Türkiye’de dizilerden programlara, sosyal yaşamdan gündelik siyasete değin tarihe olan yoğun bir ilgiyi gözlemlemek mümkündür. Bu yoğun ilginin arkasında hakikatin bilgisine duyulan merakın mı, yoksa çeşitli toplumsal kesimlerin kendi topluluk bağlarını ve dayanışmalarını güçlendirecek referanslar mı aradıkları sorulması gereken bir sorudur.
Bunlardan ikincisi daha baskın görünmektedir. Zira her şeyden önce tarih söz konusu olduğunda devletlerden küçük topluluklara değin meşruiyetler arayışına girişmiş olanlar için geniş bir açık büfe görmek pekâla mümkündür. Meşruiyet arayışı, hakikatin, nesnesiyle olan uyumunu gerektiren bir bilgi arayışını değil, tarihten çıkarılacak “hikâyelerin” veya daha doğru bir ifadeyle “anlatıların” ne kadar işlevsel olduğuyla ilgilenir. Bu anlatılar gücünü daha çok insanların onu hakikat kabul etmesinden alır.
İktidarın resmi tarih tezi baskın anlatı olup merkezde konumlanırken, buna itirazı olan toplumsal kesimlerin anlatıları çevrede belli kümeler oluşturur. İktidar için mevcut anlatıyı korumak ve güçlendirmek esas gaye iken, çevre, merkeze gelmeyi ve hakim anlatı olmayı amaçlar. Bununla birlikte çevrenin itirazı her zaman hakim anlatının tümden reddini gerektirmez. Bazı durumlarda birtakım değişiklikleri talep eder. Bu olguların ışığında Türkiye’de tarihe olan ilgiyi incelerken, popüler kültürde yer edinen klişeleri Cumhuriyetin resmi tarih tezine yönelik “itirazlar” olarak değerlendireceğim. Dolayısıyla bu yazının amacı akademik bilginin popülerleştirilmesine katkıda bulunmak olarak ifade edilebilir.
Bundan önce tarihin bu işlevselliğinin öteki yüzüne de bakmak gerekir. Tarihi sadece belli bir amaca hizmet eden bir araç olarak görmek yanıltıcıdır. İktidarların veya çeşitli toplulukların işlerine yarar olanı seçmeleri veya onu yararlı hale getirecek şekilde dönüştürmeleri gayet mümkündür. Bununla birlikte tarih, inşa edici olabileceği gibi var olan bir paradigmayı yıkıcı bir şeye de dönüşebilir. Zira daha derine yönelen bir “kazı” her zaman istenen sonucu vermez. Bütün kimliklerin birer inşa olduğu, hepsinin tarihin bir döneminde ortaya çıktığını ve onun öncesinde var olmadıklarını gösterebilir.2 Örneğin toplumsal cinsiyet çalışmaları, ataerkil sistemde kadınlık ve erkeklik rollerinin doğal olmadığını ve bunların birer toplumsal inşa olduğunu ortaya koymuştur. Gerek kadınlar gerek erkekler arasında bu düşünce gittikçe yer edinmektedir. Bununla birlikte ataerkil sistem kurumlarıyla birlikte hâlâ ayakta olduğuna göre hakikatin bilgisinin tek başına değişimi getirmediğini belirtmek gerekir.
Bazen küçük bir araştırma ve basit bir akıl yürütme önemli hakikatleri açığa çıkarabilir. Türkiye’de 1900 yılından önce üniversitenin olmadığı bilgisi, İstanbul Üniversitesi (1453), İstanbul Teknik Üniversitesi (1773) ve Boğaziçi Üniversitesi (1863) gibi kurumların tabelalarını yanlışlayabilir. Fakat bu bilgi, üniversitelerin tabelalarındaki tarihleri değiştirmeye yetmemektedir. Hakikatin, uğruna her şeyden vazgeçilecek bir olgu olarak görülmediği buradan da anlaşılabilir. Amacım Türkiye’de üniversitelerin hakikatin bilgisini öncelemediğini söylemek değil, sadece bazı durumlarda üniversitelerde bile böyle bir olgunun varlığına işaret etmektir. Zira bu yazıda sıradan halk arasında tarihle ilgili klişeleri ele alırken bu olguyu hatırda tutmak yararlı olacaktır.
