12 Eylül 1980… Sabah saat 04.00’dan itibaren tüm radyo ve televizyonlarda darbe bildirisi okundu.
“Girişilen harekatın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesi ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”
İncecik, sarı, cılız bir oda ışığında, eski bir divanın üstünde, kanaviçe bir perdenin ardından kırık bir kolla, endişeyle sokağa bakan bir çift göz ile başlıyor Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor Artık.
İdealist, politik ve savundukları uğruna çarpışacak kadar cesur bir dayı (Kutay Kırşehirlioğlu) ile fedakâr, hemşire bir annenin, (Radife Baltaoğlu) dönemin koşulları sebebiyle kaybolan genç bir evlada duydukları korku ve endişesini, ailedeki iç hesaplaşma üzerinden aktarıyor bizlere.
650 bin kişinin gözaltına alındığı, 230 bin kişinin yargılandığı, 7 binden fazla kişi için idam cezası istendiği, 517 kişinin ölüm cezasına çarptırıldığı ve 50 kişinin de darağacına gönderildiği bir süreçte; babasız büyüyen, büyürken dayısının kendisine babalık yapmaya çalıştığı genç adam (Kamer Karabektaş) aslında sadece sokaklarda değil, kendi hayat hikayesi içinde de kayıptır. Çok delikli bir ailenin içinde büyürken verdiği savaşlar, olmak isteyip, olamadığı her şey, bir şeyler yapabilmeyi istemekle, yapamamanın arasında sıkışmışlığı, öfkesi, mutsuzluğu ve son olarak hayatına aynı yıllarda tam da bir “darbe” ile saplanan o haber: “Sevdiği kızın, kendinden bir parçasını taşıyor oluşu…”
Tüm bu sorgulamalar sırasında gerçek bir sorgu sahnesi izlettiriyor seyirciye yazar ve yönetmen. Sokaklara düşmüş evladını arayan anneyi, polisler gözaltına alıyor ve ülkede yaşanan kaos ile ilgili oğlunun ve kendisinin bağlantısını sorguluyor… Bu sahnede gerek sahne tasarımcısı Barış Dinçel, gerekse ışık tasarımcısı Mustafa Türkoğlu ve Görüntü Yönetmeni Aydın Sarıoğlu tüm alışılagelmişlerin önüne geçerek muhteşem bir kurgu yaratmışlar. Oyunun oynandığı çember platformu, tekerlekler yardımıyla hareket eden bir düzenek ile tasarlayıp, düzeneğin boşluk kısmını su ile doldurmuşlar… Böylelikle gobo yardımıyla suyun üstüne düşün gölgelerle, 360 derece bir kurgu yaratılmış. Aynı şekilde sorguda oturan karakterin oyunculuğunu da sırtından seyrediyor oluşumuz, sahneye bir bütünlük vermiş. Bu konuda da Yönetmen Emre Koyuncuoğlu’nu ve oyuncu Radife Baltaoğlu’nu tebrik etmek isterim.
Binlerce kayıp ihbarının ve faili meçhul cinayetin ardı ardına işlendiği, ülkenin tarihine kara bir leke olarak geçen darbe günlerinde oğlundan bir haber alabilmek için uğraşan hemşire annenin öldü(rüldü)ğünü; bir araçtan yola atıldığını gören tanıklar olduğu haberiyle öğreniyoruz…
Bu haberi 2015 yılında, yılların kendisine, ruhuna ve bedenine hiç de cömert davranmadığı; yıllar önce sevdiği kadını hamile halde bırakıp giden, hayat debdebesinde sevdiği kadını ve öz kızını bulmaya fırsat yaratamayan, korkak ama pişman bir adamın, 35 yaşında olan kızının karşısına geldiğinde, dilinden dökülenlerden öğreniyoruz üstelik. Hayattan alacaklı olduğunu her fırsatta anlatmaya çalışan ruhu ve bedeni yaşlanmış bu adam (Caner Bilginer), hayatı boyunca tek bir an bile babası yanında olmadığı için isyan eden genç bir kadın (Ebru Üstüntaş), yani kendi öz kızıyla yüzleşiyordur bu sefer.
Tüm reddedişlerin ıstırabı için de hala merhametli ve sağduyulu kalmaya gayret eden, öz babasının aksine karanlık sokaklardaki vahşete ses çıkararak müdahale edebilen, cesur ve evlenme arifesinde olan genç kadının hayatı da -tıpkı babasının yıllar önce yaşadığı gibi- büyük bir haber ile sarsılacaktır.
“Bedensel ve psikolojik olarak güçsüz bir kız kardeşin var! O’na yardım et! N’olur!”
Baba bu sözler ile veda eder hayata… Üstelik, trafik kazası mı, intihar mı olduğu belli olmayan şüpheli bir ölüm ile kapar gözlerini… Tıpkı hemşire babaannesi gibi belirsizliklerle dolu bir son yaşamış babasına, soğuk bir hastanede veda eden kız kardeşi tanımaya başlarız bu sefer.
Obsesif, yüksek düzeyde temizlik takıntılı, doğuştan Skolyoz hastalığı sebebiyle omurga eğriliği olan, bir bacağı diğerine göre kısa, 20’li yaşlarda genç bir kız. (Hazal Uprak) Bedeninin kısıtladığı hayatı, yine de mutlulukla kabul edebilen, ama ruhunu yaralamalarından korktuğu için takıntı derecesinde tarot, astroloji gibi spiritüel konulara kendini adamış gencecik bir kız.
