İktisat matematiğine göre tüketim, o döneme ait üretimden ancak geçmiş dönemlerin stoku kadar fazla olabilir. Hiç kuşkusuz ekolojik yıkım/felaket ve teknoloji kesişimi de gezegenimizdeki insanın kaynak tüketimi ile oluşuyor. Bu bağlamda asıl dikkat edilmesi gereken üretim ve tüketim miktarından çok, birim zamanda üretim ve tüketimdir yani üretim ve tüketim hızıdır.
Bir ton petrolün oluşması milyonlarca yıl alırken insan bunu saatler içinde tüketiyor, buna şaşırıyor, daha fazlasını üretip daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. İnsanın bu tüketimi sonucu açığa çıkardığı atık-artık ürünü de doğanın kendine yararlı hale getirerek tekrar ait olduğu yere kabul etmesi insanın tüketim hızından çok daha yavaş. Ek olarak, zenginliğin kapitalizmin ve plütokrasinin işlediği düzende sahip olduğu satın alma gücüyle sahibi olabildiği çokça üretimin çokça tüketimi beraberinde getirdiği apaçık ortadadır. George Monbiot The Guardian’daki makalesinde araştırmalara dayanarak zenginlik arttıkça tüketim isteğinin de psikolojik olarak arttığını ve empati yeteneğinin azaldığını, bununla birlikte çevresel etkinin en büyük belirleyicisinin ekonomik gelir olduğunu söylüyor.
Kahvemi yudumlayarak başladığım bu yazıya kahve üzerinden bir örnekle devam edeceğim. Dünyadaki toplam servet 2010 yılında 200 trilyon Dolarken[2] 160,6 trilyon Dolarlık artış ile 2019 yılında 360,6 trilyon Dolara[3] ulaştı. Buna paralel olarak dünyadaki kişi başı ortalama kahve tüketimi yıllık 1,06 kilogramdan[4] 1,30 kilograma[5] yükseldi. Bugün ortalama olarak Starbucks bir yılda 4 milyar âdet kâğıt bardak tüketiyor. Bu sayı yaklaşık olarak yıllık 1,6 milyon yetişkin ağacın kesilmesi demek.[6] Bir ağacın yetişkin boya erişmesi ise ortalama 10 yıl sürüyor. Dünya’nın ağaç rezervinin tüketilmesinin sonuçlarına değinmeye gerek yok. Tüketimi 1 yıl süren ürünün doğaya geri kazandırılması 10 yıla tekabül ediyor…Tabii, 2013’de Starbucks geri dönüşümlü bardak kampanyası başlattı.[7] Dilerseniz ABD fiyatıyla 2 Dolar karşılığında geri dönüşüm sistemlerinin enerji tüketimine katkıda bulunabilirsiniz… Doğa ve kaynakların kapitalizmin sömürüsü altında kaldığı, zenginlik arttıkça tüketim isteğinin de arttığı ve bunun birçok ekolojik felaketi tetiklediği bariz bir gerçek. Bu durumdan yola çıkarak, Hollandalı akademisyen Ingrid Robeyns tıpkı yoksulluğun bir alt sınırı olduğu gibi zenginliğin de bir üst sınırının olması gerektiğini savunur. Bu görüş dünyadaki toplam servetin giderek artmasıyla tetiklediği tüketim artışını doğanın kaldırabileceği seviyede dengeli biçimde tutmayı amaçlamaktadır.
