Vakti zamanı gelince çiftlik hevesi kurmayanı görülmemiştir.
Yaşamında bir kez olsun, orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür, diye mırıldanmayana hiç rast gelinmez.
Bu, ayrımında olunamayıp uzaktan özentisi duyulan zahmetli ziraat işinin, danayla malak besleyip keçi kovalamanın, inek peşinde tezek ezmenin, yağmurda kalmış ıslak koyun kokusunun, solucan ve karafatma gagalayan tavuklara kraliçe muamelesi göstermenin, avluya bağladığı ayı yavrusu gibi çoban köpeğinden belli etmese bile azıcık ürküp başını okşamanın, hasılı kalkıp köye yerleşmek düşüncesinin heveskârları en çok aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar lafı neticelendirirsek, şu ki, boş gezmeye meraklısı arasından türer.
Bir bakıma, kentli entelektüel olmanın vazgeçilmez kuralıdır, ah bir çiftim çiftliğim olsun diye ter ter tepinmek…
Zannedilir ki, çiftliğin tahta perdeli çit kapısından bir içeri adım atılmaya görsün, kentte bunalmış o insanlar hemen üzerlerindeki kasvet ve dert paltosunu sıyırıp fırlatacaklar, mutlu bir hayatın şarkısını yüksek notalardan söyleyeceklerdir.
Neşeli bir ördek yavrusunun gagasını çamura batırıp, çıkarıp kendine eğlence icat etmesine özenen bu heveskârlar, kalkıştıkları macerada bir zifosa bulaşırlar ki, sonradan, “Şimdi İstanbul’da olmak vardı”, diyeni, hatta tam adres göstererek, “Bu saatte gideceksin Nev-i zâde’ye, parlatacaksın iki kadeh”, şikâyetinde bulunanı dahi sonradan ve sık sık görülür.
Yazı rekoltesini artırmak yerine buğday rekoltesine merak salan bu insanlar aslına bakarsanız, sirkeleşmiş bir ömür sürüp yaşlanmak tortusuna saplanmaktan kaçmaya heveslidir.
Birçoğu da en güzel, çok ünlü, pek nadide son eserini vermek üzere köye çekilmeyi, orada kendiyle baş başa kaldıktan sonra bu beklenen eseri, kümesinde folluğa yatırılmış tavuk gibi yumurtlamayı ümit etmektedir. “Ah bir yalnız kalsam”, diye şikâyete kalkışan bu sanatçıların tamamı, “kafayı dinleyecek sessizlik olsa, bak o zaman, yapıt nasıl olurmuş” iddiasındadır. Oysa, filozof istidadı olmayanın sessizlikte kafası çalışmaz, belleği durur, bönleşir, böylesine miskinlik basar, hatta oturduğu yerde uykusu gelir. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, hemen unutur, bilmez ki sanatçıya ille de bir ses gerekir.
Bunun ayrımında olup sesin önemini bize anımsatan Sait Faik’tir.
Hikâye yazarımız Sait Faik, Hışt Hışt! adlı kısa öyküsünde gaipten ses duyar, önce korkar, ne ki yalnızlık ormanında mutlaka bir ses olması gerektiğini bildiğinden, ona hışt hışt diyen sese muhabbet besler. Siz de kısa hikâyesini okurken, hışt hışt sesini yanı başınızda duyarsınız.
Çiftlikte Allahtan bolca hışt hışt duyulur; gıd gıd gıdak, hav hav, miyav miyav, ü-ürü üü, mooo ve mee’ler orada bolcadır. Ağustos böceği cırlaması ise cabasıdır… Kış bastırınca şehre kaçmamışlarsa, çakal ve kurt uluması ise sıkı sıkıya kapatılmış pencerelerin ardında La Fontaine’nin Kurtla Kuzu masalını anımsatır.
Çiftlik kurmak, köye kaçmak sevdası eski zamanlardan kalma bir hevestir. Antik Yunan döneminde, daha sonra ise Roma’ya çıkan bütün yollarda bir sürü çiftlik, bağ bahçe, tarla tapan görülür ki, bunların en güzelleri eski zaman filozoflarıyla, yazar ve sanatçılarındır.