Türkiye’de toplumun tarihe olan ilgisinin altında tarihte aranan şeyin hakikat olup olmadığı sorusunun sormak gereği açıktır. Burada Cumhuriyetin resmi anlatısına yönelik itirazların bir yansıması olan “Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri”, “Bir gecede cahil kaldık”, “Dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz”, “Batılılaşma ihaneti”, “Menderes’in ezanı Arapça aslına çevirdiği için idam edildiği” türünden iddiaları incelerken amaç hakikate hizmet etmektir. Bu iddiaların basitçe yanlışlanabileceği için önemsiz olduğu düşünülebilir, fakat, Konda’nın 2018 yılında yaptığı araştırma bunun ciddiye alınması gerektiğini göstermektedir. Buna göre, Lozan Antlaşması’nın yüz yıllık bir süreyle yürürlükte kalacağı ve sonrasında geçerliliğini yitireceğini düşünenlerin oranı yüzde 48’i bulmaktadır. Üniversite mezunu olan kişilerin yüzde 43’ünün de aynı yanıtı verdiğini ayrıca belirtmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını belgeleyen en önemli Antlaşma hakkında böylesine bir dezenformasyonun sakıncaları açıktır. Her şeyden önce bu, Türkiye’de kutuplaşmanın söylem düzeyinde en açık bir tezahürüdür. Ayrıca kutuplaşmayı yeniden üretmekte ve dolayısıyla toplumsal uzlaşmayı engellemektedir.
Bu türden iddialar Cumhuriyet döneminin radikal modernleşme hamlelerinin yarattığı bir tepkinin yansımasıdır. Oysa Batılılaşma Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet’e miras kalan bir olguydu ve bu olgu göz ardı edildiğinde doğru bir muhakeme yapmak imkanı yitirilir. Kısaca özetlemek gerekirse, Osmanlı döneminde askeri ve teknik düzeyde kalması amaçlanan modernleşme/Batılılaşma, toplumsal alana da sirayet etmiş ve özellikle Tanzimat döneminde (1839-1876), Doğu-Batı düzeyinde kültürel bir ikiliğe yol açmıştı. Bu ikilik Cumhuriyet döneminde de devam etti. Diğer yandan modernleşmenin zorunluluğu konusunda II. Abdülhamid ile onun muhalifleri olan Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler hemfikirdi ve ayrıştıkları nokta nasıl bir modernleşme izleneceği yönündeydi.
Bununla birlikte gerek Sultanın gerekse muhaliflerinin istedikleri politikaları hayata geçirme noktasında önlerinde duran çok ciddi bir engel vardı. İmparatorluk, Büyük Devletlerin adeta yarı-sömürgesi haline gelmişti. Siyasi ve ekonomik konularda hareket serbestileri oldukça kısıtlıydı. Daha da kötüsü İmparatorluk Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke dönemlerindeki savaşlar ve işgaller sonucunda yok olma noktasına gelmişti. Ancak Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal önderliğindeki hareket, bağımsız bir Cumhuriyet yaratmayı başarmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürge deneyiminin sorunlarına tanıklık eden Cumhuriyetin kurucularına göre siyasi ve ekonomik bağımsızlığı sağlamanın yanı sıra medeni bir toplum yaratmak gerekliydi. Kültür devrimleri toplumsal mühendisliği, dolayısıyla toplumu dönüştürmeyi içeriyordu ve bu anlamda laiklik ilkesi esas alınıyordu. Dini referansların siyasetin alanından çıkarılmaya başlaması, Halifeliğin kaldırılması (1924), Şapka İnkılabı (1925), Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (1925), Medeni Kanunun kabulü (1926), Harf İnkılabı (1928) ve Ezanın Türkçe okunması kararı (1932) önemli gelişmelerdi. Fakat özellikle Şapka İnkılabı ve ezanın Türkçeleştirilmesi sembolik uygulamalar iktidara yönelik “dinsizlik” suçlamalarına davetiye çıkardığı gibi kültürel çatışmayı derinleştiriyordu. Bu durum Tek Parti rejiminin ve inkılaplarının halk tarafından benimsenmesine engel oldu. Tek Parti hükümeti de kendini halka yeterince anlatamadı.
