İnsan geçmişiyle mi kurar geleceğini yoksa onu bir pencerenin ardında bırakarak mı devam eder hayatına? Birbirinden farklı iki hayat neden yan yana duramaz? Aslında en önemlisi de, kabul ettiğimiz dünya görüşlerinin hayatımızda bir karşılığı var mıdır yoksa sadece bir görünüş müdür?
David Hare’in yazdığı Haluk Bilginer’in Türkçeye çevirdiği Pencere oyununda Esra Bezen Bilgin, Haluk Bilginer ve Kürşat Demir’i sahnede görüyoruz. Sahne üzerinde karakterler, biyolojik ve psikolojik özelliklerinden ziyade sosyolojik özellikleriyle karşımızda. Her ne kadar birinci perdede anlamak zor olsa da oyun temelde, bir aşk hikayesi üzerinden sınıf çatışması üzerine kurulmuş. Kapitalist ve zengin olan Tom, geçmişindeki yoksulluktan bir hayli kurtulmuş. Sosyalist olduğunu zanneden Kyra ise, zengin bir aileden gelmesine rağmen tercihleri adına yoksul bir mahallede öğretmenlik yapmayı seçmiş.
Orijinal adı, çatı-güverte penceresi anlamına gelen Skylight olan oyunun Türkçeye ismini dünya görüşü olarak yorumlayabiliriz. Karşımızda birbirinden çok farklı iki pencere, Kyra’nın deyimiyle bir uçurum var. Kyra, pencereden bakan sosyalistlerden bir adım öteye gidememiştir. Örneğin Tom’a aşağıda şoförünü beklettiği için kızar ve şoförün gitmesini ister fakat şoförün soğukta beklememesi için pratikte hiçbir şey yapmaz. Sadece penceresinin ardından patronluğu eleştirir ya da en fazla kafasını uzatıp şoföre uzaktan bakar.
İki farklı dünya eleştirisi yapılırken ana eleştirinin sosyalizme yapıldığını söyleyebiliriz, daha doğrusu duyarlı görülen steril sosyalizme… Kapitalist olan Tom, zaten bilindik tavırlar sergiliyor. Eskiden fakir olduğu için Kyra’nın muhitindeki çocukların başarılı olmasını istediğini dile getirirken bir yandan da bunun sadece çaba ve çok çalışmak ile olabileceğini savunuyor. Kyra’nın ise kapıya zincir takması, kapıyı açmadan önce pencereden bakması gibi detaylar inandığı şeyleri yaşayamadığının bir göstergesi. Tom’un Kyra’yı, o muhitte yaşayan insanları önemsemediği, izole olduğu için orada yaşayabildiği konusunda eleştirmesi de tam da Kyra’nın sterilliğine denk geliyor. Kyra aslında yaşamaktan övündüğü kenar mahallede değil, kilitli kapısının ardında kurduğu dünyada yaşıyor. Otobüste etrafındaki insanların konuşmalarına kayıtsız kalmadığı için gururlanıyor ama üç dakika sonra ineceğini bilerek… Eleştiri de Kyra’nın işte bu pratikleşmeyen teorileri noktasında devreye giriyor. Oyunda iki farklı dünyanın eleştirisi yapılırken bu dünyaların farklılıkları üzerinde de sıklıkla duruluyor. Gündelik yaşamın bir aktivitesi olan yemek yapmak konusunda bile uzlaşamıyorlar.
Birinci perdede yukarıda bahsettiğim anlamları bulmak mümkün olmadı. Oyunu yükselten ve farklı anlamlara taşıyan t ikinci perdeydi. Bunu sağlayan da Tom’un oğlu Edward’ın oyunun başında ve sonunda Kyra’nın evine gelmesiydi. Babasını eleştirse de onu temsil eden genç Edward, uyuşturucu, alkol partileri, zengin arkadaşlar ve sosisli satan gururlu evlat numaralarıyla varlığını sürdüren bir çocuk.
Oyun her ne kadar Türkçeye çevrilirken hikayenin İngiltere geçtiği unutulup bu coğrafyanın hikâyesiymiş gibi çevrilse de rap müzik, Chelsea gibi ögeler bizi oyunun yazıldığı topraklara götürüyor. Oyundaki rap müzik ile ilgili şunu söyleyebiliriz ki, gettodan çıkan bir müzik artık popüler kültür ögesi olmuştur. Bu müzik türünü sadece Kyra’nın öğrencileri değil Edward da dinliyor. Sahneyle ilişkilendiren bir rap şarkı duymadığımız için de bu öge, anlamsal bir çıkarım yapılması hizmetine oldukça yüzeysel hizmet ediyor.