Romalı devlet adamı, asker, tarihçi, doğa yazarı, denemeci Marcus Cato bunların başında kazma kürek sallar, çapa çapalar. “De Agri Cultura” başlıklı tarım üzerine ünlü yapıtını çiftliğini yönetirken yazmıştır. Tüm Romalı aydınları günün birinde çifte çubuğa sarılmaya özendirir, Roma’nın geleceğini tarımda görür. Cato’nun torunu olan öteki Cato ise dedesinin tavsiyelerine kulak asmaz, tarıma yüz vermez, gider siyasette oyalanır, başına olmadık işler açar. Oysa, öngörü çağlar boyu değişmemiş, hep aynı kalmıştır: Tarım tarımdır, yolu mideden geçer! Nitekim günümüzün bir başka Cato’su sayılabilecek olan pek çok kere milyarder Amerikalı Bay George Soros da aklı başında olanlara tarım arazisi satın alın, gelecek topraktadır, diye öğüt verir.
Eski zaman takvimlerinin hasat tarihlerine biraz daha göz atarsak, Cato gibi başka isimler de görürüz. Sparta’nın filozof kralı Lycurgus arazide marul toplayıp turp keselemeyi herkese önermekle kalmaz, kolektif yaşam biçimi olarak halkı tarıma zorlar. Ünlü yazar Plutarch’ın biyografik çalışması bunları bir bir anlatır: İsa’dan Evvel 800 yıllarında Lycurgus’un önerisiyle birçok aydın köye çekilip, zeytin yetiştirmeye, şarap üretmeye girişmiştir. Hasat iyiyse her şey yolundadır; kışlık salçalar yapılır, hardaliyeli şaraplar hazırlanır; oh ne âla… Lycurgus da tavsiyesinde samimidir; gözlerden ırak kalınca, kölelerin elinden kazma küreği kaptığı gibi kendi çiftliğinde kendine ırgat olmayı pek sever…
Ancak araziyi terk etmemek lâzımdır; hanım evladı, muhallebici çocuğu, maymun iştahlı olanların köye gitmesi zinhar fenalık getirir. Cicero, İsa’dan Evvel 44 yılında yazdığı Yaşlılık ve Dostluk üzerine adlı eserinde böylesini, iki günde havlu atıp vaz geçecek olanı uyarıyor: ¨Malının başında bulunan meraklı bir çiftlik sahibinin şarap, zeytinyağı kilerleri her zaman dolu olur, erzakı bulunur, evi hep bolluk içindedir; domuz, oğlak, kuzu, tavuk, süt, peynir, baldan yana zengin olur .¨ Tabiatın bunca nimetini kilerine, deposuna tel dolabına, komşuda pişer bize de düşer diye el avuç açıp bekleyene sunmak isteyen olursa, bu sözlere kulak vermelidir.
Atina’nın 10 meşhur kumandanından biri sayılan General Aristides devlet hizmetinde Ecevit Hayatı yaşamış, beş parasız, rüşvet ve yolsuzluk, yeğencilik, kayırmacılık bilmemiş, onurlu bir ömür tüketmiştir. Hizmetleri hiç unutulmaz… Aristides çiftlik kurmak istememiş midir sanki, bakmayın âdemelmasını yutkunup durmasına, yanıp kavrulmuştur, fakat dürüstlüğünden zerre tenzilat yapmadığı için bu hâyalini halkın parasıyla gerçekleştiremeyince, salt dostlarının çiftliğini ziyarete gidip fırt fırt burun çekmiştir…
Romalı yazar-ozan Lucretius’un De Rerum Natura adlı yapıtı çiftlik özleminin başucu kitabıdır. Latincesindeki natür’den anlaşıldığı gibi Şeylerin Doğası Üzerine başlıklı olan bu kitabını, sonradan, birçok eski zaman çiftliğinde görmek olanaklıdır. Lucretius da uslanmaz bir kır hayatı düşkünüdür…
Eski zaman çiftliklerinin meraklı sahiplerini burada sıralamayıp, bunları “Antik Ziraat İşletmeleri Umum Müdürlüğü” ne havale ederek, biraz daha yakın zamanlara gelinirse, çiftliğe çekilmek sevdasında olan, hele bir bakın, aman da aman, kimleri görürüz.
Malta’ya sürgüne 1919’da gönderilen 145 zattan müteşekkil Osmanlı aydınlarının tamamı, orada, hayale dalıp kendilerini bir Anadolu çiftliğinde bulmuşlardır. Bu, aç horozun kendini darı ambarında hâyal etmesine benzer. Sürgündekilerden birçoğu 1921’de, serbest kalıp ülkeye dönünce bu hayali fuzuli bulup çarçabuk terk etmiş, kimileri de çiftliğe postu sermiştir.
