Çok gülene, yakında nasılsa ağlayacaktır diye iç geçirip vah vah çekilmesi boşuna değildir… Nitekim, gülmekten başına bir bela gelmediyse bile, bu taşkınlığın kurbanı olan birinin kahkahası az sonra ağlama benzeri bir sele dönecek, sonra, gözyaşı pınarları kurna tıkacı bozuk çeşme gibi boşalıverecektir. Zaten olur olmaz her şeye, sapa samana, ota çöpe, şuna buna vakitli vakitsiz, yerli yersiz gülene, azıcık kafadan zoru var, gözüyle bakılır.
“Ağır ol, molla zannetsinler!” kuralına sıkı sıkıya bağlı kalıp ağzına fermuar çekenlerin, kasım pozum kasılanların ortalık yerde kahkaha salması bir yana, hattâ gülmesi şöyle bir kenarda dursun, sırıtması, azıcık tebessüm etmesi bile farz değildir.
Böylelerinin el ayak çekildikten sonra banyoya helâya koşup, oradaki aynalarda kendine dil çıkarıp, sonra göbek hoplata zıplata gülüp kendi başlarına bir güzel eğlendikleri, sırdaşları olan ev ahalisi tarafından bir süre geçince faş edilir; biz onların yalancısıyız…
Gülmek kerli felli adam ciddiyetini bozan, hacamat edip insanın içini dışına çıkaran bir eylem olduğundan, erkek ağırlıklı maço kültürlerin sinemasında asla kendine boş koltuk bulamaz, seyre giden gişeden döner, yer gösterici kapıdan kışkışlar.
O nedenle çok gülene, “Ne gülüyon lan karı gibi!” biçiminde, bir de üstelik hakaret ederler; vah vah, asıl bunlara denmelidir… Öte yandan, yazarınız, nacizane gözlemlerine inanmanız ricasıyla buraya bir not düşer ki, kadınlar arasında da hiç gülmeyen, hattâ evliliğinde kocasına dünyayı zindan etme kararlılığında kalıp, abus suratlı, asık yüzlü, çatık kaşlı, sert bakışlı, eli belinde, dili dışarda, kaşları bitişik, dudakları bıyıklı olanları da vardır; Allah yazdıysa bozsun!
Yazar, eskilerden sıkça duyduğu bir deyişi, şimdi okurun müsaadesiyle burada tekrarlayacaktır:
“Kadın dediğin gülmeli, eteği ise zil çalmalı!”
Gazetelerin dedikodusuz ve ilansız kaldığı zamanların boş sayfalarında gülmenin faydalı olduğu, bir kahkahanın bir kalem pirzolaya eşit sayıldığı türünden cascavlak savlarla, arada sırada okura nasihat verilse bile, aslına bakarsanız aklı başında, lâkin cebi boş olan okur buna gülümsemekle yetinir. Kasapta pirzolanın kilosu ateş pahasıdır, yanında bedavaya kahkaha hiç satılmamaktadır.
Gülmenin insana yararlı olduğu tartışmasız kabul görmektedir. Ne ki gülmenin insan yüzünde on yedi adet kası çalıştırması, vücutta endorfin salgılaması, bundan insan beyninin geçici süreyle sarhoşluk benzeri bir keyif, mutluluk, azıcık kaçıklık hissi duyması her zaman iyiye işaret sayılmaz. Zaten insan canı içinde bin bir huy barındırır, o yüzden huyun birisi ağlasa ötekisinin güleceği tutar.
Gümbür gümbür yazmazsa rahat edemeyen yazarların başında gelen Umberto Eco işi gücü bırakıp, bu konuya çomak uzatarak roman kovanını bir güzel çomaklamıştır.
