Zeynep Atakan ile doksanlı yılların ilk yarısında başlayan sektörel arkadaşlığımız halen sektör arkadaşı ve bir dost olarak devam ediyor. Sinema sektöründeki gelişimine, cesur ve yenilikçi işlerine sevinerek ve gururlanarak tanıklık ettim.
İki binli yıllardan günümüze Türk Sinemasında yapılan bir çok bağımsız film projesinin amatör bir ruhla hep bir yerlerinde olmuş, dünya da tanınan, saygın bir endüstri profesyonelidir kendisi.
“Zeynep Atakan birçok sıfatların yanında ülkemiz sinema sektöründe insan fabrikatörüdür” demek abartı olmaz. Yoğunluğu arasında röportaj teklifime olumlu yanıt verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Neredeyse kırk yıla yaklaşan sinema sektöründe deneyimin var. Zeynep Atakan’ ı tek cümle ile anlatmanı istesem o cümle ne olurdu? İnsanı ve üretmeyi öncelikli alan öğrenmeye ve deneyimlere açık, cesur ama kırılgan biri.
İlk set/sektör deneyiminde neler yaşadın? İlk yapımcılık deneyimin ile ilk set deneyimini karşılaştırsan neler söyleyebilirsin?
Çok uzun yıllar önce, bu mesleği yapmaya karar verip, sinema bölümüne girip okumaya başladığım zaman ben de her ‘sinema öğrencisi’ gibi yönetmen olmak istiyordum. İlk profesyonel set deneyimim bir reklam filmi ile oldu. Elbette gözlerimi dört açıp, faydalı olmaya odaklandım. 20 yaşın verdiği enerji ile her yere koşmaya çalıştığımı ve ekibin takdirini hatırlıyorum. Hatta ilk ‘yapımcı olmalısın’ cümlelerini o zaman duydum meslek profesyonellerinden… Sonra, ben bir film setinin her aşamasını deneyimledim. Yani, prodüksiyon asistanlığı, kasting, devamlılık, kurgu asistanlığı, yapım amirliği ve birinci yönetmen yardımcılığı (şimdilerde adı ‘yardımcı yönetmen’ oldu) yaptım. Sonra kendimi yapımcılık alanında daha iyi olabileceğini gördüm. İlk yapımcılık deneyimim reklamda bir reklam filmi ile sinemada ise Kutluğ Ataman’ın ‘Lola ve Bilidikid’ filmiyle oldu. İkisi de farklı deneyimlerdi. Reklam filmi o dönemler deneyimimin olduğu alan olduğu için çok rahat ve güzel geçti. Ama sinema, reklamdan çok farklıydı ve oradan sonra yeni bir sayfa açıldı hayatımda.
Yapıldığı dönem için bile cesur bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim ¨Lola ve Bilidikid¨ filminde yapımcılık serüvenini anlatabilir misin? Bu film ile “hayatında yeni bir sayfa açıldığından” söz ediyorsun. Neydi o sayfa?
Sinema-TV okudum. Ve okuldayken kısa bir TRT stajının ardından reklam filmi alanında çalıştım. Ama, o sisteme devam etmek istemiyordum. Zihnimde hep ‘farklı’ ne yaparım diye bir düşünce vardı. Tam o dönemde, aslında çocukluk arkadaşım olan Kutluğ Ataman ile yeniden tesadüfi bir şekilde bir araya geldik. Onun İstanbul Bienali için yaptığı bir projeye destek verdim. Ardından Lola ve Bilidikid’in senaryosunu okudum ve bir şekilde kendimi içinde buldum. Aslında o ana kadar ben de ‘yapımcılık’ konusunda reklamdaki deneyimlerim dışında bir deneyimim yoktu ve genel herkesteki ‘yatırımcı yapımcı’ algısı bende hakimdi. Yani yapımcıyı sadece ‘parayı koyan’ kişi zannediyordum. Mesela bir sinema filmi nasıl dağıtılır hiçbir fikrim yoktu. İşte ¨Lola ve Bilidikid¨ Berlin’de Panorama Bölümü açılış filmi olunca, Berlin’e gittim. Ve orada dünyam değişti. Yapımcılığın ne olduğunu ve ne olmadığını anladım. Burada Kutluğ’ nun o dönem benim vizyonuma büyük katkı sağladığını altını çizerek belirtmeliyim. Hayatımda ‘film yapımcılığı’ sayfası açılmış oldu. Ondan öncesinde yani reklam alanında yaptıklarımın sadece saha çalışması olduğunu ya da uygulama olduğunu fark ettim. Ve elbette bu yeni keşfettiğim alanda yeniden öğrenmeye ve deneyimlemeye başladım. Dolayısıyla bu başlangıcın bir ortak yapımla ve uluslararası bir iş olması, benim bundan sonraki rotamı belirledi.
