Birincisi, boşuna şeylerin adını kimim koyduğu, ‘nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir’ denmemiştir… Ve ikincisi, bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğu değil, karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür…
Yüzyıl önce Türkiye kapitalist-kolonyalist-emperyalist Batı’nın bir yarı-sömürgesiydi… Yüzyıl sonra bugün de ‘yeni sömürgesi’… Şimdilerde Türkiye satılığa çıkarılmış bir ülke manzarası arz ediyor… Bu durum, sabahtan akşama ‘milliyetçilik edebiyatı’ yapmalarına engel değil… Ülkenin varı yoğu yerli ve yabancı sermaye tarafından yağmalanır, talan edilirken sabahtan akşama milli marş söyleseniz neye yarar… Hatırlanması gereken bir şey daha var: Sermayenin yerlisiyle yabancısı arasında kayda değer bir fark yoktur… Boşuna, sermayenin vatanı yoktur denmemiştir… Üstelik şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında dünyanın tamamı sermayenin korunmuş av alanı, gül bahçesi haline gelmişken…
1. Abdülhamit tahta çıktığında, Osmanlı Devletinin tüm gelirlerinin %80’i bile dış borç ödemelerine yetmiyordu… 1881’de borç veren devletler (İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya), Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) dayattılar… Aslında Düyun-u Umumiye bir tür paralel maliye bakanlığı veya devlet içinde devletti… O tarihten sonra tuz ve tütün tekeli, damga pulu vergisi, alkollü içkiler vergisi, Edirne-Samsun-Bursa ipek öşürü, İstanbul ve birçok bölgenin balık vergisi, tömbeki vergisi, bazı vilayetlerin koyun vergisi, gümrük gelirleri ve kazanç vergisine göre ortaya çıkacak fazlalık Düyun-u Umumiye tarafından tahsil edilip emperyalist merkezlere transfer ediliyordu… İşte bu borç belası imparatorluğun çöküşünün başlıca nedenlerinden biriydi… Ve Cumhuriyet rejimi , çöken imparatorluğun borçlarını 1954 yılına kadar ödedi… Hani Cumhuriyet anti-emperyalist bir mücadelenin sonucu kurulmuştu… Yedi düvel dize getirilmişti… Türkiye İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında yeniden borçlanmaya başladı… Dışarıya, emperyalist tefecilere oluk-olun kaynak transferi hiç kesilmedi… Sadece bu yıl içinde ödenmesi gereken dış borç 236 milyar, 380 milyon dolar…Velhasıl Şark Cephesinde yeni bir şey yok! denecektir… Borçlandırma bir neo-kolonyalizm pratiğidir…
O halde sadede gelebiliriz… Çöküşün veya aynı anlama gelmek üzere iflas tablosunun geresinde ne var? Buraya neden ve nasıl gelindi? Fakat çöküşle ilgili bir hatırlatma yapmak gerekiyor… Çöküş anlık bir şey değildir. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder… Bir sosyal sistemin, bir uygarlığın çöküşü bir canlının ölümüne benzemez… Eğer bir sosyal formasyon, verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (gıda-yeme içme, barınma, ısınma, ulaşım, sağlık, eğitim hizmeti, güvenlik… ) asgari düzeyde bile karşılayamaz hale gelmişse, orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir… Aynı bu gün Türkiye’nin içinde bulunduğu durum gibi… Gerçek durum böyle ama bu ülkeyi yönetenler, -yönetiyormuş gibi yapanlar demek daha doğru- başka şarkılar söylemeye devam ediyorlar… Rahatsız edici ve tuhaf olan, şarkının dinleyicilerinin hala hayli çok olması…
