sağlayacak.
Türkiye’de nispeten daha rahat bir hayat yaşarken Kanada’da çok daha sert karşılaşmalar yaşadığım bir hayata geçtim. Burada ekonomik olarak beni koruyan bir sistem, ailem, bir güvenlik zeminim var yani. Orada hiçbiri yok. Gittiğimde 24 yaşında göçmen kadındım ve o bağlama dair pek çok şeyin tam anlamıyla farkında değildim… İyi olmakla beraber şiveli bir İngilizce konuşuyordum ki hâlâ şiveli bir İngilizce konuşuyorum. Hareket etme biçimimden, yaklaşımımdan, konuşma biçimimden, benim Kanada’da büyümediğim belli oluyor. Ama o sırada karşı tarafın beni böyle gördüğüne ilişkin bir bilgim yoktu. Türkiye’nin batısında nispeten modern bir yerde yetişmenin yanılgısı bu: Gidince batılı bir topluma entegre olabileceğinizi zannediyorsunuz ama olmuyor. Çünkü o kadar basit değil, ilişki kurma biçimleri değişiyor. İlişki kurma biçimlerinin nasıl değiştiği kısmında da kapitalizm devreye giriyor.
TÜRKİYE’NİN TANIŞI, KANADA’NIN ARKADAŞI
Ben Türkiye’de çok tanımadığım aile ilişkileri gördüm orada, arkadaşlarımla ilişkilerimde. Pandemi döneminde – o sırada işsiz bile olsa – doğup büyüdüğü oda için ebeveynlerine kira ödeyen ve bunu çok normal karşılayan arkadaşlarım vardı, bunun normalliğini bir tek ben yadırgıyordum. Tabii bunun karşılığında o çocuk da ana baba yaşlandığında onlara dair sorumluluk hissetmiyor. Her şeyi ekonomiye indirgediğinizde, ekonominin dışındaki alanlarda interaksiyonlar çok minimal bir şeye dönüşüyor. Aile ilişkileri bu düzeyde olan insanların arkadaşlık ilişkileri nasıldır, tahmin edebilirsiniz. Bizim Türkiye’de tanışıklık diyebileceğimiz ilişkilere onlar arkadaşlık diyorlar. Benim bundan daha fazlasına ihtiyacım vardı. Türkiye’den gördüğüm, tanıdığım, bildiğim arkadaşlık kurma biçimleriyle, orada arkadaşlık kurmaya çalıştığımda, ilişkilerim çok tuhaflaştı. Başta insanların çok hoşuna gitti bu, böyle bir yakınlık ve sıcaklık görmek, aynı zamanda sorumluluk alan bir sevme biçimi görmek. Fakat sonrasında o ilişkilerin üstüne çok tuhaf duygusal yükler binmeye başladı. Annesiyle ya da sevgilisiyle yapamadığı konuşmayı benimle yapmaya başladı mesela. İnsanlar başka ilişkilerde yapamadıkları gergin konuşmaları, benimle yapabilir olunca kendimi içinden çıkılmaz bir ilişkiler ağının içinde buldum.
Ama bir yandan da yazın hayatını besleyen bir dönem olmuştur.