Doğayı “Sıfır” olarak görüyorum. Doğa ve evrende herhangi bir madde başka bir maddeye dönüşerek yeni bir maddeyi var kılıyor. Ancak sürekli dönüşen maddeler içerisinde biz bir maddenin düzenli var oluşunu görebiliyorsak teknik olarak o madde ya hiç dönüşmemiştir ya da biz de o maddeyle aynı hızda dönüşüyoruz demektir. Bu durum fiziğin tanımlı bir mekânın olmadığı ve sadece arabaların olduğu ortamda yan yana aynı yönde ve aynı hızda ilerleyen iki arabanın birbirini ilerlemiyormuş gibi yani -her ikisinin de hızı 80km/h olsa bile- birbirlerini 0km/saat hızda durağan halde göreceğini açıklaması gibi düşünülebilir. Aynı örneği tam tersine çevirirsek; bu iki araba zıt yönlerde ilerlerlerse bir karşılaşma olur, bu noktada diğer arabadan haberdarızdır ve iki araba olduğunu biliriz. Ancak evren gözüyle baktığımızda iki araba zıt yöne hareket etmiştir. Biri diğerinden tam olarak zıt yöne hareket ettiğinden ve gitgide uzaklaştığından bir insanın/arabanın gözünde yol alınmış sanılsa bile aslında evrende yine yol alınmamıştır çünkü biri diğerinin yaptığı eylemi tersine çevirir şekilde davranmıştır. Durum yine “sıfırdır”. Üçüncü bir seçenek ise arabaların aynı veya farklı yönlerde ve farklı hızlarda ilerliyor olmaları durumudur. Bu durumda biri diğerinden haberdardır, hareketini algılamaktadır. Ama gözden kaybolacaktır. Zaten onu farkında olmamız da gözden kaybolmasından kaynaklanmaktadır. Bu örnekte ise arabalar farklı hızlarda yol alabildiklerine göre, evren onları takip etmek zorundadır. Çünkü aksi halde yol bir yerde biterdi ve yol alamıyor olurlardı. Bu kez evren -her ikisinin var oluşu evrenin içindeki hareketlerinden kaynaklandığından- onları sürekli olarak takip etmek zorundadır. Onları takip edebilmek adına her iki arabanın da ilerlediği yönde sürekli olarak genişleyecek ve onlarla mesafesini koruyacaktır. Bu durumda arabanın gözünden baktığınızda araç teknik olarak hiç yol almamıştır, aslında hep olduğu noktada kalmıştır çünkü evren ile aynı mesafeyi korumuştur. Evrenin genişlemesi durumu benzer şekilde varoluş teorisinde de açıklanmaktadır. Ancak evrenin varlığı, insan olduğumuz için, insan aklıyla yani örneklere bakacak olursak araba gözünden algılanmaktadır. Bu durumda doğa ve evren her üç koşulda da olduğu gibi belirli anlarda “1-3+6-4+2+3-5” gibi bir toplama işlemiyle benzer şekilde belirli bölgelerde var algılansa bile sonucu mutlaka sıfırdır. Elbet de teoriler bir kenara, doğa çok daha karmaşık oluğundan ve iki arabadan çok daha fazla nesne barındırdığından bu karşılaşmalar sonsuz sayıda çoktur ancak yine de sistem sürekli birbirini tamamlar şekilde, insan gözüyle, nötr kalmaya çalışır. Bu nedenle doğada her şey bir eklemeye karşı bir eksilerek, iki eklemeye karşı iki eksilerek devam ediyor. Sonuç olarak “Sıfır” doğa, bir yok ettiğinden başka bir şey var ederek varlığını sürdürüyor. -Elbette insan-zaman yahut evren-zaman ölçeğinde bunu savunuyorum, evrensel değişkenlerle doğa da insan algısıyla ve evrensel zaman ölçeğinde esasen “Sıfır” değil.-[8]
Ancak ateşin kontrol altına alınmasından bu yana, teknolojinin sürekli gelişmesiyle birlikte; sadece gezegenimizdeki ekolojik çevre olan doğa değil, insanlığın içinde bulunduğu/bulunabileceği her türlü çevre anlamıyla doğa artık “Sıfır” olmanın dışına çıktı. Artık, hümanist yaklaşımla, doğa “Sıfır” değil “Artı”dır. Böyle devam ederse doğa yok olacak gibi klişe bir laf bir kenara; bu ideolojiyle, “Artı” olduğumuz müddetçe, Mars’a bile yerleşsek doğa bizi dönüştürecek, yok olacağız. Gezegen değiştirmek, ilgili gezegenin metalarını değiştirecek olsa bile yine zaman içerisinde aklınıza gelebilecek her türlü dengeyi bozacak ve sonumuzu getirecektir.