Il nome della rosa başlığını romanında kullandığına göre, demek, kitabının adı Gülün Adı’dır. Romanda 14.yüzyıl kilisesinde gülmek günâh mıdır değil midir tartışmasına kalkışan papazlar kanlı bıçaklı kalırlar, kitap sayfalarından birkaç ceset çıkar. Niye kavga ederler, dertleri nedir, neymiş efendim diye okunursa anlaşılır ki, İsa peygamberin güldüğüne dair hiçbir ipuçu olmadığına göre mümin Hristiyanların da asla gülmemesi gerekir; kavga nedeni budur… Gülmek, papazlara göre, şeytan işidir…
İşte, bu yüzden, papaz efendilerin gülelim mi surat asıp oturalım mı tartışması karakolda son bulacaktır.
Gülmek üzerine felsefi tartışmadan maktûl ve müteveffa çıksa dahi, asıl, gülmekten ölenlere çokça rast gelinir. Bizim kulağımıza çalınanlardan ilki antik Yunan falcısı Calchas’dır. Dediği dedik falcılardandır, yabana atılmaz, o yüzden de Truva’yı zaptetmeye giden Agemennon, Achilles, Menelaus ve mecburiyetten savaşa katılan zoraki kahraman Odysseus’a – zavallı büyük kahramana buradan bir selam göndermeliyiz, cümlemizi tamamlamadan – ne dediyse bir bir doğru çıkmıştır. Tahta Atı bile o falında görmüş, “Neyse hâlin, çıksın falın” demiştir. Calchas, kendi ölümünü falında seyredememiş, yakın arkadaşlarından başka bir falcının ona, sakın bu şarabı içme yoksa ölürsün demesine kulak asmamıştır. Sonra, daha ilk kadehin dibine varmadan, bir kahkaha krizine girmiş, oracıkta katılarak can vermiştir. Zamanın 12. yüzyıl, hem de İsa’dan Önce olduğu kayıtlara girmiş, Strabo adındaki Anadolu’nun Amasyalı tarih ve gezi yazarı hemşerimiz bunu nakış işler gibi nakletmiştir.
Bu ilk kulak misafirliğinden sonra, kapı kapı gezmeye, bir günde kırk kapının ipini çekip tahta mandallarını gevşetmeye pek meraklı yazarınız kapıdan kovsalar bacadan girecek Noel Baba gibi başka hanelerin zilini çıngırdatır.
İşte, yine hemşerilerimizden olan İzmir-Efesli bir ressamın kah kah kah diye öldüğünü söyleyenler çıkmıştır. Ressamın adı Zeuxis’dir, eski takvimlerin yıllarından 415 yılı olmalıdır; İsa’dan Önce… Ressam bir yaşlı kadını resmetmiş, sonra çizip boyadığı fresk duvarının karşısına geçip, o âna kadar dilini ısırıp tuttuğu çenesinin kaytanını gevşetmiş, kahkahayı salmıştır. On dakika güldüğünü söyleyenler bulunmaktadır, yine onlara bakılırsa, hazret soluksuz kalıp pattadanak yere düşmüştür.
Pekâlâ, bunlara hep yalandır deyip inanmadınız, ya buna ne buyrulur? Philemon adındaki Atinalı tiyatro yazarı kendi mezarını kendisi oyun yazarak kazmıştır… Yine İsa’nın doğmasını beklemeden tarih düşersek 362’de dünyaya gelmiş ve 262’de ölmüştür; yüz yıllık bir ömürden sonra ölmeyecek de ne edecektir demeyiniz. Philemon kendi oyununu sahne arkasında izlerken gülmeye başlamış, cavlağı çekmiştir… Yüzyıl yaşamış olan tiyatrocunun 97 adet oyunu vardır, en komiği ise son yazdığı ve onu yeraltı tanrısı Hades’in mekânına gönderenidir.
Chrysippus adındaki Yunanlı feylosof da gülerek çatlayıp ölenlerdendir. Onunkisi pek akıl kârı iş değildir. Sen tut, yetmişinde bir koca adamken, üstelik felsefenin ağırbaşlısı Stoik çileciliğini tavsiye eden lakırdı masasında dirsek çürüt, sonra da bir eşek şakası yap; sanki olacak iş midir! Eşeğine şarap içirmiş, sarhoşluktan ne yaptığını bilmeyen eşek eşekliği tutup incir yemiştir, incirden haz etmez eşeğini bu hâlde gören Chrysippus bu manzaraya dayanamayıp nalları dikene kadar gülmüştür. Bu ne zaman olmuştur, diye Allah aşkına sormayın; meraklısına 207 yılı gösterilir; İsa’dan epeyi Öncesidir…
İsa peygamber artık bir doğsun, takvimleri biz ileri alalım.