Bunlar arasında sonradan İçişleri Bakanlığı yapmış bulunan Şükrü Kaya başı çeker. O, Malta sürgünlüğü sırasında önceden kendisini bahçe işlerine zaten vermişti; akıllı adam. Marul, hindi bağ, maydanoz, roka, turp, taze soğan gibi zerzevat eker, elinde çapasıyla cezaevi bostanında dolanırdı. Emekliliğinde Gemlik’e yerleşti, orada ömrünü zeytin ziraatı yaparak tamamladı.
Malta’da sürgünlerinden gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın da dostu, menfâ arkadaşı, öteki gazeteci Ahmet Emin Yalman’a sık sık çiftlik lakırdısı etmeye bayılır, ama onu kandıramaz. Hele bir memlekete geri dönsünler, Hüseyin Cahit, her şeyi bırakıp kendisini bir çiftliğe atacak mıdır, vallahi tallahi atacaktır. Gel gelelim, ünlü gazetecimiz dönüşünde Babıâli’ye çakılır kalır; Lofça çivisi olsa bu kadar olur…
Ne ki, onun çiftlik sevdası bulaşıcıdır. Bu hastalığın geçmişi de vardır. Malta menfasından-sürgünlüğünden çok evvel, Servet-i Fünûn dergisini çıkardıklarında, bir grup aydın arkadaşıyla beraber hayal çarşafına dolanır; çiftlik yeri bakınır. Kimler yoktur kimler, romancı Mehmet Rauf, büyük şair Tevfik Fikret, göz hekimi-yazar Esat Işık, yazar Hüseyin Kâzım bu hâyalin fırtınalı ve cafcaflı yelkenini tutarlar. Şimdi sıkı durun, onları uzun bir yolculuk beklemektedir, fallarında çıkan budur. Yeni Zelanda’nın o vakitler sıkı göçmen aldığını bir yerlerden duymuşlar, hep beraber oraya gidip bir Türk-Osmanlı Çiftlik Kolonisi kurma hevesine tutulmuşlardır. Bu sıtmaya tutulmak gibidir, ne sizi bırakır ne siz onu bırakırsınız; tatlı tatlı terler, titrer, yorgan minder eskitirsiniz; üstatların başına gelen de işte budur.
Hüseyin Cahit, Yeni Zelanda’nın yerini haritadan bulunca yol gözlerinde biraz büyür ama yol hazırlıklarına da bir kere başlanmıştır; pilavdan dönenin kaşığı kırılsın… Gereken parayı karşılamak sözünü Dr. Esat Işık verir ki, aman iş birden ciddiye biner. Fakat, ön keşif kolu çıkarılması askeri taktik icabı bulunduğundan, Hüseyin Cahit buna memur edilir. Valiz hazırlanıp uygun bir gemi aranırken, tam o sırada Tevfik Fikret mızıkçılık eder. Nedir derdi, Yeni Zelanda’ya gidilince Türkiye’yle tüm bağlantıların kesilmesini önceden şart koşar. Öyle ki, bir daha Türkçe konuşmak şurada dursun, rüya görürken bile İngilizce görülecektir; şair böyle ister. Kısa zamanda anlaşmazlık çıkar, ihtilaf baş gösterir. Böylece tasarı kadük kalır, vaz geçilir…
Ne ki, Servet-i Fünûncuların çiftlik kurmak, her şeyi yüz üstü bırakıp oraya kaçmak hülyası geçmez. Bu sefer Manisa’daki Sarıçam köyünde bir arazi peşine birlikte düşülür. Hatta Tevfik Fikret çiftliğin tam ortasına kondurulacak, herkese yetecek kadar odası bulunan bir köşkün kurşunkalemle projesini bile çizer; bravo diye mutabık kalınır… Yine çiftlik yerini keşfetmek üzere Hüseyin Cahit bu işe atanır; gazetecidir ya… O da kalkar, İzmir tarikiyle müstakbel çiftliğe gider, pek beğenir, gayet meftun olarak İstanbul’a geri döner. Arkadaşlarına, kalkın ey ahali, diyeceği sıra Tevfik Fikret yine cayar. Anlaşılan Âşiyan Âşığı Tevfik Fikret fiiliyattan ziyade hülyasıyla oyalanmayı seven biridir; zaten şairler biraz öyledir…
Zaten öyle değil midir ki: Tahakkuk yerine tahayyülü seven şair olur!