Batılılaşma ve laiklik geleneksel halkın tepkisini çekerken, ajitatörler bundan yararlanarak Cumhuriyetin kazanımlarını, kültürel ikiliğin yarattığı gerilim ortamında “hiç” mertebesine indirmeye çalışacaklardı. Bütün milliyetçiliklerine ve Batı’ya karşı şüpheciliklerine rağmen Cumhuriyetin kurucularına aşırı-Batıcı nitelemesi, “kültürel ihanet” ve Batı’ya taviz verme suçlaması yapıldı. Ayrıca Lozan Antlaşması’yla elde edilen başarıya çeşitli şekillerde gölge düşürülmeye çalışıldı. Oysa Sevr Antlaşması’nın Türkiye’yi parçalara ayırıp işgal güçlerine pay ettiği bir realiteden, bağımsızlığı getiren Lozan Antlaşması’na geçmek için uzun bir mücadele gerekmişti. Bu mücadele Mustafa Kemal’in önderliğinde kazanılmıştı. Tarihsel hakikatle uyumlu olan bu anlatıya itirazlar çeşitli dezenformasyonlar eşliğinde dile getirilmektedir. Buna göre Mustafa Kemal ve arkadaşlarının rolü düşürülmekte ve Milli Mücadele’de zaferi kazananın halk olduğu öne sürülmektedir. Oysa Milli Mücadele aşağıdan bir hareket değildi ve yukarıdan örgütlenmişti. Halk, işgalcilere karşı yer yer direnişi gösterse de, esasında yıllar süren savaşlardan bıkmıştı. Milli Mücadele hareketini var edenler ve başarıya götürenler en başta ordu ve subaylardı. Milli Mücadele’de kazanılanların Lozan Anlaşması’nda masada kaybedildiği şeklinde savlar ise tümden uydurmadır. Lozan’da kaybedildiği söylenen 12 Ada çok daha erken bir tarihte, 1913 yılında İtalya’ya, Musul ve Kerkük ise Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki işgaller sonucunda İngiltere’ye teslim edilmişti. Görüldüğü gibi hakikat son derece açıkken bile çoğu kimseyi pek cezbetmemiş bir haldedir.
Halktan gelen tepkiler dinsel ve kültürel referanslarla kaynaklıdır. Toplumsal hafızaya kazınan meselelerden biri ezanın Türkçeleştirilmesi (1932) meselesidir. Bu mesele zaman zaman Türkiye’nin gündelik politik meseleleri arasına girecek ve ciddi bir şekilde sömürülecektir. Bu konuda en ilginç çarpıtmalardan biri Adnan Menderes’in ezanı Arapça aslına çevirdiği için idam edildiği iddiasıdır. Bu iddianın ne kadar yaygın olduğu basit bir internet aramasıyla keşfedilebilir. Bunun bir yansıması olarak 17 Eylül 2023 tarihinde TBMM’nin açılışında konuşma yapan Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un Menderes’e “ezan şehidi” dediği şu sözleri örnek verilebilir. “Bugün, demokrasimizin cesur bayraktarı ezan şehidi Adnan Menderes ve arkadaşlarının aziz hatıralarını tazimle yad ederken; milli iradeye yönelen tüm darbeleri ve darbeci zihniyetleri bir kez daha lanetliyorum.” Oysa Menderes’in politik kariyerine baktığımızda ezanın Türkçeleştirildiği sırada CHP Aydın milletvekili olduğunu görmekteyiz. Menderes bundan gocunmamış olacak ki, on üç yıl daha CHP’de milletvekilliği yapmaya devam edecekti. Öte yandan 1950 yılında Menderes iktidara geldiği vakit ezan Arapça aslına döndürülmüştü. Ancak on yıl sonra gelen 27 Mayıs 1960 darbesinin ve 1961’de Menderes’in idamının bununla bir ilgisi yoktur. Zira ezan Arapça okunmaya devam etti. Bu türden çarpıtmalar, gündelik siyasi çıkarlara hizmet etse de Türkiye’deki toplumsal kesimler arasındaki gerilime ve kutuplaşmaya neden olmaktadır.
Bir başka klişe ise Harf İnkılabı’yla (1928) ilgili yapılan “Bir gecede cahil kaldık!” söylemidir. Böyle bir şeyin mümkün olma olasılığı sıfırdır. Bunun mümkün olabilmesi için şunlar gereklidir: Bütün kitapların yakılması ve zihninde bu kitaplardan kırıntılar taşıyan hafızaların silinmesi. Böyle bir güç henüz ortaya çıkmadı. Bir gece de neden cahil kalınamayacağını anlamak için tarihsel bilgileri biraz irdeleyelim. Her şeyden önce Osmanlıca kitaplar okunmaya devam etti. Bu kitaplara erişim hiçbir zaman yasaklanmadı veya bu kitaplar ortadan kaldırılmadı. Üstelik altı ay süreyle gazeteler hem Arap alfabesiyle hem de Latin alfabesiyle çıkacaktı. Elbette bunun gazete tirajlarına etkileri büyük oldu. Bir iki yıl boyunca gazete tirajları düşüş gösterdi. Devlet sübvansiyonlar yoluyla gazeteleri destekleyerek ayakta tutmaya çalıştı. 1931 yılında tirajlar eski düzeye ulaştı ve daha sonraki yıllarda artmaya devam etti. Diğer yandan Arap alfabesine yönelik bir düşmanlık da söz konusu değildi ve bu türden aşamalı bir geçiş planlanmıştı. Ayrıca kitapların Osmanlıca okunmaya devam ettiğini, Yakup Kadri ve Falih Rıfkı gibi Kemalist aydınların yazışmalarında zaman zaman Osmanlıca mektuplaştıklarını, Osmanlıca not tutma alışkanlıklarının tümüyle terk edilmediğini belirtmek gerekir.