Evet, hayatımı çok zorladı ama yazın hayatımı kesinlikle besledi. Çünkü hayal edemeyeceğim tuhaflıklar yaşadım. Bütün bunların dışında iki önemli katman var yine kapitalizme bağlanan. Birincisi, Toronto’da güvenli bir ev kurmakla ilgili ciddi sıkıntı çektim. Çok taşınmak zorunda kaldım ve kötü ev arkadaşlarım oldu. Bir de bütün bunlardan daha önemli olan, ben oraya eğitim için gitmiştim ama gittiğim kurumla da ciddi sıkıntılar yaşadım. Herkese gösterilen asgari saygının bana gösterilmediği pek çok durum oldu ve ben bunu uzunca süre anlayamadım. Çocukluğumdan itibaren azınlık olarak büyümediğim için bu durumu okumakta zorlandım. Bu “cahil cesareti” bir süre orada devam etmeme sebep oldu. Fakat bir örüntü oluştuğunda “Bir dakika, artık saçma bir şey var” dedim. Muhataplarla konuşmaya da çalıştım – şu an yapmam mesela – ve durum daha kötüye gitti. Bir noktada doktoramı bitiremeyeceğimi, onu da geçtim, akıl sağlığımı koruyamayacağımı düşünmeye başladım. O zaman Montreal’de başka bir üniversiteye transfer ettim doktoramı. Oradaki doktora hocam beni çok destekledi ve sorunsuz bir tez süreci yaşadık. Fransızca bilmememe rağmen Toronto’ya göre Montreal deneyimim nispeten daha iyiydi. Ama o da zordu ve alacağımı aldıktan sonra ayrıldığım bir yer oldu. Orada birtakım kalıcı arkadaşlıklar da edinmişim, bütün bu deneme yanılmalarım sonucunda. O arkadaşlarım da sanatçı insanlar hepsi, yazdıklarımın o toplumda görünmesi gerektiğine kolektif olarak karar verdiler. Bu konuda onlara minnettarım. Şarap ve Helva’yı yazdıktan sonra onlara teslim ettim, “ne yaparsanız yapın” dedim. Şu an geliştirdikleri vizyonu da bilmiyorum. Gerçekten gittiğimde bir seyirci gibi izleyeceğim oyunu ve bundan yana da çok heyecanlıyım.
Gidiyor musun peki gösterimine? Çok yakın zamanda gösterimi olacak.
Evet, görmek istiyorum. İlk defa bir oyunum tamamen sahneleniyor olacak, benim için çok özel.
“Toplumun görmesi gerektiğini düşündüler” dedin. Orayı ötekinin gözüyle deneyimlemek, anlatmak… Oralılara ne söyleyecek bu oyun?
Kanada’da birtakım söylemsel tabular var. Kanada kültürünün iletişim kurma biçimi pasif agresif. Her şeyin inanılmaz dolaylı konuşulduğu, politik doğruculuktan asla taviz verilmediği ama politik doğruculuğun da bir iyi niyet göstergesi değil, tam tersine bir sansür mekanizması olarak, daha az eğitimli ya da dile hakimiyeti az insanları dışlamak için kullanıldığı bir zemin, bir söylemsel zemin. Duygusal karşılığı bu. Bizim Türkiye’de hiç alışık olmadığımız biçimde çok basit meseleler çok uzun sürelere yayılan çözülmez problemlere dönüşebiliyor. Türkiye’de olsa bir noktada kavga edersin, en olmadı konuşmazsın ya da durum çözülür. Anlamadığım bir duygusal evren vardı orada, beni çok zorlayan. O duygusal evrenden çıkan oyunlar da o duygusal evreni yansıtıyor. Sahnede siz bir öfke patlaması görseniz bile, o son derece çalışılmış klişe bir Hollywood öfke patlaması gibi oluyor. Pek çok duygunun temsiliyeti, birtakım klişelerin ötesine geçemiyor ve sahnede çok yapay duruyor. Ben Kanada tiyatrosunu genel olarak çok beğenmediğim için o tiyatro anlayışının çok dışında bir öneri yapıyorum aslında orası için. Çok doğrudan konuşan, seyirciyi muhatap alan, seyirciyle kurduğu ilişkide seyirciyi rahatsız etmekten geri durmayan, oradaki çoğunluğun uzlaştığı politik doğruculuk zeminini biraz kıran…
Tartışmaya açan.