Şimdi 15.yüzyılın İtalyası’nda bir şair, yazar, hem de pornografi türünde belden aşağı döktüren bir yazar arıyoruz. Adı, Pietro Aretino’dur. Aretino yazdıklarını bir de resimletince İtalya’da best-seller olmuş mudur, vallahi olmuştur. Meraklısı bilgisayar ekranında o çizimleri, ayıp ayıp şeyleri bulursa şaşırmasın, bize hak versin. Aretino hayatı ti’ye alıp dalga geçerken, her şeye gülüp dururken sonunda kendi kazdığı kuyuya adım atacaktır. Kız kardeşinin ona anlattığı komik bir olaya öylesine gülmüş, öylesine tepinmiştir ki gülmekten sâra krizi geçirip oracıkta can vermiştir.
Yine böylesi inanılmaz bir olayı işitince güle güle ölenlerden bir başkası İskoç yazar Thomas Urquhat’tır. İngiliz monarşisinin İskoçlarla, hattâ İrlandalılarla birleşeceği ona söylenince, bunda gülecek ne varsa, o tutmuş kıkırdamaya başlamıştır. Gülmesi kısa sürecek zannedenler evvela beklemişler, sonra onu kendi hâline bırakıp tek tük ayrılmışlardır. O da kahkahasını kesemeyip hançeresinden çıkan sesleri horoz gibi öttürerek öteki dünyanın trenine binmiştir.
Londra’nın havasından mı suyundan mı bilinmez, böyle kıkırdayıp dünya değiştirenler orada çokçadır. İngiliz sosyetesinden gelip kraliyete karışmış, hafifmeşrep bir güzel olan Maria Fitzhbert de aynı kaderi paylaşanların başında gelir. Şimdi sıkı durun, nefes kesen bir gülme maratonu başlayacaktır. 1782 yılının Nisan ayında, ilk Çarşamba gecesi Piccadilly’de tiyatroya giden Maria, Dilenciler Operası’nı izleyecektir. Oyun başlar başlamaz, aktörlerden Polly adlı karakterin kıyafetine önce hafiften kıkırdayarak güler, sonra kahkahalar atar, bu kahkaha seli isterik çığlıklara dönüşünce tiyatro yöneticileri onu dışarıya davet eder, Madam itiraz edemez ve çıkar, güle oynaya evine gider. O gece, ertesi gün, hattâ Cuma akşamına kadar güler. Cuma günü gecesi artık gülemez, Cumartesi cenazesi kalkar.
BBC’de yayınlanan “The Goodies” adlı komedi dizisi de böyle bir can almış, ne ki mevtânın dul kalan eşi sonradan yönetmene bir teşekkür mektubu yazıp, kocasının son ânında yüzüne bir gülümseme takarak uzun yolculuğa çıktığını belirtmesi ile ortalık tatlıya bağlanmıştır. TV’deki diziyi seyre dalıp, ekrandaki bir komik adama gülerek kalp krizi geçiren İngiliz seyircisin adı Alex Mitchell’dır. Duvar ustasıdır, bütün gün çalışıp yorulmuş, karısıyla başbaşa yemek yedikten sonra TV düğmesini çıt diye çevirmiştir. Sonra olanlar olmuştur. Tarih 1975 yılıdır.
Okuru bu lakırdılarına nasıl inandıracağı telaşında olan yazar, bu sefer anlatacağı, kahkaha esiri birine ait kalp atışının dakikada 500’e ulaşmış olduğuna dair hikâyesinde biraz oyalanmakta, lafı gezdirmektedir. Zira böylesi görülmüş şey değildir. Ole Bentzen adında uluslararası üne sahip Danimarkalı bir kulak-burun-boğaz doktoru, 1989 yılı kış aylarında birgün bir film seyretmiş, sonra hayatı değişmiştir. Wanda Adlı Balık-A fish called Wanda, filminde John Cleese’ye iyisinden gülmeye başlamış, nabzı önce 150, sonra 250, en sonunda 500’e çıkmış, oracıkta hücceten öte tarafa göç etmiştir.