Altını çizelim: Hazırlık süreci tamamlanan Harf İnkılabı 1 Kasım 1928’de “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun” adıyla TBMM’de kabul edilecekti. 3 Kasım günü yürürlüğe girecek kanuna göre bu tarihten başlayarak tüm resmi kurumların ve özel şirketlerin evrakları ve yazışmaları yeni harflerle yapılacaktı. Bununla birlikte uygulamada geçişi sağlamak ve tamamen yeni harflerin yerleşmesi son tarih 1 Ocak 1929 olacaktı. Bu tarih aynı zamanda yeni kitapların da artık tamamen Latin harfleriyle yayımlanacağı nihai tarihti.
1 Ocak 1929 itibariyle matbuat Latin alfabesine geçecekti. Yani cahil kalındığı iddia edilen o “bir gece”nin uzunluğu herhalde iki ay olmasa gerektir. Harf İnkılabı’ndan iki ay sonra artık kitaplar sadece Latin alfabesiyle çıkacak ve Osmanlıca kitaplara erişim devam edecekti. Yani ne eski metinler ne de bilgiler buhar olup uçmadığı için “cahil kalmak” söz konusu değildi. Üstelik bu konuyu düşünürken Osmanlıcanın Arap harfleriyle yazılan Türkçe olduğunu hatırda tutmak gerekir. Değişen sadece harflerdir. Bunun yanında şunu belirtmek gerekir ki, okuma-yazma oranları Cumhuriyet kurulduğunda en iyimser tahminle yüzde 10 civarındaydı. Dolayısıyla ilk defa okuma-yazma öğrenecek toplumun ezici çoğunluğu için eski alfabenin değeri ancak Kuran harfleriyle aynı olmasıyla ilişkiliydi. Bunun haricinde toplumun büyük çoğunluğu her iki alfabeyi de okuyamıyordu.
Bu bağlamda “Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz!” söylemini de irdelemek gerekir. Okuma- yazma oranı yüzde 10’larda seyreden bir toplumda, sadece “torunların” değil dedelerin bile kendi mezar taşlarını okuyamadıkları son derece açık değil midir? Ulusal bir pazarın ve ulaşım ağının yokluğunun yanı sıra yüzde 90’ı okur-yazar olmayan ve yüzde 80’i köyde yaşayan bir toplumda ölen insanların mezar taşlarında yazıların olması yaygın olmasa gerek. Dahası geleneksel toplumlarda yazı, sadece belli bir azınlığın tekelinde olan bir iktidar aracıdır. Köylülerin yazıyla işi yoktur.
Bununla birlikte “dedelerimiz”den kasıt Osmanlı hanedanı ve önemli tarihsel figürler ise o halde ortada bir başka olgu göz ardı ediliyor demektir. Her şeyden önce yönetici sınıfların oluşturduğu Osmanlı’da saray kültürü, halkın kültüründen birçok yönden ayrılmıştı. Halk vergi ve itaatle mükellef olup politikanın dışında tutuluyordu. Kimlik konusunda da ayrışma vardı. Osmanlı’daki Müslüman topluluklar için kimlik ve aidiyet konusunda belirleyici olan dindi. Dolayısıyla halk kendini Osmanlı olarak değil, Müslüman olarak görüyordu. Osmanlılık kimliği ise 19. yüzyılda bağımsızlık isteyen milletleri Osmanlı İmparatorluğu’nda tutabilmek için icat edilmişti ve bu kimlik hiçbir zaman toplumun tamamına yayılmamıştı.
