Ölümden korkalım ya da korkmayalım o gölgemiz gibi bırakmaz peşimizi. Doğmak aslında ölmek içindir. Doğmamış olsaydık ölmeyecektik de. Doğumla ölüm arasındaki uzun ya da kısa ‘hayat’ dediğimiz ömür yolunda öylesine çok kötülük/ler var ki bunlarla istesek istemesek de karşılaşmak zorundayız. Kendi başının çaresine bakmak; bir kurtarıcıya, şefaatçiye ihtiyaç duymadan ama insan olmak ve insan kalmakla orantılı bir sonuç ve de yolculuk bu üstelik…
Unutmak en zavallı yanımız bence. Bu bir tür kaçış, güvenlik ve göze batmadan hayata tutunmak (doğumla ölüm arası yoldaki yolculuğu tamamlamak) olsa da. Doğmakla ölmek (intihar, ötenazi vs gibi istisnaları bir kenarda tutacak olursak) biliyoruz ki seçimimiz değil, ama bu iki nokta arasında kalp grafiği gibi olan inişli çıkışlı yoldaki yolculuğumuzda seçimlerimiz bizim elimizde, bu konuda kim ne derse desin, ne düşünürse de düşünsün, ne yazarsa yazsın. Bizi biz yapan gerçeklikler toplamı da seçimlerimizdir aslında. Ve bizi biz yapan temel özelliklerimizden biri de kendi bildiğimizden şaşmamaktır, doğru ya da yanlış… Unutmayalım ki seçimlerimizle orantılıdır bireysel ve de toplumsal hayatımızın kalitesi, güzelliği, gerçekliği ve de hiç mi hiç sıradan olmayışı…
Hepimiz hayatlarımızı en iyi biçimde yaşamak isteriz. Bazen birileri açar Pandora’nın Kutusu’nu acı çekeriz; acılar okyanusunda yüzmek zorunda kalırız. Ya da dünyadaki savaşlar, kötülükler, bencillikler gizlice veya açıktan açığa çelme atar, düşeriz ve dünyanın karşı konulamaz yükleri yüzünden eziliriz altlarında. İşte bu yüzden en büyük kalemiz, silahımız ve rehberimiz olan aklımızı kullanmalıyız, yani başka iplere değil de aklımızın ipine tutunmalıyız, sımsıkı ve asla bırakmamak koşuluyla.
Hayat, bir süre ebeveynlerimizin yardımıyla daha sonra kendi başımıza çıktığımız bir yolculuktur da aynı zamanda. Bu yolculuk süresi ve başlangıcı elimizde olmadığı gibi, nerede, ne zaman, niçin ve nasıl sonlanacağı da elimizde değil üstelik. Bundandır ki bu belirsiz ve her adımında nelerle, kimlerle karşılaşacağımızı bilmediğimiz yolculukta her anın kıymetini bilmeliyiz ve bir sonraki anın ya da anların olmayacağını da hiç unutmamalıyız. Ve yine unutmayalım ki başlangıçta farkında olmadığımız bu gizemli yolculuk farkına vardığımızda seçimlerimizden dolayı cehennem ya da cennet olur/olacaktır bize. Ölümse, her şeyin bir sonu olduğuna göre, kesinliği olan asla kendinden kaçamayacağımız bir gerçekliktir. Geri dönüşü olmayan yolculuğumuzun sonundaki armağanımız maalesef; beğensek de beğenmesek de boynumuza geçecek o armağanın elleri, başka bir şey değil… Uzun ya da kısa yolculuğunun sonunda her canlı bununla mühürlenecek yani. Dinlerin bu konudaki söylemleri yalnızca insanı bu kaçınılmaz sona hazırlamaktır, bunu iyi mi ya da kötü mü olduğunu tartışmadan, düşünmeden…
Aslolan bu iki kapı arasındaki sürede artı ve eksilerimiz toplamıdır.
Keşkeler yoksa cennetlik bir yaşam, keşkeler çoksa da cehennemlik bir yaşam sürmüşüzdür.
Bizi biz yapan her alandaki seçimlerimizdir.
İnsan hakkında çok şey denilebilir ama ne kadar insan olduğumuzu en iyi biz biliriz.
Çünkü kendimizle büyürüz, hayat yolculuğumuzda. Bazen biz kendimize yontucu oluruz, bazen de yolda rastladıklarımız yontar bizi. Bu yol boyunca yürüyüşümüzü kolaylaştırmak içindir.
