“Savaşa hayır” demek sakıncalıymış; peki nasıl anlatmalı bir bilançoda kâr hanesine yazılan silahlarla öldürülenleri, dağılan haneleri, öksüz kalan çocukları, yok olan şehirleri ve yerinden yurdundan edilenleri? Savaşlarla artan yoksulluğu nasıl anlatmalı?
Niyet ettim ormana
Diktiğim fidana huuu
24 Temmuz 2015 en hüzünlü doğum günümdü sanırım. 20 Temmuz’da 31 genç Suruç’ta, 22 Temmuz’da da 2 polis Urfa’da öldürüldü ve 24 Temmuz’da iç savaş tekrar başladı. Henüz şehirler yok olmamış, Ankara ve İstanbul’da bombalar patlamamıştı… Sadece manşetlerde savaş vardı ve tüm umut, onca çaba, her şey kül olmuştu bir kez daha.
Bugün yıllar geçmiş gibi geliyor. Nusaybin, Lice, Sur… Umudu kaybetmekle kalmadık, kardeşlik de yıkılan şehirlerin altında kaldı. Bugün artık herkes kendi politik kimliği üzerinden yorumluyor olan biteni. Biten bir sürü hayat, buradan, oradan, sivil, asker, gerilla…
Hangi politika hangi hayatı yeniden var edecek, gidenin acısına merhem olacak, kalanın eksiğini tamamlayacak? Kim yerinden olmuşu ötekileştirmeden sarabilecek? Bilenip keskinleşen kin artık nasıl kardeşlik hukukuna dönüşecek? Hangi özür Taybet Ananın oğlunun içindeki kırgınlığı tamir edecek? Babası askerde ölmüş bir çocuğu kim milliyetçiliğin asli bir çelişki olmadığına inandıracak?
Bugün haberlere yansıdı, İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın Davos Zirvesi öncesinde açıkladığı rapora göre, dünyanın en varlıklı yüzde 1’lik kesimi geçen yıl yaratılan küresel servetin yüzde 82’sine sahipmiş. Üstelik nüfusun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,7 milyar kişi bu pastadan hiçbir pay alamamış. Bu terazinin yüzde 99’luk kısmında hayata bir savaş alanında ya da Afrika’da Aşağı Sahra’da başladığından, sırf içme suyuna erişemediği için ölen çocuklar var. Uzağa gitmeye gerek de yok, biraz dikkatle baktığınızda şehrinizde de göreceksiniz. Kuru ekmeğe muhtaç olanlar, bir takım elbise fiyatına satılan çocuklar, günde 12 saat çalışanlar, ve sokaklarda yatanlar. Ve bunca dengesiz teraziyi görmezden gelen, din yüzünden, kimlik yüzünden savaşanlar. Gerçekten anlayamıyorum. Sahi neden savaşıyorlar?
“Savaşa hayır” demek sakıncalıymış ya, kim için savaşıyor bu insanlar, kim gidiyor, kimler ölüyor, kimler ne kazanıyor bu savaştan? Dünyanın servetini cebine atanlar bu savaşların neresinde? Peki sözleşmeli erler kimlerden çıkıyor?
Bugün sorgusuz sualsiz savaşı tek çözüm yolu olarak kabul etmek bu dengesiz düzene eyvallah demek, yoksulluğu normalleştirmek, sürekli ötekiler yaratarak yalnızlaşmak demek değil mi?
Hadi diyelim tuzunuz kuru. O yüzde 99’un içindeki orta hallilerdensiniz, üstelik düşünmek zorunda kalmamışsınız hiç ayın sonunu, hatta etnik kimliğin bile şanslı tarafında var olmuşsunuz. Yani kimsenin öteleyemeyeceği kadar beridesiniz. Beriki olmak da zordur illa ki. Elinde bulunanı savunmak, korumaya çalışmak zordur. Başkasında yokken senin elinde olanın hakkın olduğunu kendine ikna etmek zordur, büyük ihtimal zordur. Yine de ben öteki olmayı deneyimledim, bildiğimden devam edeyim.