Cumhuriyetin yurttaşlığına karşı, hiçbir zaman halkın esas kimliği haline gelmemiş olan Osmanlılık kimliğine sarılmak neden kaynaklanmıştır? Osmanlı İmparatorluğu’nun devasa coğrafyaya yayıldığı düşünüldüğünde “görkemli” bir geçmiş arayışına cevap verme potansiyeli bunda etkilidir. Diğer yandan daha küçük bir toprakta kurulan Cumhuriyetin İmparatorluğun yerini alması “Osmanlı torunlarını” üzmektedir. Oysa Cumhuriyet, üç kıtaya yayılmış Osmanlı’nın değil, işgal altındaki Anadolu’ya sıkışmış Osmanlı’nın yerini almıştı. Unutulmamalıdır ki, işgal altındaki İstanbul’da Padişah Vahdettin, Milli Mücadele hareketini ve TBMM’yi dağıtmak isteyen Damat Ferit’i defalarca iktidara getirmişti. İşgalleri sona erdirip bağımsızlığı elde edenler ise Cumhuriyetin kurucularıydı. Bu, göz ardı edilmektedir.
Ayrıca devasa topraklarıyla “görkemli” görünen Osmanlı İmparatorluğu’na yakından bakmak tarihsel hakikatleri kavramada yardımcı olabilir. Osmanlı Anadolu’sunda 18. yüzyıldan itibaren Anadolu köylüsü çoğunlukla ayanların ve yerel yöneticilerin insafına bırakılmıştı. Osmanlı yöneticileri Taşradaki ayanların zorbalıklarını önleyecek güçten yoksundu. Dolayısıyla Cumhuriyetin yüzüncü yılında “fetih” rüyalarıyla geçmişe bakıp iç çeken Osmanlı torunlarının bulup bulabileceği yegâne şey budur. Hakikatin sevimsiz bir yüzü varsa da onunla yüzleşmek gereği açıktır. Zira geçmişte yaşamanın bedeli hayatı kaçırmaya neden olmaktadır. Yolun üzerindeki dikenleri temizlemek, küçük gibi görünen fakat kutuplaşmayı körükleyen ve uzlaşmayı engelleyen temelsiz iddiaları ortadan kaldırmak yol almayı kolaylaştırabilir.
Cumhuriyetin amacı siyasal ve ekonomik açıdan bağımsız bir devlet ve medeni bir toplum kurmaktı. Bunun için devleti ve toplumu dönüştüren köklü devrimlerin hayata geçirildiği bir inşa süreci başlatıldı. Bu süreçte demokrasiye geçiş denemeleri yapılsa da, esas itibariyle toplumun buna hazırlanması gerektiği kanaati hakimdi. Yasalar ve kurumların yanı sıra halkın eğitimi bunun için gerekliydi. Elbette ki, bu gereklilikler Cumhuriyetin kadroları tarafından öngörülmüştü, fakat imkânlar son derece sınırlıydı. Ayrıca halk yöneticilerle aynı kanaatte değildi ve özellikle laiklik uygulamalarına karşı tepkiliydi. Bu tepki zaman zaman bazı yerlerde isyanlar şeklinde kendini göstermiştir, fakat en büyük tezahürünü 1950 seçimlerinde CHP’nin iktidardan düşürülmesinde bulmuştur.
Cumhuriyete yönelik tepkiler söylem düzeyinde de tezahür etti ve bugüne kadar ulaştı. Bu yazıda bir kısmını incelediğimiz bu söylemlerin yanlışlığı apaçık ortadayken, bunlar gerek siyasiler ve “aydınlar” gerekse sokaktaki insan nezdinde durmadan tekrar edilmektedir. Bunun Türkiye’de farklı toplumsal kesimler arasındaki ayrışmayı körüklediğini ve bu ayrışmayı yeniden ürettiğini tekrar ifade edelim. Böyle bir ortamda toplumsal uzlaşma zorlaşmaktadır. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki, geçmişe saplanmak ve temelsiz iddialara sarılmak yerine hakikatin bilgisine hak ettiği paye verilmelidir.
Bibliyografya
Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınları, İstanbul 1995, 1. Baskı.
Akal, Emel, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, TÜSTAV Yayınları, İstanbul 2006, 2. Baskı.
Anderson, Benedict, Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, Metis Kitap, İstanbul 2020.
Godelier, Maurice, İnsan Toplumlarının Temelinde: Antropolojinin Bize Öğrettikleri, çev. Levent Ünsaldı, Heretik Yayınları, Ankara 2022, 1. Baskı, s.25.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş Yayınları, Ankara 2018, 10. Baskı.
Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul 2019, 22. Baskı.
Özkaya, Yücel, Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994.
Pamuk, Şevket, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018, 9. Baskı.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, ed. Hüseyin Tosun, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2019, 12. Baskı.