Ülke neden bu hale geldi, iflas tablosunun gerisinde ne var? Aslında iki temel nedenden söz edilebilir: Birincisi, 1980’de alınan virajla, ülkenin neoliberalizme teslim olması; ikincisi de 2002’de Politik İslamcı AKP’ni iktidara taşınması… Faşist 12 Eylül (1980) darbesi koşullarında dayatılan 24 Ocak Kararları, tam bir yeniden kompradorlaşma programıydı… Dışa açılma, ihracat öncülüğünde büyüme tercihi, ekonominin yönünü emperyalist Batı’ya çevirmek demeye geliyordu ki, o tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti… Ekonominin farklı sektörler arasındaki eklemlenme (karşılıklılık) zaafa uğradı… Sanayinin, tarımın ve hayvancılığın yerlerde sürünüyor olmasının asıl nedeni, 1980’de yapılan emperyalizmle uyumlanma tercihiydi… O tarihten sonra neoliberal reçetenin bir gereği olarak, kamu kaynakları, ekonomik kamu işletmeleri (KİT’ler), kamu hizmetleri özelleştirildi, sermayeye peşkeş çekildi… Şu an itibariyle, özelleştirilmemiş, paralılaştırılmamış, şeyleşmemiş, soysuzlaşmamış hiçbir şey yok! Tabii müşterekler de bütünüyle tasfiye edildi… Oysa, müştereklerden (ortak yaşam kaynakları, yaşam alanları) yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir, zira, müşterekler insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır…
2002’de dinci, Politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla, yıkım süreci daha da derinleşti. AKP lideri R. Tayyip Erdoğanın ülkeyi bir şirket gibi yönetmeye kalkmasıyla işler zıvanadan çıktı… Artık tüm devlet kurumları ‘şirket kafasıyla’ yönetiliyor ve sonuç ortada… Oysa, devlet mantığı şirket mantığıyla uyuşmaz… Yapılanlar yerli ve milli retoriğiyle servis ediliyor ama söylenenin reel bir karşılığı yok! Esasen Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur… Dünyayı anlamaktan acizdirler… Fakat sömürü, yağma, yalan ve talan söz konusu olduğunda onlarla kimse yarışamaz…
İflas derinleşmeye devam ederken, ‘yerli ve milli’ iktidar yüksek büyüme oranlarıyla öğünüyor… Neymiş efendim, Avrupa %1 oranında bile büyümezken, Türkiye geçen yılın ilk 3 çeyreğinde %4,6 büyümüş… Oysa neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü, büyümenin kimin için ne anlama geldiği de önemlidir… Kapitalizm dahilinde büyüme sermayenin büyümesidir… Kapitalizm dahilinde yüksek oranlı büyümeye artan yoksulluk, sefalet ve doğa yağması eşlik edebilir ve ediyor… Hayli zamandır durum öyle… Aslında büyüme burjuva toplumunun afyonudur… Yoksulları aldatma, oyalama aracıdır… Eğer tevatür edildiği gibi, gerçekten büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, yüzyıllık büyümeden sonra Türkiye bugün bu halde olur muydu? Esasen kapitalizm halinde para her el değiştirdiğinde GSYH büyümüş sayılır… Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…
İflas derinleşir, açlık, yoksulluk, sefalet, doğa yağma ve talanı insan havsalasını zorlayacak boyutlardayken, neden etkili bir muhalefet ortaya çıkıp, aracın rotasını insandan ve doğadan tarafa çeviremiyor… Eğer çöküş söz konusuysa, o çöküşe muhalefet de dahildir de ondan… Daha önce de defaten yazdığın gibi, zemin çökerse üzerindeki her şeyle birlikte çöker… Dolayısıyla, müesses nizamın muhalefetinin şeylerin seyrini değiştirme potansiyeli yok… Toplum sorunlarına yabancılaşmış durumda… Siyaset gerçek sorunlara teğet geçiyor… Ancak yeni paradigmayı hayata geçirebilecek potansiyele sahip örgüt veya örgütler bu yıkım sürecine etkili müdahale edebilir…
Toplum kritik bir kavşağa gelip-dayanmışken, eski kafayla, eski yöntem ve araçlarla şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… Dolayısıyla, iki şey yapmak gerekiyor: Birincisi, vakitlice yeni paradigmayı formüle etmek; İkincisi de paradigmayı ete kemiğe büründürecek örgütlülüğü yaratmak ki, bunlar insan iradesini aşan şeyler değil… Faust, “Bana hedefi göster ama beni oraya ulaştıracak yolu da göster” derken tam da söylemek istediğimi ifade ediyordu…
Ya vakitlice paradigma ve perspektif değiştirilecek, ya da işler sarpa sarmaya devam edecek… Velhasıl, entelektüel ataletten kurtulmadan, şeyleri adıyla çağırmaya cüret etmeden taşı yerinden oynatmak mümkün değil…
Ne demeli… T.C A.Ş’den sevgilerle…