Evet, didaktik olmaktan korkmayan, mesela bu kesinlikle üslubuma dair artık sahiplenebileceğim bir şey. Tiyatroda genel geçer bir söylem vardır; “aman didaktik olmasın…” Oyunu yazarken o yüzleşme için birazcık didaktik olmak gerektiğine karar verdim. Benim bu muhataba saçmaladığını söylemem lazım, dolaylı ifade edince dinlemiyor çünkü. Zaten o yüzden oyunun kostüm tasarımını Candan Seda Balaban yapıyor, Türkiye’de çok tanınan ödüllü bir tasarımcı. Candan’ın yapmasını ben önermiştim ve çok da iyi anlaştılar yönetmenimizle. Candan çok doğru bir seçim çünkü ortaya çıkarmaya çalıştığım dünyayı, o dünyanın oyunbazlığını, mizahını ortaya çıkarabilecek tasarımlar yapıyor. Kanadalı bir tasarımcı çok büyük olasılıkla gerçekçi bir tasarım yapmaya çalışırdı ve bu absürt bir oyun için çok kötü olurdu. O zaman gerçekten sadece didaktik bir oyuna dönüşürdü işte. Oysa oyun “gerçekten bir kesit” değil, tam tersine teatral bir yüzleşme. “Siz beni böyle gördünüz, böyle görüyorsunuz ama haberiniz olsun, ben de sizi böyle görüyorum” diyorum aslında.
Türkiye’de ne anlama gelir bu oyun? Ne ifade eder? Çünkü bir yandan bizim de dünya kadar ötekimiz var.
Galiba Türkçeye çevirmekten ilk aşamada biraz çekiniyorum. Şundan dolayı, kurgusallaştırılmış olmakla beraber, benim deneyimimden beslenen bir oyun bu ve Türkiye’de öteki olma deneyimi yaşamamış bir ana kadın karakter var. Sadece kadınlıkla alakalı meselesi olan bir ana karakter var ve Kanada toplumundan gelen, belli bir ötekilik deneyimi olan ama bu deneyimi de bu şekilde okuyamamış olan başka birisiyle kurduğu bir arkadaşlık var orada. Farias ve Derya. Oyun kendi deneyimimden ve çok yakın bir arkadaşımla olan arkadaşlığımızdan yola çıkarak yazıldı. Oyundaki konuşmalar gerçek. Bu karşılaşmalar Türkiye’de ne anlama gelir, çok emin olamıyorum. Derya Türkiye’de öteki değil çünkü, kimliği temsil edilen kimlik. Belki ileride Türkçeye çevrilebilir, Türkiye için yazdığım oyunları izleyip merak edenler için okunabilir bir oyun olabilir. Bir arkadaşım “böyle bir deneyimi okumak ilgimi çekerdi, çevrilmezse bundan mahrum kalacağız” demişti. Onu haklı bulmuştum ama galiba Türkçeye çevirmek için biraz zamana ihtiyacım var.1
Biraz ekipten bahseder misin, oradaki ekipten?
Ekip çok farklı arka planlardan gelen insanlardan oluşuyor. Yönetmenimiz yakın arkadaşım, Art Babayants. Ermeni-Kanadalı ve queer, kendini tanımladığı kimlikler bunlar olduğu için bu kadar açık söyleyebiliyorum. Toronto yıllarımızda tanışmıştık, yaşça benden büyük, o doktorasını bitiriyordu. Fakat onun Kanada’yla ilişkisi benden çok farklı. O da yetişkin hayatında göç etmiş birisi, yani birinci nesil bir göçmen, fakat Kanada’yı çok sahiplenmiş ve bir şekilde evi kabul etmiş. Hayat hikayesini dinleyince neden olduğunu anlıyorum, hak veriyorum. Bu yüzden oyunu ilk okuduğunda çok sevmemişti, çok sert ve duygusal bir tepki verdi. Birinci sahneyi okurken bana mesaj atıyordu: “Çok komik espriler var” diye. İkinci sahneye gelince, “Artık nutuk atmaya başlamışsın, kusura bakma ama bu metni daha fazla okuyamayacağım,” dedi. Ben de “İstemiyorsan okuma ama ben de Kanada tiyatrosunda çok fazla nutuk dinledim. Ben de nutuk atabilirim bence, kendimde bu hakkı görüyorum,” dedim. Sonra karşı karşıya geldik, konuştuk. Bu konuşmalardan sonra oyunun Kanada’daki en büyük yoldaşı Art oldu. Şu