” Acele edelim,” dedi komiser.
O zaman iki adamdan biri elini uzattı, kefenin dikişlerini sökmeye başladı, sonra ucundan tutup kaldırarak birdenbire Marguerite’nin yüzünü açtı.
Görülmesi müthiş, anlatılması korkunç bir şeydi bu.
Gözleri iki delikten başka bir şey değildi artık, dudakları yok olmuş, ak dişleri birbirine kenetlenmişti. Uzun, kara ve kuru saçları şakaklarına yapışmıştı, yanakların yeşil çukurlarını biraz gizliyordu, gene de o öylesine sık gördüğüm ak, pembe ve şen yüzü görür gibiydim bu yüzde.
Armand, gözlerini bu yüzden ayıramadan, mendilini ağzına götürmüş, dişlerinin arasında sıkıyordu. (…)
Komiserin, Mösyö Duval’e “Tanıyor musunuz?” dediğini işittim.
Genç adam boğuk boğuk:
” Evet,” diye yanıtladı.
“Peki, kapayın ve götürün,” dedi komiser. (1)
Size, yüz yetmiş altı yıldır dillerde dolaşan o güzel kadından bahsetmek istiyorum.
Onunla, lise yıllarında ilk tanışmamı, sonrasında Cimetière Montmartre’da aniden karşıma çıkışını, neden kendisinden bunca etkilendiğimi, gerçek adını, kimliğini, her şeyi, hepsini, gizlemeden anlatmaya çalışacağım.
Nereden, nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Ama, dedim ya, anlatacağım. Her şeyi, olduğu gibi…
Gölgelerin sessizliğinde, laciverte çalan ıssızlıklarda hep o vardı.
Ayrı zamanlarda ( hatta dünyalarda) yaşasak, birbirimize bir çift söz söylememiş olsak da, hep baş başa, bir aradaydık.
Hep orada bir yerlerdeydi, biliyordum. Varietes Tiyatrosu’nun girişinde, Susse’nin kapısında, Cafe Anglais’nin loş kuytuluklarında, hırçın bir kahkahada, bazen Concorde Meydanı’na dönen yolun tam başında. Hayır, sadece Antin Sokağı dokuz numarada…
Şimdi hatırladığım kadarıyla, annemin kitapları arasından seçtiğim “Mayerling Faciası”, ”Demirhane Müdürü”nün hemen ardından “Kamelyalı Kadın”ı okumaya başladığımda, lise birinci sınıfın yaz tatilinde olmalıydım. Kulak belleğimde Çolpan İlhan’ın bir vakitler “Kamelyalı Kadın ” filmiyle ünlendiği kalmıştı.
Hayat yolculuğumda Marguerite Gautier’in bana eşlik edeceğinden henüz habersizdim. Şimdisiz aşklardan da…
Sahi, neden ayın yirmi beş günü beyaz ve sadece beyaz kamelya iliştirirdi göğsüne?
O’nu Opera- Comique’in localarından birinde otururken görmüş olabilir miydim? Küçük dürbünü, avucunda üzüm şekerleri ve kucağında kamelya demetiyle…
‘Manon Lescaut’yu okuyan, lüks ve savurgan yaşantısı, skandallarıyla anılan Marguerite Gautier’yi hiç unutmamıştım ki.
Kimileri için sadece bir demimonde/kibar fahişeydi o. Kimileri içinse sıradan bir metres. Öteki kadın. Kapatma. Kafa kopartan namlı bir orospu. Yatak odasında ‘ilahe’, toplumda ‘pespaye’ olarak tanımlanan, ahlaksız kadın.
Eski, geçmiş, çoktan yok olmuş zamanlardan çıkıp gelmişti, biliyordum. Melodram tüm uçsuz bucaksızlığıyla devam edebilirdi artık. Hayal ve gerçek, düş ve hayat yine birbirine karışmıştı benim için.