Türk sinemasının endüstrileşememesi üzerine uluslararası bir yapımcı ve bir endüstri profesyoneli olarak görüşlerin önemli. Bu konuda neler söylemek istersin?
Bunun birçok nedeni var. Çünkü sinema alanında yapımcıyı destekleyen bir sistem yok. Bunun pek çok nedeni var. Ama bir bağımsız film yapımcısının bir filmi gerçekleştirme süreci minimum 2-3 yıl. Ama bunun ekonomik karşılığını alabilmesi çok zor. O nedenle başka işler yapmak durumunda kalıyor. Dolayısıyla sistem üretimi yavaşlatıyor ve aynı anda birkaç film yapamıyor vs… Çok uzun bir konu. Ama bundan daha önemlisi ‘yapımcı’ ile ‘yatırımcı’ birbirine karıştırılıyor. Mesela ‘yatırımcı’ kendi yapımcı olarak görmemeli, ‘yatırımının karşılık bulması için’ bir ‘yapımcı ile çalışmalı. Ülkemizde yapımcı = para yatıran olarak algılanıyor ama yapımcı = para yaratan/ bulan, yatırımcıyı ikna eden ve elindeki yönetmeni ve senaryoyu bir proje olarak görüp, bunun pazarlamasını yapan olarak algılanmalı. Çok uzun yıllardır üretim yapan yönetmenlerin bile yapımcı algısı maalesef yanlış. Hatta yapımcıyı, sadece organizatör gibi görenler var. Örneğin, Türk dizileri bir endüstri oluşturdu. Sinemada bunun olmasını yakın vadede çok mümkün görmüyorum. Yukarıda bahsettiğim ilk kilit nokta, devamında tüketici, yeni mecralar, finans yönetimi, enflasyon vb…çok neden var. Ama mesleğe girdiğim günlere göre çok yol alındı, daha alınacak çok yol var.
2010 yılında Yapımlab, 2014 yılında Antalya Film Festivali bünyesinde Film Forum gibi Türk sinema sektörü için öncü ve yenilikçi girişimler başlattın. Motivasyonuz neydi? Karşılaştığın zorluklar oldu mu? Olduysa bu zorlukları nasıl aştın?
90’lı yılların sonunda reklam sektöründen sinema alanına geçtiğimde, sinema-tv mezunu olduğum halde, sinema alanında her şeyin bambaşka olduğunu fark ettim. Teknik bazı konular dışında her şey ve tüm iletişim bambaşkaydı. Ve o dönemde bir önceki sorunun cevabı olan yapımcı/yatırımcı ayrımı yoktu. Yapımcı, ‘zor ulaşılan’, yeni sektöre katılanlara pek şefkatli davranılmayan, hatta bilginin hiç paylaşılmadığı bir ortam vardı. Tabiki istisnalar da vardı. Ama genelde bilgi paylaşımı yapma alışkanlığı yoktu. Dolayısıyla, tırnaklarımla ve çok çalışarak, maddi/manevi tüm emeğimle çalıştım. Belirli bir aşamaya geldikten sonra, yani sinema alanına geçtikten 12 yıl ve 5 uzun metraj yaptıktan sonra bilgilerimi paylaşma kararı alıp, YAPIMLAB’ ı kurdum. Ama öncesinde 2006‘da ‘Köprüde Buluşmalar’ ın kurucu danışmanlarından biriydim. Devamında 2014 ‘de festivalin endüstri alanında bir bölüm kurmam üzerine daveti ile uluslararası alanda gördüğüm ortak yapım marketlerinin seviyesinin üzerinde bir çıta hayal ettim. Ve gerçekten köklerin salındığı, markalaşan bir yapı oluştu. Elbette zorluklar oldu. Zaten o zorluklar daha ileriye taşıdı. Örneğin, Yapımlab’ da böyle bir eğitimin faydasını anlatmak için çok fazla zaman harcıyorduk ve herkes formül arıyordu. Formül ise herkese özel ve bilgi+deneyim ile gelişiyor. Bu mantığı oluşturmak zaman aldı. İşte Antalya Film Forum‘da filmlerin fikir aşamasından itibaren yurt içi ve yurt dışından keşfedilmesi üzerine gelişti. İlk beş yıl direktörlüğünü yaptım ve sonra festival yönetimi değişince, direktörlüğü farklı arkadaşlarım yaptı. Gayet güzel devam ediyor.