an sahneleniyorsa Art sayesinde. Çünkü kendi tiyatro kumpanyasının imkanlarını, uzun yıllar boyunca kurduğu bağlantıları ortaya döktü. Ekibin toplanmasında çalıştı. Ben de kendi sanatçı arkadaşlarımdan insanları gruba dahil ettim. Gruptaki herkes gerçekten farklı bir arka plandan geliyor ve bu şimdi Kanada’da çok gideri olan bir şey. Anayasal olarak Kanada kendini “çok kültürlü” bir yer olarak tanımlıyor. Fakat bunu anayasa olarak tanımladığınızda, bu aynı zamanda o çok kültürlülüğün politik doğrucu bir temsiliyetine de dönüşüyor. Devlet sizden sürekli kendi kimliğinizi temsil etmenizi bekliyor. Türkiye’de bilmediğimiz başka türlü bir temsiliyet rejimi var. Fon başvurularında “40 milletten insan bir araya geldik, aramızda engelli bireyler de var, queerler de var, çok çeşitliyiz, aşırı çeşitliyiz” demeyi çok seviyorlar. Biz ama gerçekten çeşitliydik. Biz belli bir düşünme, hissetme biçimi olarak benzeştiği için bir araya gelmiş insanlardık ve bu aslında Kanada’nın bence çok da istediği çeşit bir araya geliş biçimi değil. Benzer rahatsızlıkları duyan insanlar olmamızdı bizi bir araya getiren şey.
Bu arada buradaki kurumlarla da ilişki kurarken hemen hemen aynı süreci yaşıyoruz. Devletin yüzüyle karşılaştığın her yerde aynı şey geçerli galiba. Tam burada, oyunun basın bildirisinde “Neredeyse hiçbir ortak noktaları yokken arkadaşlar birbirlerine nasıl adaletli davranabilir?” sorusu yer alıyordu. Oyunu okurken de düşündüm, insanların hiç ortak noktası olmaması çok mümkün gelmiyor bana. Bu cümleyi niçin kurdunuz, bu cümle neye işaret?
Belli bir zamanı beraber paylaşıyorsak, mesela 2024 yılını beraber yaşıyorsak, tabii ki dünya olarak hepimizin bir ortak noktası var. Belli bir zeitgeist’ın içinde yaşıyoruz, belli bir global kültürel habitatın içinde yaşıyoruz. Haklısın bu söylediğinde ama bundan çok daha fazla deneyim çeşitliliği var. O deneyim çeşitliliğinin içinde, bir insanla ilişki kurarken ne kadar çok deneyim örtüşüyorsa, iletişim o kadar hızlı oluyor. Kolay demeyeceğim ama hızlı oluyor. Deneyim ortaklığı olmadığında ise iki şey olabiliyor. Birincisi ve en sık olan şu; çok fazla önyargı olabiliyor. Bu önyargı iyi ya da kötü olabilir ama sonuç olarak önyargı. Bir gerçekliği olmayan, bir tabanı olmayan ve birtakım yanlış bilgi parçalarının birbirine patchworklenmesinden oluşmuş tek bir yargı cümlesi. Aslında karşılaşmalar dediğim böyle şeyler. İki taraf da birbirinin hangi yolculuktan geçtiğini çok hızlı anlamadığı bir yerden başlıyor muhabbete. O zaman da o önyargıyı tutmak için bir refleks geliştirmeniz lazım. O zaman da o ikinci yol dediğim şey oluyor. Biraz daha yavaş olmak ve karşı tarafın size o sırada ifade ettiği bir sonuca nasıl vardığını anlamaya çalışmak. Fakat bu kolay değil. Duygusal olarak da bilişsel olarak da kolay değil. Özellikle yetişkin hayatta bu karşılaşmaları yaşadığımızda. Çünkü yetişkin hayata gelene kadar bir sürü yargıyı belli bir sebepten biriktiriyorsunuz. Onların hepsini durdurmaya çalışmak ve yeniden düşünmeye çalışmak, insanı çocuk ya da ergen gibi hissettiren bir duyguya dönüşebiliyor ve bu zor bir duygu. Ama bu duygunun içinde yeteri kadar uzun kalacak dirayetiniz varsa, dış koşullar da bir şekilde sizi bunun içinde kalmaya zorluyorsa ya da durum bunu gerekiyorsa, tuhaf ya da öngöremediğiniz arkadaşlıklar oluşmaya başlıyor.