Edebiyatçı olup çiftliğe kurulmak sevdasına tutulmayanı yok gibidir, saymakla tükenmez. 1940’lı yılların Türk romanlarında kadına ait üç şey, piyano, hatıra defteri ve verem illeti nasıl vaz geçilmez tema ise, erkek kahramanlar için tasarlanan da hep bir çiftliğe yerleşmek azmidir. Çiftliğe gitme hâyalini roman kahramanlarına yaşatan edebiyatçıların sanki bu yolla biraz olsun ferahladıklarına inanılır.
Fransız yazarı Gustave Flaubert’in eseri “Bouvard et Pécuchet”e buna en güzel örnek sayılmalıdır. Romanda iki ahbap çavuş Paris’ten ayrılıp bir çiftliğe yerleşir, orada bilim, edebiyat ve sanatla haşır neşir olacaklardır; yazarın aslında hâyali de hep bu yönde olmuştur.
Bütün bunları görüp, sapla samanı karıştırmamak için uyarmalıyız ki, çiftliğe yerleşmek düşleri en çok insanlığın Sanayi Devrimi ardından gelen modern zamanlarına aittir.
Bodrum’a sürgüne gönderilen, sonra da aman ne iyi oldu diye şıkır şıkır sevinen, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir de aynı yazgıyı paylaşır. Bodrum’da bir çiftlik kurmamış, ne ki diktiği ağaçlar, ektiği meyve fidanları, suladığı çiçeklerle kasabayı bir çiftliğe çevirmiştir.
Buradan anlaşıldığınca gidilen yeri çiftliğe çevirmek de pek mümkündür.
Gerçi bu düşleri kuran kim varsa onları Konstantinos Kavafis’in şiirinde uyardığını unutmamak iyi olur; şair sözü dinlenmelidir. Bu Şehir başlıklı ikazını hatırlatmaya ne gerek var, herkes bilir; Bir başka ülkeye bir başka denize giderim diyenlere acımasızca seslenir:
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma,
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Şiirin bir kısmını okuduk, iyi yaptık. Ama hemen surat asılmasın, öyleyse bir yerlere kıpırdayamayız biz diye Haldun Taner’in oyunundaki Festekiz Ailesi gibi minder çürütüp aynı yerde kimse kocamasın; hâyal kurmaya devam edilsin.
Frişka bir rüzgârı arkanıza alıp nice El Dorado’lar, Shangri-La ülkeleri, hatta bugün Kaliforniya diye adlandırılan coğrafyanın romanını 16.yüzyılda yazmış İspanyol Montalvo’nun özene bezene takdim ettiği ütopik ada California’yı ufacık bir toprakta bile yaratmak pek mümkündür.
Varsın büyük olmasın, bir köy evinin arka avlusu bile buna yeter. Çiftlik tarhanası, taze yoğurt, böğürtlen reçeli yemek için hâlâ fırsatı kaçırmış değilsiniz.
Kimi zaman öyle olur ki, girip çıkmadık boya bırakmayıp kentte dikiş tutturamamış biri, duvara azimle tırmanan sarmaşık cesaretiyle köye kaçar, çifte çubuğa sarılır.
Bir bakarsınız mutlu olunur; mutluluk başarıdan daha önemlidir.
Belki de onların rızkı, ekmeği tarla otuna karışmıştır.
Ayrıca yine bilinir ve söylenir ki, herkesin bu dünyada bir rızkı vardır.
Denizde kaya dibine saklanmış midyeler bile bir iki açılıp kapandıktan sonra kendi payına düşeni alır. Tanrı yarattığı kurdu kuşu dağda aç koymayıp, kısmetlerini ayaklarına kadar göndermeyi vazife edinmiştir, derler; meraklanılmasın…
Kısmetinde olanın kaşığında çıkacağına emin olursanız, sizin de çiftlik sevdasına yakalanmanız mümkündür.
Sönmüş bir fener gibi ruhunu karanlığa gömüp kentte oturmaktansa, şek ve şüpheyi ortadan kaldırıp çiftliğe taşınmalıdır.
“Ali Baba’nın bir çiftliği var”, diye çocuk şarkısı söyleyerek uzaktan köy hâyali kurmak yerine, yarından tezi yok gecikmeyip, hayatın bu türden gidişâtına ayak uydurmak daha iyidir.
Bunun için hayatın hasadını, ömrün sonunu beklemeye gerek yoktur.
Zaten şu kısacık ömürlerde hasat dediğin kaç kere olur?
Önü kış, arkası bahar, işte yaz derken hasat zamanı da avuçtan kayan ıslak sabun gibi gelir geçer…