Okur-yazarlar için sahaflarda gezinmek huzur verici, eğlenceli bir gelenektir; bunu bilmeyen yoktur. Fakat bu, geçtiğimiz günlerde genç bir okur için tam tersine, can sıkıcı bir etkinliğe dönüşmüştür.
Kadıköy’deki bir sahafta -adı lazım değil- genç bir kız, gözleri ıslak ve kıpkırmızı, bir yandan hüzünlü bir şekilde raflar arasında dolaşmakta diğer yandan da Sahaf Beyefendi ile dertleşmektedir.
Raflardaki bazı kitaplar zavallıya aşkını hatırlatıyormuş… Genç kız, aşkından perişan olmuş vaziyettedir; yüreği sızlamaktadır.
Onun sözlerine kulak verelim: “Onu sevmek benim için bir hapishane gibi…” demektedir kendisi…
Tesadüfün böylesi, okumakta olduğunuz bu lakırdıların yazarı, avını tam da raflar arasından bulup çıkarmışken bu sözleri işitmiştir. Elindeki kitabın başlığı ise Mapusane İnsanları’dır. Burada kitabın yazarı Necati Yıldırım’ın röportaj maksadıyla ziyaret ettiği cezaevlerindeki mahkûmların durumlarından haberdar oluruz, onların sözlerine kulak veririz.
Ağlamaklı hâldeki hanımefendinin yüzünde biraz olsun tebessüme sebep olacaktır bu tesadüf. Acınacak hâline işte o anda gülümsediğini görürüz. Kitabın sayfalarını karıştırdıkça, mapusane insanlarının çeşitli hâllerine tanıklık ederiz. Kimisi için “Suçlarını kabul etmezler nedense. Alışmış kudurmuştan beterdir derler hani! Aynı işi ileride yapacaklar da ondan mı kim bilir?” diye yazılmıştır. Kimisiyse yaptığından pişmandır tabii. Onlardan biri “Bir daha yapar mısın?” sorusuna “Aman abim! Ocağımızı söndürdü bizim bu…” diye cevap vermektedir. Bazısı önceden niyet ettiğinin şimdi tam tersini yapmaktadır bu hapis hâli yüzünden: “Beş dakika erkeklik yapalım dedim, on yıldır karılık yapıyoruz!”
Genç kız bunlardan hangisidir kim bilir! En iyisi, biz kitabı kendisine uzatalım, okusun bakalım; sonra söylesin kendisi ne tür bir mapusane insanıymış…
Söz aşka ve hapishaneye gelince Sahaf Beyefendinin de bir şeyler düşündüğü o an gözlerinden okunur, anlarız ki söz sırası şimdi ondadır. O bize seneler önce izlediği, yönetmenliğini Franco Zeffirelli’nin üstelendiği “Sparrow” filminden bahseder.
Filmin senaryosu, ilk kez 1871’de yayınlanan İtalyan yazar Giovanni Verga’nın kaleminden çıkan dramatik bir aşk hikâyesinin konu edildiği “Storia di una capinera” adlı romana dayanmaktadır. Orada genç bir rahibenin acı ve çaresizlikle dolu aşk serüvenine tanıklık ederiz.
Yeri gelmişken sitem dolu sevimli cümlemizi de araya sıkıştırmalı: Nedendir bilinmez ne filmin kendisi ne de romanın Türkçe çevirisi ortalıkta gezinmektedir…!