Farias ile Derya’nın arkadaşlığı.
Evet.
Ben onları bir araya getirenin ortak bir ötekilik deneyimi olduğunu düşünmüştüm.
Aslında Farias tam bir ötekilik deneyimi yaşamıyor kendi hayatında. Oyundaki temel olaylardan bir tanesi de o. Ben Kanada’ya gittiğimde queer olmak o kadar ağır bir kimlik değildi artık, öteki kimliği değildi, özellikle beyaz bir queer insansanız.
Peki Farias’ın neoliberal ekonomide çalışan ve sömürülen genç bir insan olma deneyimi bir ötekilik deneyimi değil mi?
Evet, öyle. O daha önemli aslında Farias için ama o da o toplumun içinde okunabilir bir şey değil. Ne anlamda değil; çok kötü şartlar altında, hizmet sektöründe çalışan çok genç bir insan ve herkes bunu çok normal bir şey gibi algılıyor. İyi derecede üniversite diploması olan birisi ve çok saçma bir iş yapıyor, kötü muamele görüyor ve hep beraber bütün kültür diyor ki evet bu normal. Sen bu kötü muameleyi görerek bu boktan işte çalışmaya devam edeceksin ve üç kuruş para kazanacaksın ve bu parayı kazanana kadar o kadar çok yorulacaksın ki geleceğine dair hiçbir hayal kuramayacaksın ve bu yüzden de sonsuza kadar bu boktan işi yapmaya devam edeceksin, bu kadar. Ve herkes o kültürün içinde bunda mutabık. Dolayısıyla o karşılaşmada Farias da bunda mutabık. Dolayısıyla kendini bir ezilme deneyiminin içinden okumuyor. O yabancılaşmayı o arkadaşlıkla beraber hissetmeye başlıyor, Derya’nın “şu an bence buna devam etme istersen” demesiyle beraber kendi durumuna yabancılaşmaya başlıyor. Yani o yüzden bir ötekilik zemini bile hemen ortak kurulan bir zemin değil.
Senin Fatma Onat ve Ayşe Bayramoğlu’yla birlikte yazdığın New Stockholm’da Sonbahar oyunu var. Bu tür birlikte yazma deneyimleri hem seni nasıl besliyor hem de yeni yazım deneyimleri açısından nasıl bir imkân sunuyor?
New Stockholm’de Sonbahar süreci çok farklıydı. Genelde kolektif üretim tiyatroda şöyle olur; bir yazar, bir yönetmen ve oyuncu grubu beraber doğaçlarlar ve yazar sonunda metni derleyip toplayan konumundadır. Metnin farklı taslakları ekiple tekrar tekrar çalışılır, o şekilde son metin oluşur. Üç yazarın ortada bir ekip ve oyuncu yokken hele ki online olarak çok uzun bir süre bir araya gelip bir metin çıkarması, yurtdışında da pek gördüğüm bir örnek değil çünkü kolay bir şey değil. Yazar olarak bir kurgu dünyasına girerken herkesin birtakım fikirleri oluyor ve o fikirlerde ortaklaşmak, az önce anlattığım şeyde olduğu gibi, kendinizi yavaşlatmanız gereken bir sürece dönüşüyor aslında. Duygusal olarak da entelektüel olarak da insanı zorlayan süreçler bunlar ama bence sonuçları her zaman tek kişinin yapabileceğinden daha çok boyutlu oluyor. Düşünsel olarak da duygusal olarak da daha kapsayıcı sonuçlar ortaya çıkıyor yani.