Öyleyse zenginlik dediğimiz şey “Artı”ya sahip olmak olduğuna göre, “Eksi” ile eşit sayıda olursa; yani bir zengin iki kişilik yemek yerken iki yoksul da bir kap yemek hazırlayıp açlıktan ölürse, bir kısım insan neredeyse hiç tüketmeden, tükettiğinin iki katı fazla üretirken, zengin neredeyse hiç üretmeden, ürettiğinin iki katı fazla tüketirse denge sağlanır mı? Doğa için sanırım evet.
Ancak insanlık; “açlık sınırının üstünde tutmak” ve “yoksulluk sınırı” gibi kavramlardan söz ederken ve yoksulları aç bırakıp ölüme terk etmemek için gayret ederken, yani doğa kanunlarıyla bir kısım insanı hiç olmazsa “Sıfır” kılmaya çalışırken, zenginlik için herhangi bir üst limit belirlemeden bir kitleyi de “Artı” kılıyorsa, vakit tükeniyor demektir.
Bu durumda iki seçenek var:
1- Az önce yukarıda belirttiğim yemek örneğinde olduğu gibi zenginlerin “Artı” tüketimi kadar yoksullar üretecek ve ölecekler. Yani yoksullar için hiçbir alt limit tanımlanmayacak, zenginlere her açıdan hizmet eden mutlak köleler olacaklar. -Burada mevcut kapitalist düzen akla gelebilir ancak unutulmamalı ki açlıktan ölenlerin sayısı; orta sınıf, alt limitte yaşayan sınıf ve üst sınıftan çok daha az, birbirini tamamlar sayılarda değiller. -Böylece doğada “Artı” “Eksi” dengesi sağlanacak, insanlık ve doğa “Sıfır” olacak.
2- Ingrid Robeyns’ın da çevrenin herkesin lüks ve daha fazlasıyla yaşayabilmeyi kaldıramayacağı gerekçesiyle “Sınırlayıcılık” kavramından bahsettiği üzere; tıpkı yoksulluğun bir alt sınırı olduğu gibi zenginliğin de bir üst sınırı olacak. Yani zenginler “daha fazla” zengin olmayacaklar, sonsuz “Artı” olmayacaklar, herkes belirli bir aralıkta-standartta, toplamları “0” olacak şekilde, “0” civarında yaşayacak.
Ancak, İnsan’ın “Daha”sı olduğuna ve zenginlik kavramı ortaya çıktığına göre; “Artı” istendiğine göre, hiçbir zengin 2. Seçeneği istemeyecektir. Hiçbir yoksul da 1. Seçeneği istemeyeceğine göre 3. Bir seçenek olmak zorunda kalıyor: “Net Sıfır” insanlık.
İnşaat sektöründe “Dünya Yeşil Bina Konseyi” “Net 0 Yapı” kavramını %100 karbon ayak izi bırakmayan ve olabildiğince enerji etkin -enerji ihtiyacını alan içinde yenilenebilir enerjiyle olabildiğince çok karşılayıp, enerji kaybını olabildiğince azaltarak dışa bağlılığı olabildiğince azaltmak yahut ortadan kaldırmak- yapılar olarak tanımlıyor.[9] Gayet tabii az sonra tekrar bahsedeceğim üzere günümüzde belirli bir alanda tam olarak “0” yapmak çok kolay olmasa da özellikle tüketim alışkanlıklarının ideolojik evrimleşmesiyle ileride küresel ölçekte bu mümkün olabilir.
Bu bağlamda bir kez teknolojik ivmeyi yakaladığımız, makineleri kıramayacağımız ve evrimin akış yönünü tersine çeviremeyeceğimiz[10] için teknolojinin getirdiği tüm yenilikleri sonuna kadar kullanarak tıpkı iz bırakmamaktan sorumlu Net 0 binaları yarattığımız gibi her bireyin dolaylı ve direkt olarak doğadan aldığını aynı hızda ona geri verebileceği, herkesin ürettiği kadar tüketmek zorunda olduğu bir toplumu tasarlamayı başarmak zorundayız. Bir gün, en sonunda elimizde kalacak son stok ürünü olan kendimizi de tüketmemek adına, tüketirken harcadığımız tüm maddeleri aynı hızda geri kazandırmayı başardığımız bir toplumu var etmek zorundayız.