Kahkaha denilen şey bir salgına benzer. Kimi zaman abus suratlı bir ciddiyet içindeyken birden kahkahayı basasınız gelir. Niyedir, kimse tam bilmez!
¨Madde ve Bellek¨ gibi ciddi meseleleri bir yana bırakıp gülmek üzerine felsefe yapan Henri Bergson’un 20.yüzyıl başında yayımladığı ciddi bir eser gülmeyi ıcığına cıcığına bir güzel araştırır; başlığı ciddiyet hissettirir ama nedense okumaya kalkışanları da bir gülmedir alır ki, hiç sormayın: ¨Le Rire. Essai sur la signification du comique¨
Eserinde komiğin yayılma kuvveti olduğunu uzun uzadıya anlatır; sanki biz bilmeyiz. Birisi gülmeye başlamasın, herkese bulaşır; sâridir… Bulaşıcı her şey öldürücüdür.
Bütün bu olanlardan sonra Cennet-Cehennem kapısında sorguya alınan bu kahkaha mağdurları orada kendilerine niye alelacele geldikleri sorulduğunda, zebanilere ecelden demek yerine, hep bir ağızdan, “Gülmekten öldük be abi!” demişlerdir.
Son gülen iyi gülen olacağından, bu duruma zebanilerin de güldüğü rivayet edilebilir. O sırada şeytanın, aralık duran cehennem kapısı ardında ellerini ovuşturarak sırıttığını görenler de bulunur!
Latin şairi, tiyatro yazarı Horatius komik eserler yazardı. Bunlara gülen seyircilere ise içerler, kuliste kendini zapturapt altına alan perde çavuşlarının elinden sıyrıldı mı ver elini, doğruca sahneye koşar, orada halka çıkışırdı: “Quid rides de te fabula narattur!”
Ne gülüyorsun, bu anlatılan senin hikâyendir!
Gülmek ses çıkartmaksa, buna sedâ diyen eski Osmanlı atalarımız çok haklı olarak çok hoş bir şey demişlerdir:
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sedâdır…
Hamam kubbesinde çın çın çınlayan bir kahkaha sesiyle can vermek, ölümler arasında tabiattan yardım alınarak gerçekleşmişlerin en iyisi sayılmalıdır.
Unutulmasın ki, Montaigne’nin deneme yazılarında doğanın gücüne değinirken söylediği gibi, ölüm ânından korkmaya hiç gerek yoktur. Zira doğa işini iyi bilir, işlevselliğini yitirmesine göz yumduğu bir parçasını, yani lafı burnundan çekmeyelim ki bunu anlamayacak ne var, adlı adınca bir insan bedenini toprağa geri çağırırken ona yardımcı olup işini kolaylaştırır.
Montaigne der ki, “Tabiat ölene son ânında yardımcı olacaktır!”
Bu lakırdıya güvenip ölmeye hazır olmak da pek akıl kârı değildir, ne olur ne olmaz!
Bize kalırsa, gülmekten öldük vallahi diyenlere tabiatın gösterdiği nezâket ve cömertliğin bu kadarı olur…
Tabiat komik bir şeyi bahane ederek onlara uzun yolculuğun biletini bedavaya kesivermiştir. Ölüm zamanı gelmişleri köy köy davul çalıp toplamaya gerek yoktur, onlar kendiliğinden şen şakrak bu işe heveskârdır.
Eski Yunanda köy köy dolaşıp halkı güldüren tiyatroculara Komadie deniyordu; Komedyen sözcüğü de oradan türedi. Yunancada Komai, köy anlamına gelir.
Şuncacık dediğimiz komik lakırdılardır; kulak asmayın…
Dikkatle bakınız, göreceksiniz, zaten tabiat da pek komiktir!