Annesiz ve bir başka anneden olan ablasının varlığından habersiz olan bu kız, cenaze başında beklerken karşılaşır ilk kez, gerçekte var olan ablasıyla… Ölümün soğuk yüzünün aksine sımsıcak ve ilgili bir adım atar abla kız kardeşine daha sonra; belki de büyürken hiç görmediği ama hep olsaydı diye hayal ettiği babasının son isteği bu olduğu için…
Bir yanda mantığını ve cesaretini zırh gibi kuşanmış, sorgulayan, araştıran güçlü bir abla, diğer yanda beden yetersizliğini ruhuna hapsetmemiş, sevmeye ve sevilmeye hazır, yumuşacık bir kız kardeş. Geçmiş aile yaşanmışlıklarını döküp, bildiklerini ve yaşadıklarını harmanlayıp cam boncuklar gibi bir ipe dizmeye başlarlar birlikte; tıpkı kız kardeşin boynuna taktığı kolyeler gibi… Dizdikçe farkındalıklar çıkar, kimselerin “öyle şeyleri” konuşmadığı yıllarda yaşananların nasıl kendilerini ve ailelerini darmadağın ettiği de…
Suçlu gerçekten aile bireyleri midir? Yaşanılanlar mı? Zorunda kalmalar mıdır yoksa koskoca bir aileyi dağıtan?..
Tüm bu denklemlerin içinde kaybolan ablayı uyandırmaya çalışan, hayatı, sorgulamadan, yaşanması gereken bir dolu kader zinciri olarak algılayan genç bir adam çıkar bu sefer karşımıza; Ablanın nişanlısı! (Can Alibeyoğlu) O yıllarda yaşamış asker emeklisi bir babanın oğlu olan bu genç adama göre, nişanlısının tüm bu sorgulamaları gereksiz ve tabir-i caizse halıyı kaldırmaktan başka bir şey değildir.
Oysa hayat, her yeni gün ile başlayan ve akıp gitmeye devam eden bir yoldur. Bu yolda güven duyacağın bir adamla yapacağın mutlu bir evlilik, tüm sorgulamalara bir son verebilir; tek düze bir şekilde ilerlese dahi…
Tam da bu noktada; bu boş vermiş ve körü körüne inanan algıya inatla, tüm geçmişi ile yüzleşen abla bir karar verir ve ailesinin geçmişine sahip çıkıp; onların hikayesini insanlara anlatabilmek için hayatını değiştirmeyi göze alır. Bu uğurda mezar açan, hapse giren ve tüm zorluklara direnen abla, en büyük gücünü de hayatına bir armağan gibi giren ve onu asla yalnız bırakmayan kız kardeşinden almaktadır.
Son sahnede yer alan, iki kardeşin vurucu repliği “Biz mutlu olacağız, biz bunu başaracağız!” zincir etkisi ile devam eden ailevi bir döngüyü kırmak, yepyeni bir gelecek inşa edebilmek için ödenmiş bedelleri, verilmesi gereken mücadeleyi ve artık “öyle şeyler” olmasın diye tüm konuşulmamışlıklara rağmen cesurca yapılan seçimleri anlatıyor.
1983 Sivas doğumlu, kariyerine sınıf öğretmeni olarak başlayan, ancak aldığı tiyatro yazarlığı eğitimi ile kısa sürede ödüllü bir yazar olan Şirin Gürbüz’ün kaleminden çıkan bu hikâye, yazarın henüz doğmadığı yıllarda gerçekleşen toplumsal kaosun, bireyler üstünde acı, öfke ve endişe gibi duyguları nasıl şekillendirdiğini tüm çıplaklığı ile anlatıyor. Bu çıplaklığı çarpıcı bir şekilde resmeden, uluslararası çapta ödüllere sahip yönetmen Emre Koyuncuoğlu ise; 80 dakika boyunca suya düşen gölgeler ve onların kendi bedenleri ile hesaplaşmasını, ıslak ve kaygan bir sahne zemini üzerinden, tıpkı birbiri ardına yuvarlanıp giden yıllar gibi, tekerlekler üstünde kayan platformda şekillenen hafızamıza düşürüyor.
1980’den 2010’lı yılların başına dek uzanan oyunda karakter analizleri çok iyi yapılmış. Yıllar arası fark çok olsa da zaman-mekân ilişkisi oldukça pratik bir yöntemle çözümlenmişti. Dayı ve Baba karakterlerini oynayan oyuncuların diksiyon, artikülasyon ve tonlamaları hayran olunası. Genel anlamda “cast” oldukça başarılı. Her biri birbirinden yetenekli ve önemli isimlerden oluşan kadro, büyük bir paslaşma ve uyum içinde oynuyor. Daha önce de belirttiğim gibi ışık ve dekor tasarımı da tek kelimeyle harika. Fakat kostüm, müzik ve afiş tasarımı daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Sanki oyunun hakkı, bu alanlarda pek teslim edilmemiş.
20 Ekim 2021’den bu yana sahnelenen ve izleyicilerden yoğun ilgi gören, “Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor Artık” isimli tiyatro oyununu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda, Müze Gazhane Meydan Sahne’de izleyebilirsiniz. 1980’lere yolculuk yapmak, yönetmenin yorumuyla; “Darbenin gölgesini bugüne düşürüp, birbirini yeni fark eden kardeşler üzerinden geleceğe umut dolu, barışçıl bir öneri veren” bu hikâye tarihe bir izdüşümü olarak dikkate değerdir…