Bir diğer kültürel öge olan Chelsea’ya dönecek olursak, Tom, Chelsea takımını tutar. Chelsea, sonradan zengin olan Rus iş adamı Roman Abramovich’e satılıp dünya çapında bir futbol kulübü olmuştur. Fakir bir aileden gelen Abramovich ile Tom’un kaderinin paralelliği bu noktada göze çarpıyor. İki kültür arasında kalan bu hikayenin biraz da sosyolojik yanına bakalım.
Başlarda da söylediğim gibi sahne üzerinde sosyolojik özellikleriyle gördüğümüz bu karakterlerin biyolojik ve psikolojik özelliklerine değinilmemiş. Tom ve Kyra arasındaki yaş farkını görüyoruz fakat bu farkın yarattığı sonuçları, sebep olduğu durumları göremiyoruz. Böyle olunca da, böyle bir yaş farkı kullanılmasının nedeni neydi diye sormadan edemiyor insan. Aynı şekilde karakterlerin psikolojik özelliklerini de tam olarak anlayamıyoruz. Ortada olduğu iddia edilen büyük aşk hikayesi metinde geçtiği için sahneye taşınmış olmaktan ileri gidemiyor. İzleyici olarak karakterlerin birbirine duyduğu aşkı, karakter özelliklerini göremiyor ve bu büyük aşka seyirci olarak ikna olamıyoruz. Aşka açılan bir pencere ararken Füruğ Ferruhzad’ın dizeleri geliyor aklıma: “Eğer evime gelirsen ey sevgili / Bir lamba getir bana / Ve küçük bir pencere / Ki oradan / Mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim..” Oyun ve şiir kafamda dolanıp dururken sokağımızı aydınlatacak ışığı neden başkasından istiyoruz diye düşünüyorum. Kyra, pencerenin ardında, dışarıdaki hayatı güzelleştirme iddiasıyla yaşarken oraya boş boş bakmaktan başka bir şey yapamıyor ya da yapmıyor. Tom ise kendi dünyasında. Kyra’nın bakmakla övündüğü pencerenin öteki tarafını yaşayıp öyle geldiğini anlatıyor. Soğukta unuttuğu şoförü ise Tom’un zihniyetini gözler önüne seriyor. Bir kapalı pencere ile daha karşılaşıyoruz. Sanıyorum ki, hayatların tek bir hikâyeyle anlatılamayacak kadar kalabalık olduğu şu yüzyılda, hayatın her alanında var olmuş gibi görünmeden var olabilmek adına o pencereleri açmak ve dışarı çıkmak gerek.
Oyundaki bu anlama dair çıkarımın haricinde, 2015 John Golden Theatre yapımı Skylight oyunuyla Oyun Atölyesi’nin Pencere’sinin dekor, kostüm ve daha birçok noktada tesadüfü aşan benzerliği hayal kırıklığı yaratıyor.
Dramaturg yokluğu ise başka bir problem. Oyunu bütünlüklü anlamamıza ve Tom’un gereksiz karikatürize edilmiş olmasına yol açıyor ne yazık ki. Oyundaki durağanlık ise bir süre sonra sadece replik dinliyormuş hissi yaratıyor seyircide. Bu durağanlığı bozmak ve oyunu daha yüksek bir tempoya taşımak adına aralara birkaç tartışma sıkıştırmanın faydasız olduğunu söylemeye gerek bile yok. Oyunun sahnelenme aşamasında bir dramaturgla çalışılsaydı birinci perdenin yarattığı soru işaretleri ortadan kalkabilir, oyun kişilerini karakter yapan özellikler ortaya çıkabilir ve oyunla ilişkilendirilemeyen devasa dekor işlev kazanabilirdi diye düşünüyorum. Bu eksiklikler Haluk Bilginer’in sürekli tanık olduğumuz, Esra Bezen Bilgin’in abartılı tonlamaları ve rol kişisini içselleştiremeyen oyunculuğu ile birleşince büyük hayal kırıklığı yaratıyor. Oyunun yönetmeni Birkan Uz’un ilk tiyatro yönetmenliği deneyimi olması da bu eksikliklere yol açmış olabilir diye düşünmeden edemiyor insan. Pencere, kadın-erkek ilişkisini anlatmaktan öte izleyiciye iki farklı dünyanın hikâyesini birbirinin penceresinden bakamamakla anlatmaya çalışırken yukarıda bahsettiğim sahnelemeye dair problemleri de göz ardı etmişe benziyor. Yani, Tom ve Kyra’nın hikâyesine tek pencere yetmiyor. Arkadaş Zekai Özger’in dizelerinde olduğu gibi, içeriye göğün dolması için pencerenin açılması gerekiyor.
Gülseren Aydın