Engin Günay’ın önceki iki kitabının adları; Parkta Gölgeler ve Sürgünün Seyir Defteri. Her iki kitap da yazarın, Zürih’te geçen zorunlu yurt dışı yıllarına ait. Kartalimeni, Engin Günay’ın üçüncü kitabı, ikinci romanı. Kartalimeni ilk bakışta bir “dönem romanı” gibi görünse de ondan çok fazlasıdır. Çok güçlü bir mekan anlatısı, etkileyici kişilikler ve Türkiye tarihinin çok önemli bir kesiti vardır. Ancak bu üç unsurdan hiç birisi bir diğerinin önüne geçmediği gibi, bir harmoni içerisinde, bir birini tamamlayan biçimde, bütünlük arz etmektedir. Tümü hüzünlü bir senfoninin parçaları gibidir.
Kartalimeni Kartal ilçesinin M.S. VI. Yüzyıl’daki adıdır. Bu yıllarda Kartelli adındaki bir balıkçının bu ıssız sahil kasabasına yerleşmesiyle bu adı aldığı rivayet olunur. Romanın en güçlü unsurlarından, hatta başka bir ifadeyle “kişilerinden” biridir ’70 lerin başının Kartal’ı. Bostanları, bostan kuyuları, yazlık sinemaları, sirk çadırları, çay bahçeleriyle… Ancak bir “peyzaj” değildir; o dönemin gençleri, esnafı, ahalisiyle capcanlı betimlenir.
Roman, uzun yıllar sonra memlekete dönen ve Kartalimeni’nde hatıralarının izini sürmeye çalışan kişinin, Kartelli’yle karşılaşmasıyla gelişmeye başlar: Kartelli sahaftır, daha doğrusu, “ölen arkadaşlarının” kitaplarını muhafaza etmekle kendini sorumlu hisseden, Kartalimeni’nin anılarına sahip çıkan bir “tarih kişisidir”. Aynı zamanda, tarih-üstü, masalımsı, “grotesk” bir kişiliktir. Kartelli romanın anlatıcısıdır: “misafiriyle” birlikte anılara doğru zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Bir tür “geçmişi geri çağırma” isteğidir sanki. Misafirini dünyasına ve ortak hatıralarına buyur eder, hikaye bir kuyumcu titizliğiyle ve iğne oyası sabrıyla ilmek ilmek örülür sonrasında. Okuru yalnızca Kartal’da değil, bir dönemin Anadolu yakası kıyılarında yolculuğa çıkarır; Kalamış “Köhne”’den başlayan, Süreyya Plajına, oradan Dragos’a, Cevizli Tekel’e ve romanın asıl mekanı sahil kasabası Kartal’a uzanan bir yolculuktur. 70’ler aynı zamanda buraların köklü biçimde değişmeye başlayan yıllardır. Kıyı şeridinin periferisinde gelişen sanayileşme, artan gecekondulaşma, işçilerin artan hak arayışları, grevler ve tüm bunlara eşlik eden, gençlik arasında giderek dal budak salan radikal arayışlar… Romanda 70’lerin ortalarından itibaren izlemeye başladığımız bu dönem Türkiye tarihinin de önemli uğraklardan, kırılma noktalarındandır: O vakte kadar, plajları, iskeleleri, balıkları, balıkçıları, esnafı, akşamüstü çay bahçelerinde içilen çayları ve ailecek gidilen yazlık sinemalarıyla, belli bir rutin içinde akan hayat değişmeye başlar. Bu değişimin öncüleri, buralarda yaşayan orta sınıf ailelerin gençleridir: Tabelacı/ressam Servet, “anlatıcı” Kartelli ve kasabaya henüz taşınmış olan ve giderek romanın baş kişisi; üniversiteli aynı zamanda müzisyen Can. Bu döneme değin “beat” eğilimler taşıyan gençler, giderek “devrimci hareket” içinde radikalleşirler. Servet’in babasının tabelacı dükkanında bir araya gelip müzik yapan “trio”nun hayatları giderek bambaşka mecralara sürüklenecektir. Romanın en etkili kişiliklerinden olan Servet, beraber olduğu arkadaşlarının hayatlarına “yeni anlamlar” katma çabasına ayak uyduramaz; “geçmişiyle”, yeni olanın arasında sıkışıp kalması, onu trajik bir sona götürür. Kartelli ve Can’ın dostlukları “hareket” içinde yeni bir boyut kazanır. Artık adı Yol’daşlıktır. Bu güçlü dostluk, Cevizli Tekel işçileriyle dayanışma eylemlerinde, E-5’in hemen üzerinde Gülsuyu’nun yamacında kurulan gecekondu mahallesinin yapımında, Beşçeşmeler’de sıkışıp kalmış ülkü ocağıyla mücadelede pekişir, perçinlenir. Engin Günay, anlatıcı Kartelli’nin ağzından, bu yılların kentsel/toplumsal dönüşümünü gayet çarpıcı betimlemelerle ama roman dilini, duygusunu hiç yitirmeden bu dostluğun “etrafında” anlatır. Bu can dostluk, Can’ın Maltepe/Beşçeşmeler’de karşıt görüşteki gençlerle girilen bir çatışmada vurulup ölmesine kadar sürer. Kadıköy’den Kartal’a bütün bir Anadolu yakasını derinden sarsan bir ölümdür. Cenazesi, o güne değin ve o günden sonra da hiç görülmeyecek bir insan seliyle kaldırılır.