Uzun yıllar ülkemiz sinemasının en önemli yönetmenlerinden olan Nuri Bilge Ceylan ile yapımcı ortak olarak çalıştın. Yönetmenin filmografisinde çok önemli bir yerin olduğunu düşünüyorum. Bu kadar uzun süre birlikte çalışmanızın sırrı neydi?
2004 yılında çalışmaya başlarken, yapımcı ve yönetmen olarak hedeflerimizi, beklentilerimi ve iş bölümümüzü çok net konuşmuştuk. Zaman içinde bazı revizyonlar yaparak birlikte 5 film yaptık ve 15 yıl çok yoğun çalıştık. Sanıyorum, işin başında sınırlarımızı iyi belirledik ve iyi bir takım olduk.
Türk sinemasının gelişim süreçlerinden kaynaklı ülkemiz sinemasında kadın varlığı bir çok ülke sinema endüstrisinden farklı olarak daha geç başladı diyebiliriz. Bugün ülke sinemasının geldiği yer konusunda bir kadın yönetmen olarak neler söyleyebilirsin?
Elbette bundan 25 yıl öncesine göre çok farklı. Bunu olumlu anlamda söylüyorum. Sinema Yasası ve kamu desteği var, çok iyi filmler yapılıyor, üretim arttı. Özellikle 2000-2020 arasında çok önemli gelişmeler oldu. Bu bahsettiğim 20 yıl aslında, benim de içinde bulunduğum kuşağın sinemacılarının hem bağımsız, hem ana akım filmler olarak çok iyi üretimler yaptılar. Dünyanın önemli ödülleri alındı, ya da ana akım filmlerde gişe rakamları yüz güldürdü. Ama bir dolu sorun devam ediyor. Vergi sisteminden telif haklarına, sinema salonu sorunlarına, üretim maliyetlerine ve en önemlisi ekonomik sorunlar nedeniyle seyirciye kadar giden bir yol. Yani yol uzun. Bir kadın olarak, sektöre girdiğimde epeyce yadırganıyordum. Hem okullu, hem kadın… Ama benim savaşçı bir ruhum var. Bunlara takılmadan yolumda yürüdüm.
Her yıl bir çok uluslararası festivale juri başkanı, üyesi olarak, veya konuk olarak katıldığını biliyorum. Aynı zamanda Oscar Akademi, Avrupa Film Akademi, Asya Pasifik Film Ödülleri gibi dünya sinemasının en önemli organizasyonlarının üyesisin. Ayrıca kurucularından olduğun European Women Audiovisual Network Başkan yardımcısın. Bu sıfatları taşıyan ülkemizdeki tek sektör kadını olarak festivallerimiz ile uluslararası festivalleri karşılaştırdığında görüşlerini merak ediyorum. Festivallerimizi hem yerel hem de global anlamda daha etkin hale nasıl getirebiliriz?
Bu sorunun cevabı çok basit aslında. Festivaller tam bağımsız olmalı ve yerel yönetimler işlere çok karışmamalı.
Finans, sağlık, teknoloji vb sektörlerdeki insan kaynağı ile sektörümüz insan kaynağını nitelik olarak ele aldığımızda Sinema sektörümüzdeki yetişmiş nitelikli insan kaynağı konusunda görüşlerin neler? 2010 yılından bu yana sektöre insan kaynağı yetiştirmek için çabaların ışığında görüşlerini paylaşır mısın?
