Olmaz şey değil! Önce tiyatro metni yazılır; bir güzel sahnelenir, alkış alkış ve perde perde oynanır.
Sonra eserine gösterilen alakaya bakarak iştahı artış gösteren muharrir efendi (oyunun yazarı) tutar bir de bunun romanını yazar. Tersi beklenirken böylesi de olur.
Yine oldu, Lazarus başlıklı tiyatro eseri, bir küçük novella-romancık halinde yazıldı, Türk Romanına bir eser daha katıldı: Lazarus&Tanrının Oyuncağı
Fırat Devecioğlu’nun kaleminden çıkma “Lazarus” başlıklı tiyatro oyununu geçen yılın Kasım ayı başlarında izlemiş, üzerine de iki kelam laf etmiş bulunuyoruz. Kardeş yayın organı Ek Kültür Dergi’de yayınlanmıştı Lazarus’a dair tiyatro yazısı.
Tiyatro sanatçısı Hasan Demirci’nin 60 dakikalık tek perde gösterisinde oyunu bir replik akışı olmaktan çıkarıp gerçekle bizleri yüzleştirmesindeki başarısı öylesine cesaret vermiş olmalı ki, oyun metninden yola çıkılıp şimdi bir küçük romana dönüşmüş kitap elimizdedir.
Yazar Devecioğlu’nun hatırasında yer etmiş bir olayın hikâyesidir bu. Uzunca sürmüş bir hastalık nedeniyle aile üyelerine refakatçı olup Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji Kliniğinde üç ayını geçirir. O üç ay, bir novella ve bir tiyatro metni olur!
Romanda anlatılan tüm karakterler gerçektir, diyor yazarımız; Lazarus hariç!
Lazarus, Milattan Sonra 33 yılında yazıldığı bilgisine sahip olduğumuz Kutsal Kitap’ta geçer. Yuhanna adlı bir İncil yazarıdır hikâyeyi nakleden.
Lazarus bu anlatıya göre, Hazreti İsa’nın mucizevî elinin değmesiyle öldükten dört gün sonra dirilen kişidir. Bugünkü Filistin topraklarında bulunan Beytanya köyünde yaşayan Lazarus’un bu sonradan dirilmesi pek de bilinmez şey değildir; tıp biliminin tanımları arasında yer alıyor. Çok nadir de görülse ölümden kısa süre sonra tekrar solunuma geçmenin mümkün olduğuna ait bir bulgudur.
Romanın -elbette tiyatrodaki karakterin- ürkütücü kahramanı bir anti-kahraman aslında. Annesini hastanede terk edip aylar sonra onun ölümüyle oraya giden, fakat o sırada çalıştığı üniversitenin fotokopicisinden kovulduğu için adeta yatacak yeri bile kalmamış bir adamdır; muhtemelen orta yaşlarına yaklaşmış ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkan bir “lüzumsuz adam” daha…
Hastanede annesinin aylarca yattığı yatağa başını gömerek sarsıla sarsıla ağlar; pişmandır, “Kapkara bir vicdanla baş başa kaldım!” diye dalgın ve varlığını sorgulayan bir hayalete dönüşmüştür.
Bir hayalet gibi yaşamaya başlayacaktır bundan sonrasında ve bir tesadüfle karşılaşır, böylece hayatını artık o hastanede geçirecektir.
“Omuzuna dokunan bir hastabakıcı idi. ‘Babayı altıncı kata yerleştirdik. Nöroloji Bölümü.’”
Babam sanıyorlar dediği ailesi tarafından tıpkı kendisinin annesini terk ettiği gibi ölümüne bırakılmış bir hastadır; bilinci yerinde olmayan bir hasta… Ona bir refakatçı kartı verirler, ona yakıştırılmış yeni babasının yanına götürürler.
Böylece Kafkaesk bir hikâye başlar…
Günde 3 öğün refakatçı yemeği, mecburiyetten başlamış olduğu bu yeni hayatında hasta odasına taşınır, ihtiyaçları iyi kötü temin edilir; artık bu karanlık insanın yeni evi burası olur. Kimse ona sen kimsin diye sormaz, sorgulamaz, sanki kadrolu hasta refakatçısı gibi yaşamaya başlar. Saklanmanın en iyi biçimi olan, herkesin gözü önünde olmaklığı gayet ustaca becerir.
O yaşlı ölünce, ki ölümüne o sebep olacaktır, bundan sonrasında hasta mı yok bakacağı, sırada bir başkası, bir başkası, belki sonra yine bir başkası…
Refakatçılık yaparak başladığı bu yeni hayatında hastanenin “İntihar Meleğine” dönüşmüş bir Azrail’i olacaktır âdeta…
Bundan sonrası 63 sayfalık, çarpıcı ve bir solukta okunan kısa romandadır.
“Ben neredeyim?” sorusu insan için suallerin en korkutucusudur.
Nerede olduğunu bilememek bilincin yitiminden başkası sayılmaz.
Lazarus mini-romanındaki öykü okura bu soruyu sordurmaktadır.
Lazarus; nerede olunduğu bilinemez hikâyelerle dolu Alacakaranlık Kuşağı’nın (The Twilight Zone) en tuhaf ve karanlık yerinde okuru dolaştırıyor. Ölüm kokulu hastane odaları…
Hatırlarsınız; 1959’dan beri Amerikan TV’lerinde yayında olan bilimkurgu-fantastik gerilim dizisi, ünlü The Twilight Zone sırt ürpertip izleyenin tüylerini diken diken bırakan mistik ve metafizik sezgilere dayalı tekinsiz hikâyeleri anlatır.
Lazarus oyunu ve mini-romanı, acaba bütün bunlar olabilir mi, böylesi alacakaranlıkta yaşanabilir mi korkusunu getirip aklınıza sokmakta, ortalığa bir şüphe salmaktadır.
Romalı hatip ve devlet adamı Seneca’nın dediği gibi, nasıl ki “Savaş korkusu savaşın kendisinden daha kötüyse”, meçhul bir yerdeki Nöroloji Kliniğinde bir hayalet gibi dolaşan ve adını sanını bilmediğimiz hasta refakatçısı aramızdaki asıl bekleyebileceğimiz büyük korkudur.
Nâzım’ın dediği gibi “İnsanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum!”
İnsanın pespaye olması en büyük rezilliğidir.