Bazen aynı dilde bile anlaşabilmek, anlaşmak zordur gerçekten. Ne denli özenli olursanız olun yine de anlatamazsınız kendinizi, karşınızdaki anlamak istemeyen biriyse eğer. Bir tür bumerang olur dilinizden dökülenler.
Bu yüzden yüzcek konuşmak gibisi var mı deseniz de kendinize, bir tür Sisifos olup kendinizi sabırla anlatmaya çalışsanız da bir duvar insansa konuşmaya çalıştığınız kişi, sözcükleri çivi yapıp çalışsanız da inanın çiviniz eğilir, bükülür hatta kırılır ama on(lar)da minnacık bir etkilenme görülemez… Çünkü duvar insanlar gerçeklere sırtlarını döner, kulaklarını ve gözlerini gerçek olmayan her duruma, duyguya, düşünceye, eyleme açarlar. Kendilerinde başlayıp biten şeylere inanır ve onu savunurlar. Yine de ‘yılanı deliğinden tatlı dil çıkarır’a sığınıp konuşmak istersiniz. Bunu hem kendiniz, hem de onun için yaparsınız; o/nlar bunun farkında olmasa bile. Gerçekten de yüzcek konuşmak gibisi yok bence de… Çünkü o an yanlış anlaşılmanın önüne geçersiniz.
Çünkü konuşmak da duygular, düşünceler gibi akış hâlindedir. Yazının bumerangı sizi yaktıkça yakar. Biri size küstüğünde o biri çok önemliyse bütün dünya sırtını dönmüş gibi olur. O biri çok sevdiğinizse bütün dünya sizle barışık olur. Özcesi dostlarınızı, arkadaşlarınızı elinizden geldiğince kırmayın, incitmeyin. Güneşinizi karartmayın. Sonrasında ne yapsanız da onu bir daha eskisi gibi olmaya, davranmaya ikna edemeyebilirsiniz.
Vedat Türkali ile ‘Bir Gün Tek Başına’ kalsak da bu yaşamda en çok ‘Güven’meliyiz kendimize öğüt almalıyız en azından. Elimizden geldiğinde kaybetmemeliyiz üç günlük dünya ömründe sevdiklerimizi. Naşide Göktürk’ten de ne olursa olsun yaşamı türküler gibi yaşamalıyız az veya çok olsa da ömrümüz sözünü ödünç alalım. Sisifos gibi ne kadar çabalasak da kaybettiklerimizi geriye döndürmek için bir arpa boyu yol alamayız ve hiçbir şeyi de eskiye döndüremeyiz…
II.
Yaban kazlarının uçuş hikâyesini bilmeyen yoktur sanırım.
Yaban kazları V şeklinde uçar. Bu şekilde uçtuklarında her kaz arkasındakini kaldıracak bir hava akımı yaratır. Böyle uçan kaz grubu, birbirinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak, uçuş menzilini uzatır. Bu saptanmış bir gerçeklik. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu, grup hâlinde neredeyse ikiye katlıyorlar.
Başka bir tespit de şu:
Göç yolunda yorulan kaz arkaya geçiyor. Sürekli önde uçmak yorucu olduğundan… En önde uçan arkadaki kazlardan daha fazla efor sarf ediyor çünkü. Zaman içinde önde uçan, en arkaya ve sonra tekrar öne geçiyor. Böylece gruptakiler birbirine dinlenme fırsatı sağlıyor. Bu şekilde göç yolunu tamamlıyorlar. Belli bir hedefi olan ve bu hedefe ulaşmak için bir araya gelen insanlar, bilinçli bir takım hâlinde çalıştıklarında, hedeflerine daha kolay ve daha çabuk ulaşırlar kanımca. Önemli olan kişisel başarı değil, takım olarak hedefe daha kolay ve daha çabuk ulaşmak bilgeliği ve pratiğidir.
Aslında, “bir elin nesi var, iki elin sesi var” bunu özcesi, doğrusu. Bu atasözü anımsattı şunu:
Öyle veya böyle en azından dikkat çekmek için (çünkü CHP için kötünün iyisi bile demeyeceğim hâlde ve hiçbir şeyde zerre kadar bir değişiklik olmayacak ama kendimce nesnel ve objektif olmak adına dillendirdiğim) bir başlangıç olabilirdi, olmadı ADALET YÜRÜYÜŞÜ. Çünkü duvar insanlar toplamından ibaret ve eski sözlerle kendilerince yeni dünyayı biçimlendirmek istiyorlar, olmuyor, olamıyor…
Bilirsiniz.