İnsan kaynağı en önemli konu. Ve işimiz zaten insanla olduğu için, önce ona odaklanmak gerekiyor. İş üzerindeki yetkinlik ve deneyim çok önemli olsa da insanın kendi doğası, karakteri, güçlü ve zayıf yanları bence daha önemli. O yüzden kişiliğin gelişimi de, en az o işe yetkinlik ve deneyim kadar önemli. Neyi, nasıl yaptığın ve sınırları tanımak önemli. Yani en önemlisi, ‘kişisel gelişim’… Bunun önemi çok büyük ve sektör olmaktan endüstri olmak içinde önemli maddelerden bir tanesi.
Biraz da Anne Zeynep’ten, eş Zeynep’ten bahseder misin? Bu yoğun trafiğinde nasıl yetişiyorsun her şeye? Ben çok iyi bir anne ve çok özel bir kadın olduğunu zaten biliyorum ama okurlarımız da öğrensin isterim.
Annelik aslında en sevdiğim kimliğim… Birbirimize destek olmak üzerine bir yaşamımız var. Artık 29 yaşında ve psikolog. Ama doğduğundan beri benimle her türlü filmcilik ortamında olduğu için, film yapımı alanında da çalışıyor. Benim kariyerimde en fazla desteği olan kişi diyebilirim. Anne-oğul olmak ayrı bir şey ama aynı zamanda en iyi akıl danıştığım arkadaşlarımdan biri. Oğlum küçükken, benimle çekimler, festivaller ne olursa hepsine katıldı. Katılmakla kalmadı, küçük yaşından itibaren benimle oralarda çalıştı. Yani, klasik anlayışla çocuk büyütmedim ve onunla bir dünya kurabilmeye odaklandım. O zaman, ‘zaman ayırmak’ diye bir şey olmuyor zaten… Yani tüm bu yoğun zamanda, okul müsameresini, sınavlarını, özel günlerini asla kaçırmadım.. Oğlum 21 yaşından beri yalnız yaşıyor. Tüm ihtiyaçlarını görebiliyor ve bir şef düzeyinde yemek yapabiliyor. Nasıl yemek yapmayı öğrendin diyenlere ‘ Ben çalışan anne çocuğuydum..’ diyor benim çalışmamla övünerek. Ama diğer taraftan, ben de yemek yapmayı çok severim. Onun sevdiği bir yemeği pişirdiğimde uğraması için telefon ediyorum o ayrı… Eşim ile çok şükür 17 yılımızı tamamladık. Ortak zevkler, ortamlar ve bir dolu şeyi paylaşıyoruz. O da, ben de üretmeyi çok seviyoruz. Öğrenmeyi çok seviyoruz ve birbirimizi yaratıcı alanlarda besliyoruz. Sade ama anlamlı bir yaşam sürüyoruz. Yani yıllara yaşam katmaya odaklıyız. Yoğun iş trafiğimde her şeye yetişebilmemin nedeni, hem oğlumla, hem de eşimle dayanışma içerisinde olmam. Her ikisi de beni çok destekliyorlar. Ben de onları her koşulda ve durumda..
Son okuduğun kitap, izlediğin film, dinlediğin müziklerden bahseden misin?
Son okuduğum kitap Başar Başaran’ın Amsterdam isimli romanını okudum. Kendisi aynı zamanda senarist olduğu için de benim ilgi alanıma aldığım bir yazar. Genellikle ayda bir tane zorla da olsa edebi bir eser okumaya çalışıyorum. Çünkü işim gereği mesleki okuma yapmam gerekiyor ve bu çok zamanımı alıyor. İyi bir müzik dinleyicisiyim. Her tür müzik dinliyorum. Ama şu ara Waldeck’in yaptığı albümleri Spotify’da dinliyorum. Klaus Waldeck’te hem yapımcı, hem icracı. Ama müzik alanında yaptıkları, bir yapımcı olarak ilgimi çekiyor. Avrupa, Asya ve Oscar Akademi üyesi olduğum için bana yılın tüm filmleri geliyor ve düzenli bir şekilde izliyorum. En son, bu yılın Altın Palmiyeli filmi ‘Anatomy of a fall’ filmini izledim. Güney Kore Sineması çok eskilerden beri ilgimi çeker. Ama şimdi dizilerini de mercek altına aldım. Yeni bir dil oluşturdular. Sıklıkla Asya sinemasından da filmler izliyorum.
Bu söyleşi ilk kez 28 Eylül 2023 tarihinde Açık Gazete internet sitesinde yayımlanmıştır