Bir bulutun içinde ilerliyor gibiydim. Fonda ağarmakta olan gökyüzü ve misli, menendi olmayan hunhar acılar vardı. Karanlık sulara doğru yürüdüğümüzün farkındaydık ikimiz de.
Gülümsedi:
“Eski yaşamım böyle bir gelecek hayali kurma hakkını alıyordu elimden..” ( 2 ) diye mırıldandı. Sustum.
Ölümünün üzerinden geçen yüz yetmiş yedi seneye rağmen hâlâ iflah olmaz duyarlıklarımızda yaşıyordu Marguerite Gautier. Ya da Alphonsine Plessis. Tamam, Marie Duplessis. Evet, hatta Violetta Valery…
Derler ki; 15 Ocak 1824’de dünyaya gelmiş ve 3 Şubat 1847’de ölmüştü, Alphonsine Plessis nam-ı diğer Kamelyalı Kadın. Ve Alexandre Dumas Fils’de 1848 yılında “La Dame Aux Camelias” kaleme almış.
Montmartre Mezarlığı’nın 15. parselinde yer alan mezarını ziyaret ettiğimde, tuhaf duygular içindeydim. Nasıl anlatsam, belli belirsiz bir iç acısı, derin bir hüzünle çoktan tırmanışa geçmiş melankoli…
Ne yazık ki, sabahın o vaktinde elimde bir demet kamelya yoktu. İlk gözüne çarpan, mermere kazılı o iki sözcük oldu aslında:
“Icı Repose ” (Burada dinleniyor)
Lahdin çevresinde kurumuş çiçekler vardı. Belli ki ziyaret edeni çoktu. Hangimiz, hayatımızın bir döneminde aşk ya da aşk gibi duyguların tutsağı olmamıştık ki? Hele pembe kamelyaların?
Paris’te kaldığım süre içinde her sabah Alphonsine Plessis, Alexandre Dumas Fils ve Dalida’nın mezarlarına uğradım.
Ve şimdi, gecenin bir vaktinde bu satırları yazarken, La Traviata’nın müziğine bırakıyorum kendimi bir kez daha. Şimdisiz aşkların matemini tutmadığımı, fısıldıyorum karanlığa. Sahi başardım mı, bunu en sonunda?
İtiraf etmeliyim ki, yıllar içinde pek çok aşk vurgunundan sonra, onca duygusal hasara rağmen, yine de bir yerlere tutunabildim aslında. Ve her defasında yanımda Marguerite Gautier vardı, biliyor musunuz? Yaşadıklarıma dayanma gücü verdi. En güzel yenilişlerimi hatırlattı usulca. Geçmişin tülbentinden süzülen seslere, yürek çarpıntılarıma kulak verdik beraber. Hayatımdan çıkan insanlardan geriye kalan gözyaşı kokan buğuları sildik. Gün oldu ıhlamur esintili sabahlara da uyandık, yepyeni kâbuslara da…
“Ne olursa olsun, Armand, çok seviyordum sizi, bu aşkın anısı, bir de sizi yeniden yanı başımda bulmanın belirsiz umudunu andıran bir duygu bana destek olmasaydı, şimdiye kadar çoktan ölürdüm.” ( 3 )
Romantizmi ve aşkı özleyince, kamelyalara ve Marguerite Gautier’e sığınıyorum. Hem zaten, “Bu romanın tartışılmaz üstünlüğü gerçekliğidir,” dememiş mi, Alexandre Dumas Fils!
Rotam, her zaman olduğu gibi, tutkunu olduğum melodramların sınır tanımaz hüzünlerine çevrili. Şimdisiz aşkları çok yaşadım ben. Herkes gibi. Herkes kadar; herkesten çok.
Alıntılar: (1,2,3).” Kamelyalı Kadın ”
Alexandre Dumas, Fils
Çeviren: Tahsin Yücel.
İş Kültür Yay., 2006