Gandi’nin TUZ YÜRÜYÜŞÜ’ne ya da (Gandi, Mart 1930’da tuz vergisine karşı yeni bir eylem başlattı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad’dan Dandi’ye 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar 400 kilometre yürüdü. Buna Tuz Yürüyüşü dendi. Bu onun pasif direnişin en önemli bölümüdür. Denize doğru yapılan bu yürüyüşte Gandi’ye binlerce Hint eşlik etti. Britanya idaresine karşı en rahatsız edici kampanyası bu oldu ve Britanyalılar buna karşılık 60.000 Hintliyi hapse attı.) Mao’nun UZUN YÜRÜYÜŞÜ’ne (sözü fazlaca uzatmadan, Mao’nun önderliğinde Çinli komünistlerin devrim öncesinde gerçekleştirdiği meşakkatli ve katılımlarla da genişleyen yürüyüştür.) benzemiyor diye küçümsemek bir bakıma ‘topal karınca’ bile olamamaktır. (Eee ‘topal karınca’yı da lütfedip araştırın.)
Ülkelerin bana göre övünebilecekleri tek gerçeklik yazılı toplumsal belleklerinin ne kadar eskiye dayandığıdır. Bir Çin’e, Rusya’ya, sevmeseniz de Araplara, Acem’e, Yunanistan’a, Almanya’ya, İtalya’ya ve her nereleri istiyorsanız oralara bir bakın lütfen… Kıyaslama yaptığınızda göreceksiniz ki aranızda birkaç milenyum var… İşte dünyanın yazılı toplumsal belleğine sahip toplumları diyor ki bir bakıma, yazıyı kullandığın geçmişine bir bak, insan olman, insan kalman ve kalkınman, başkalarına tahammül etmen yazıyı ne kadar çok eskiden beri kullanmanla orantılıdır. Toplumsal bellek ve gelişmişlik yazıyı ne kadar eskiden beri kullandığınla orantılı, maalesef
Haklılar. Bu açıdan (başka bir türlü düşünemiyorum zaten) yeni doğanlar, emekleyenler, bebekler, ilk çocuklar, çocuklar, gençler, yetişkinler ve de kültürlü baba, ana yetişkinler…
Sahi biz, sizce bu toplumsal büyümenin ve de gelişmenin hangi evresindeyiz?
Ben unuttum da…
Unutmadığım bir şey de var ama…
‘Çetin Altan ‘Lanetliler Bahçesi’ başlıklı yazısında içinde olduğumuz ve hiç hakkımız olmayan gerçeklikleri ne güzel dillendirmişti… Daha bu sabah birkaç gazeteye göz gezdirdiğimde okuduklarım aklımı başımdan aldı… Sudan sebeplerle ölmek, patlamalarla, kurşunlarla, kazalarla, yanlışlıklarla… Sevgisi bitti diye eşler, sevgililer, nişanlılar öldürülüyor… Ölümler çetelesi ve yelpazesi o kadar geniş ki… İşte o zaman yaşamak istemiyorum… Her ne kadar şair ‘vatan/sevgi için ölmek de var lakin borcun yaşamaktır’ demiş olsa da…
İçimden geçirdiğimi paylaşayım:
Bu laneti kim, niye, niçin, nasıl ve neden bulaştırdı bize…
Yanıtını bilirim de anlatmak bana dinlemek sana yasak babında bu kötülük sarmaşıklarının çok renkli bahçemizden yolunması için tüm insanlık ne yaparsa yapsın hiçbir şey değişmeyecek gibi görünüyor, biz aklımızın ipine sarılmadıkça… Çünkü ‘ölen de biziz öldüren de biz’lere ‘tanrı istemezse kimse ölmez’lere sığınmak değil kardeşçe bir arada ve doğal ama sıralı ölümler dışında ölümlerin olmadığı ana kucağı gibi bir yaşam sunan ülkeye / dünyaya sığınmak istiyorum.’
Demiştim bir daha tekrarlıyım dediğimi:
Bu yaşadıklarımız kâbussa kâbustan, lanetse lanetten, büyüyse büyüden, özcesi her neyse ondan kurtulalım… Kan ve can kaybetmek öldürüyor bizi, etrafınıza bir bakın yaşayan ölüler gibi dolaşıyoruz ortalıkta, yüzümüze taktığımız mutluluk maskeleri de bizi kurtarmaya yetmiyor…
Olmasın kötülükler ve de nedeni her ne olursa olsun zamansız ölümler…
Ve n’olur etrafınızdaki duvar insanlarla zaman yitirmeyin en azından kendi geleceğinizi güzelleştirebilmeniz için. Çünkü duvar insanları aşmak ve unutmak gerek. Duvar insanlar dedim ya söze başlarken, onların bana anımsattığı şu oldu,sona geldiğimde sözümün.
Bir insan
karşısını çıkınca duvar
ne yapar
üstünden atlar da kaçar
çok insan
karşısına çıkınca duvar
ne yapar
duvarı yıkar da kaçar