Öteki olarak doğdum. Biraz kendimi bilmeye başladığımda Alevi ya da Bektaşi olduğum ve bunu gizlemem gerektiği anlatıldı. Öyle gizli bir tarikattaydık ki muhabbete yani ceme üç dört kişi birlikte gidemezdik. Oysa hiçbir sakıncalı yanı yoktu bence, sohbet ediyorduk, dönüyorduk ve çok güzel yemek yiyorduk. Hatta evlere giderken de kendi kabımız illa ki dolu oluyordu. Ah o keşkek, sadece o zamanlarda yapılıyordu, ne çok seviyordum. Bir anlatabilseydim diğerlerine bizim nice iyi olduğumuzu. Bir şeyler gizlemek zordur. Karşı taraf hiç bilmiyorsa bile zordur o yükü taşıyana. Hep, olduğu gibi sevilmek ister çünkü insan.
Anneannemin gümüş yüzüğünün hikayesini giydim ben de o çocuk halimle, o hikayenin içinden bir “geçerlilik” edinmeye çalıştım kendime.
Ağababam ve anneannem kaçak gelmişler Bulgaristan’dan ve kaçak da olsalar göçmen sayılmışlar ve bir sürümlük toprak verilmiş onlara. Büyük minnet duyarlardı İnönü hükümetine.
1945’ler, dünya krizi zamanlarında altın yüzükler toplanmış, Altın yüzüğü istendiğinde anneannem gönlünden vermiş hükümete. Bizde önemlidir, gönülden verilmeyen cismen tam da olsa eksiktir, eksiltir. İsmet İnönü istemiş sözüm ona. Anneannem İsmet İnönü’den, “Amcam” diye bahsederdi bu nedenle.
Koca devlet büyüğü anneannemin amcasıysa biz Alevi olamazdık ya da Alevilik o kadar kötü bir şey olamazdı. Her tarafı ayrı ironi. Çocuk aklımla bulmuştum çözümü, tüm mahalleye İsmet İnönü’nün anneannemin amcası olduğunu anlatıp duruyordum. Çorlu’nun Reşadiye mahallesinde ne İsmet İnönü’yü tanıyan vardı ne de anneannemin amcasını önemseyen. Ben yine de anlattım yıllarca, diğer çocuklar da şaşkın, dinlediler beni. O çocuğa sevgiyle bakıp bugüne geliyorum.
Bugünlerde “savaşa hayır” demek sakıncalıymış. Sakınmayalım, diyelim? En azından gözümüzün gördüğünü inkâr etmeyelim. Bu yaz, bir araştırmada hem Suriyeli iş arkadaşlarım oldu hem de Suriyeli anneler ve çocuklarla görüşmeler yaptım. Çaresizliğin içinden hayata tutunmaya çalışan anneler tanıdım. Ağlamayı bilmeyen bebelere rastladım. Kardeşine büyük bir ablaymış gibi bakan ana okulu yaşında, olgun çocuklara rastladım. Hayatın o çocuklara şımarma imkânı vermemiş olması da üzdü açıkçası. Suriyeli iş arkadaşlarımın hepsi her aşamasında mücadele etmek zorunda oldukları bir hayata başlamak zorunda kalmışlardı. Kendim için hayal bile edemiyorum.
Oysa sadece savaşın olduğu bir coğrafyada yaşıyorlardı. Siz Kars’ta dünyaya gelmişsiniz, öteki Nusaybin’de; ikinizin ortak noktası Bereketli Hilal’de hayata merhaba demeniz de yine de ne farkınız var Melbourne’de doğan birinden ya da benden?
Çıkarlar, koşullar, kazançlar, bir koymalar, üç almalar, milli birlikler, uluslararası birlikler, görüşmeler, anlaşmalar, ters düşmeler, pozisyon almalar… Ben küçük insanım, bilmem hiç birini. Sadece herkesin, her canlının yaşama hakkı olduğunu düşünürüm. Hiçbirimiz hiçbir canlıdan değerli değiliz, farklıyız sadece. Farklarımız zenginleştirir, çoğalırız. Üstelik, biz yüzde 99’uz ve bir araya geldik mi hiçbir silaha ihtiyaç duymadan bu adaletsiz teraziyi kol gücüyle dengeleriz.