Sicilya’da bir manastırda huzur dolu bir hayat süren romanın kahramanı genç rahibemiz Maria, salgın hastalık yüzünden ailesinin, yani babasının ve kendisinden nefret eden üvey annesinin yanına dönmek zorunda kalmıştır. Döndüğü için mutsuzdur. Komşusu Nino ile karşılaşması ise birdenbire hayatını değiştirecektir. Nino yakışıklı bir gençtir; Maria, Nino’ya delicesine âşık olur. Bu, belki de Maria’nın en büyük şanssızlığıdır çünkü üvey kardeşi, Maria’nın rakibi olur. Üvey annesi, Maria’nın Nino’ya olan aşkını fark ettiği günden itibaren Maria’yı yeniden manastıra göndermek için büyük bir mücadele verir nitekim sonunda bunu başarır ve Maria büyük bir üzüntü içinde yeniden manastırın yolunu tutar. Bu esnada üvey kardeşi, Nino ile evlenir. Aşkı yüzünden manastıra geri gönderilen Maria, ne kadar kaçmaya çalışsa da nafile, hiçbir rahibe buna izin vermez. Maria aşkından delirir. Manastırda zorla tutulmaktadır. Sanki oraya hapsedilmiş, bir mahkûm gibidir. Kısa süre sonra manastırdan kaçmayı başardığında ise Nino ile üvey kardeşinin düğününe tanıklık eder. Yıkılır. Manastıra gözyaşları içinde geri dönen Maria, orada günah çıkarma bahanesi ile kendini kırbaçlayıp durur; aşkından delirmiştir, kendine işkence eder… Aşkının onu sürüklediği, bir tür kurtuluşu olmayan, işkenceyle dolu bir hapishane hatta tımarhanedir artık bu manastır…
Öyle ki Maria’nın aşk acısı yüzünden aklını tamamen yitirdiği, delirdiği ve manastırda hapsedildiği bu ana, Giacomo Grosso’nun resmettiği “Deli Hücresi” eserinde de tanıklık ederiz. Maria’nın acısını, işkencenin ve onun çaresizliğinin ortaya çıkardığı feryatlarını bu resimle adeta hissederiz.
Aşk sanki bir çaresizlik, nefret ve bir tür delilik durumudur.
Zaten aşkın bu çaresiz, çözümsüz, insanı kontrolü dışına çıkaran hâlini Avusturyalı yazar Marie von Ebner-Eschenbach bize açıkça ifade etmişti:
“Özgür iradeye inananlar daha önce ne âşık olmuştur ne de birinden nefret etmiştir.”
Mesele aşk yüzünden hapsedilmek değil, aşkın kendisinin bir hapsoluş, bir tür delilik olayı oluşudur. Kişi, kendisini kontrol eden aşk muhafızlarının izin verdiği ölçüde özgürdür.
Wolfgang von Kempelen’in Türk isimli satranç robotu uzun bir süre boyunca kendi kendine çalışan usta bir satranç robotu sanılmıştı. Oysa ki robot gibi gözüken mekanizmanın içinde usta bir satranç oyuncusu olduğu sonradan anlaşılmıştı. Aşık kişi bu robot, aşk ise kişiyi içeriden yöneten başka bir etken olarak var olmaktadır sanki. Ruh, akıl, kişi yahut benlik, sanki onun kölesi gibidir. Aşk bir tür muhafız yahut gardiyanken kişi sanki bir mahkûm gibidir. Kuralları o koyar; yeri gelir, insana anlamlandırması güç işler yaptırır, bazense ona işkence eder.
Nitekim bunu sahafımızın tozlu raflarında bulduklarımızdan değil, bizzat yanı başımızda duran aşık genç kızdan zaten işitmiştik…
O, bu kez “Mapusane İnsanları”nı kendi ellerinde tutmaktadır, bize on üçüncü sayfadan şu cümleleri okur: “Girer cezaevine, çok çeşit suç öğrenir. Bir suç nasıl işlenir? Bir faili suç nasıl ortadan yok edilir? Bütün bunları en iyi şekilde öğrenir. Oysa içeri girmeden önce sorulmuş olsa, dünyadan habersizdir, hiçbir şey bilmez. İçeri girince öğreniyor.”
Aşk sanki bir tür delilik, hapsedilme durumudur. Yeri gelir, insanı günaha sürükler. Oraya düşmeyen ise bunu anlayamaz.
Zaten “Mapusane İnsanları” ile aşk arasında bir bağlantı kurabilmek de ancak bu tür bir deli mahkûmun – bir aşığın işi olabilirdi…
“‘Ancak içimize düştükleri zaman…’ diye anlatmasını sürdürdü Seydişehirli mahkûm dostum. ‘Bizim de insan olduğumuzu anlıyorlar.’”