Kartelli’nin çekmecesinde bir meşin muhafaza içinde yer alan ve romana başından beri bir bir sır, bir gölge gibi eşlik eden, “kitapçık”, bundan sonrasında daha bir “anlam” kazanacaktır. 68’li amcaoğlu’ndan, Can’a kalan kitaplardan bir tanesidir bu, Can’ın ölümünden sonra Servet tarafından Kartelli’ye getirilir.
Kartelli geceler boyunca anlatır. Biz okurlar merakla, hüzünle dinleriz onu. “Misafir” de. Ve bir gün “kitapçık” masanın üzerine konur. “Misafir” anlatır: “Papirüsten yapılma izlenimi uyandıran, siyah beyaz basılmış kapağında başına eğreti oturulmuş melon şapka olan bir büst resmi vardı. Uzunca bir süre kapağına bakmış, sonra çevirmiş ve kapak içinde karakalemle çizilmiş bir portre görmüştüm.” Servet’in kitabın iç kapağına çizdiği karakalem portre, romanın şifresi, “hakikatidir” sanki. “Misafir” giderek bir dış ses bir “yabancılaşma efekti” haline gelir. Biz okurları, romanın/”kitapçığın” kapağına davet eder, başından beri dikkatli okurun gözünden kaçmayan bir duruma işaret eder: “Servet’in Kitapçık’ın kapak içine çizdiği oto portresinin daha önce fark edemediğim belli belirsiz bir izdüşümü vardı, tıpkı siyah beyaz bir fotoğrafın negatifi gibi. Karakalemin izleri çocukluğumuzda yaptığımız gibi pamukla dağıtılarak belirsizleştirilmiş bulutsu bir gölge halindeydiler”
Kitapçık’la birlikte Can’ın ölümünün izi sürülür. Çok talihsiz bir “hikayenin”… Bundan sonrasını Kartelli’nin elyazması notlarından okuruz: “Ölenlerin şu ya veya bu şekilde öldüklerinin –söz konusu somut olay bağlamında; kurşunun hangi yönden gelmiş olduğunun- biliniyor oluşu, duyulan acıyı eksiltir ya da çoğaltır mı? Ölüm şeklinin biliniyor ya da bilinmiyor oluşunun herhangi bir önemi ve anlamı var mıdır? Varsa eğer kimler tarafından ve ne gibi anlamlar ifade edebileceği türünden sorular, bu gibi soruları sorabilecek durumda olanlar açısından bir önem taşıyabilir. Fakat göçüp gitmiş ve artık herhangi bir soru sorma imkânına sahip olmayan kişi, eğer bu imkâna sahip olsaydı bunların sorulmasını ister miydi, istemez miydi? Geriye kalanlardan istinasız hiçbirinin bu soruyu onun adına yanıtlama hakkına sahip olmadığı ise yeterince açık olması gereken bir husustur”
“Geçmişi geri çağırma” çabasının nafile olduğunun, artık bir ölüyle geçmişe, “bir ölüm hikayesine” ilişkin konuşabilme ihtimalinin hiç olmadığının, bu trajik ölüme ilişkin, onun adına, hiç kimsenin hiçbir yargıya varamayacağına dairdir bu satırlar. Kalbe dokunur, en derinden…
Kartelli’nin elyazması notları Kitapçık’la örtüşür: “Yeter artık acı çekiyorsun, yeter varsın!” Belki Kartelli artık yoktur. Geçmişi geri çağırma çabasının nafile olduğunu fark ettiğinde, el yazmalarını bırakır, “denizde sonsuz ve uzun bir yolculuğa çıkar”.
Romanı anlatmayı burada keseyim. Okunması gereken bir büyük roman, bir Kitapçık’tır Engin Günay’ın eseri. Bu romanıyla “acıyı sanata dönüştürür”, sade, özenli, süssüz, kalbe işleyen sözleriyle…
Roman bittiğinde, kitabı kapatıp, kapağına bakarsınız tekrar, şizofreni sarısı, papirüs gibi bir zemin üzerindeki izdüşümleri yeniden düşünmeye, yeni anlamlar yüklemeye başlarsınız… Sahi, Kartelli hangisi, ya Can, ya Servet, peki “misafir”?
Yoksa?!…