Oyunun ismi Şarap ve Helva, çok hoş bir isim. O kadar tanıdık geldi ki bana. Ben ateistim ama Alevi bir aileden geliyorum. Şarap yapılırdı hep, hala da akrabalarım yapar. Bayram öncesinde de arife günü helva kavrulur ve dağıtılır. İkisi esasında ayrılmaz, sanki buraya ilişkin bir not gibiydi. Şarap belki burayı da aşan bir not. Helva buraya ilişkin bir not. Çok güzel bir isim.
Teşekkür ederim. Bu isim bana şans getirdi. Oyunu insanlar isminden dolaylı sevip merak edip biraz daha yaklaştılar gibi hissediyorum. Özellikle Kanada’daki Müslüman azınlıklardan gelen insanlar, inançlı ya da inançsız. Çünkü o kaşıdı onları, böyle helva ile şarap. Çoğu Müslüman ülkede de zaten yasak alkol. Aslında oyunun ismi Arkadaş Zekai Özger’in Merhaba Canım şiirinden geliyor. Bu şiirinde, şarabı helvayla içmeyi severim / hiç namaz kılmadım şimdiye kadar / annemi ve Allah’ı da çok severim, diyen dizeleri var. Bütün şiiri de çok severim. Oyun da zaten o şiirle başlıyor. O şiirle başlamasının sebebi de bir güzellik olsun, ilginçlik olsun diye değil. Orada tanımlanması çok zor, hiçbir sosyolojik tanımla çok kolay tanımlanamayan bir insan olma halini anlatır Arkadaş Zekai Özger. Hem Allah’tan bahseden hem komünist olan hem şarap içen, şarabı helvayla içen, ondan sonra kedileri ve Allah’ı çok seven, kedilerle Allah’ı neredeyse aynı kategoriye koyan, her şeyiyle queer bir kişidir oradaki ses aslında. Oyunun felsefesine ve mizahına çok yakın bulduğum için onunla başladım. Şarap ve helva aslında oradan geliyordu. Bir de bu iki kişinin arkadaşlıklarına da benzettim. Bir arada olsa tuhaf gelecek bir ikili ilk duyuşta ama ikinci kere düşününce, “a evet çok mantıklı” diyeceğimiz bir kombinasyon. Bir de gerçekten de Türkiye’ye ait bir şey. Bundan önceki Şarap ve Helva röportajını İranlı bir arkadaşım yapmıştı, İranlı bir tiyatro akademisyeni, şu an ABD’de yaşıyor. O mesela, “günün birinde sence şarap ve helvayı beraber yiyebilecek miyiz?”, diye sormuştu. Öyle bitirmişti röportajı. Ben de dedim ki “Marjan, zaten biz yiyoruz”.
WINE AND HALVA (ŞARAP VE HELVA) / DENİZ BAŞAR
Sanat Yönetmeni: Art Babayants
Kostüm tasarımı: Candan Seda Balaban
Toronto Laboratory Theatre [Toronto Laboratuvar Tiyatrosu]
ve PostMarginal Theatre
Fransızca Çevirmen: Vik Hovanisian (Montreal’deki İngilizce sahneleme kullanılacak Fransızca üstyazının çevirisi)
Sahne Amiri: Shawna Blain
Oyuncular: Corbeau Sandoval, Banafsheh Hassani,
Esi Callender
Gösterimler:
Perşembe-Pazar, Mayıs 2-5 & 9-12, saat: 19:30
Pazar, Mayıs 5 & 12, saat: 15:00
Sahne: L’Espace la Risée (Jean Talon metro çıkışına yakın)
1 Deniz Başar’dan not: Bu röportajın akşamında Eylem Ejder ve Erdem Avşar beraber düzenledikleri Performans Ekolojileri: Oyun Yazarlığı ve Eko-dramaturji programının son ayağı olarak çıkacak ortak kitaba Şarap ve Helva’nın bir sahnesinin Türkçe çevirisinin de dahil edilmesi teklifiyle geldi. İçimdeki ikircikli duyguları bir kenara itip bu dostça teklifi severek kabul ettim.