Desem ki… Zaman açık unutulan bir musluk ve biz ne kadar avuçlarsak avuçlayalım alabileceğimiz kadar değil musluktan akan kadardır payımıza düşecek olan ve çoğu da kalmayacak bize üstelik…
Desem ki… Aslında ben karşındaki senim, sen de karşımdaki bensin…
Kim bilir, bilsek de bilmesek de ikimiz bir başkasının gördüğü inanılmaz bir rüyayız. Bir rüya ki… Ne ben anlatabilirim olduğu gibi ne de sen anlatabilirsin onu. Bize göre iyi ve de güzel olan bu inanılmaz rüya, görene göre kötü, talihsiz ve de hiç mi hiç katlanılmayacak, kabullenilmeyecek bir rüya; kâbus da diyebiliriz… Çünkü bu rüyanın mutlu olanları biziz, görene göreyse… Ne siz sorun ne de ben diyeyim onun hâlini… Bu rüya ömrümüz aslında ve o, uyandığında da bitecek…
Desem ki… Kim bilir söyleyin kim bilir bizim kişisel hayat hikâyemizi en iyi bizden başka… Bir şey/ler başarmak bir şey/ler olmak birçoğu için ne de önemliymiş şaşıyorum… Örneğin kadın ya da erkek belki bitirmiştir bir öğretmen okulunu, asla öğretmenlik yapmamıştır der ki resmi öz yaşamında, ‘öğretmen emeklisi/öğretmen’ siz başka mesleklerden de var sayın böylelerini… O kadar çok ki kendini aldatan, kendine yalan söyleyen ve de kendini kandıran; sıfatlara, etiketlere bağlanan, sığınan var ki… Değer mi inanmış birinin deyişiyle ‘şu üç günlük dünyada’ bunca yalana, dolana, sıfata, etikete falan… Azıcık samimilik, azıcık gerçekçilik, bizi insan yapma yolunda en vazgeçilmez azığımız olduğunu bir anlayabilsek… Ne olursanız neye inanırsanız inanın başım gözüm üstüne ama Can babaya kulak verin, şu sözünü dilinize pelesenk edin, olmaz mı: NE KADAR YALANSIZ YAŞARSAK O KADAR İYİ…
Belki de en çok bizim insanımız; mutlu ettiğinin mutluluğundan mutlu olan insandır.
Oysa bu bir tür başkaları için yaşamaya dönüşürse heyhat masalların kanıksadığımız cümlesi gerçek olur. (Az gittim, uz gittim, dere, tepe düz gittim; bir de baktım geriye bir arpa boyu yol gidememişim.) Ve unutmayalım ki bize armağan edilen ömür açık bırakılmış bir pınar gibi akıp durur hep. Üstelik istesek de durduramayız hiç, demiştim az önce; anımsarsınız.
Ve başkaları için yaşayanların ömrüne de KDV eklenmiyor asla…
Bazen önce can sonra canan demek kaçınılmaz ve zorunluluktur, böyle durumlarda elden bir şey gelmez gibi görünür, kendimiz için de yaşamak… Oysa insan dediğimiz varlık kendi akıl ipine sımsıkı sarıldığında içinden çıkamayacağı hiçbir kuyu yoktur. Yeter ki kendine, akıl ipinin sağlamlığına ve sınırsızlığına inansın…
İnsanın pratiği, bir bakıma onun ölçü birimidir. Bu yüzden çok da methiyelere gerek yok. Eril ya da dişil evlidir. Ya da birlikte olduğu biri vardır, ondan bile gizlenir. Olduğundan farklı görünmek değildir oysa insan olmak. Hele hangi konuda olursa bahane üretmek ve bahanelerin, yalanların ardına saklanmak şaşılası bir şeydir.
Ya söz vermeyeceksin/iz ya da sonucu ne olursa olsun sözünde duracaksın/ız üç silahşorların temelini oluşturan ‘kefil’ hikâyesi gibi.
Toplum olarak tipik özelliğimizdir bahane üretmek ve kendimizi kandırmak…
Can Yücel’den ödünç alarak biraz da değiştirerek ne kadar bahanesiz yaşarsak o kadar iyi demek istiyorum.
İnsan, ne olursa olsun bir istisnadır.
Bu yüzden iki cins arasındaki gerçek aşk da istisnanın istisnasıdır. Otsudan odunsuya kadar nasıl ki bitkilerin yaşamı için dört bileşen gerekliyse, aşkların da kalıcı olması için emeğe gereksinimi var.
Tanışmak tesadüftür, arkadaşlık, dostluksa seçim; ama aşk ayrı bedenlerde aynı ruh olma ve onu bulduktan sonra da kaybetmemek, yaşatmak için emek vermektir.
Unutmayalım ki tüm kederler ancak sevgiyle geçer.
Doğum(umuz)dan ölüm(ümüz)e kadar süresi herkese göre değişik olsa da aslında hepimiz hayat denen yontucunun önündeki malzemeleriz. Hayat denen yontucu elindeki keski ve çekiçle durmadan yontar bizi, belki de daha mükemmel olup yaşatan ve yaşatılan insanlar olabilelim diye.
Hayat yolunda canımızın bu kadar çok yanması da belki bu yüzden…