Henüz böylesi bir sistemi fiziksel anlamda teknolojik yahut ideolojik olarak yaratmaya çok yakın olmayabiliriz. Bu düzen ve ideolojinin zorunluluğuyla yüzleşeceğimiz ve bunu mümkün kılabileceğimiz güne kadar “Net Sıfır” insanlık için işe hiç olmazsa yediğimiz domatesin çekirdeğini toprağa atarak, başlayabiliriz. -Evet farkındayım; yeme hızımız çekirdeğin doğaya geri kazandırılması hızından çok daha fazla ve dahası “sürdürülebilirlik”, “doğayı koruyalım” vb. birçok başlık tüketim alışkanlıkları üzerine kurulu bir sistemin ürünü yani aslında temelde olan tüketim/üretim dengesinin arkasındaki ideolojinin ürettiği kampanyalardır. Fakat ne şekilde olursa olsun, ideolojik bir eleştiri barındırdığından hiç de fena bir başlangıç sayılmaz, sorun keşfetme ve sorunu iyileştirme durumudur.- Sabırlı şekilde devam etmek gerekir. Bu konu ile yüzleşemeye başlamak onu çözmeye de yaklaştığımızı gösterir.
Post-kapitalist döneme yahut kapitalizmin evrimleştiği döneme doğru ilerlerken başlarda sözünü ettiğim hız meselesini hatırlatmak isterim. Bu bağlamda o güne kadar biraz zaman kazanabilmek ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten hemen sonra söylediği ve Barış Manço’nun da şarkısında yer verdiği sözlerin anımsattığı türden insanlık olmamak adına şarkıdaki satırları takip ederek “Net 0” insanlığın ilk bebek adımlarını atmaya başlayabiliriz:
Aman Yavaş Aheste– Barış Manço
Aman yavaş aheste
Sabırlı derviş murada ermiş
Acelesi olana “Ağır ol” demiş
“Amman” demiş aheste
Aman yavaş aheste
Tîz reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır
Erişir menzil-i maksuda aheste giden[11]
Aheste
Aheste çek kürekleri aheste
Perdedari mikoned der kasr-ı Kayzer ankebut
Bum nevbet mizedend der târem-i Efrâsiyâb[12]
Söz gümüşse sükût altınmış
Demek ki susmak daha kıymetli
Sessiz sakin durmak varken
Konuşup yorulana bilmem ne demeli
Aman yavaş aheste
Aman yavaş aheste…
[1] MONBIOT Geogre, “For the sake of life on Earth, we must put a limit on wealth”, The Guardian, https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/sep/19/life-earth-wealth-megarich-spending-power-environmental-damage, (SGT: 19.09.19).
[2] Global Wealth Report 2010, Credit Suisse Research Institute
[3] Global Wealth Report 2019, Credit Suisse Research Institiute
[4] ICO Annual Review 2010/2011
[5] ICO, World Coffe Consumpiton, http://www.ico.org/prices/new-consumption-table.pdf
[6] “Starbucks and Our Plastic Pollution Problem”, Clean Water Action, https://www.cleanwateraction.org/features/starbucks-and-our-plastic-pollution-problem
[7] https://www.starbucks.com/responsibility/environment/recycling
[10] LONDON Jack, Demir Ökçe, Çev.: Mustafa İrfan Seyrek, Ayrıntı Yay., İstanbul 2017, sf. 133
[11] Acelesi olanın eteği ayağına dolaşır, yavaş giden hedefine ulaşır. – Ziya Paşa
[12] İstanbul gerileme dönemine girmiş ve sonucunda yoksul, harap edilmiş bir hâl almıştır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedince İmparator Konstantin’in sarayını gezer ve bu sözleri söyler: “Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor, Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu”. (http://www.gonuldergisi.com/fatih-ve-istanbul-prof-dr-ahmet-simsirgil.html)