Gül Özateşler’in “Çingene – Türkiye’de Yaftalama ve Dışlayıcı Şiddetin Toplumsal Dinamiği” başlıklı kitabı hem doğrudan doğruya Roman / “Çingene” çalışmaları alanı hem de genel olarak Türkiye çatışma / linç yazınının kült metinleri arasındaki ayrıcalıklı yerini şimdiden almış durumda…
1970 yılında Çanakkale’nin Bayramiç ilçesi büyük bir şiddet performansına sahne oldu. Kasaba ve civar bölgelerin çingene olarak adlandırılmayan sakinleri, çingene olarak adlandırılan sakinlerini hedef aldılar. Yüzlerce insan yerini yurdunu bırakıp Bayramiç’ten uzaklaşmak zorunda kaldı. Özateşler’in çalışması bu tarihsel anı anlamamızı mümkün kılan çok değerli bir veri setini önümüze getiriyor.
Bu kısa değerlendirme yazısı aynı anda hem yazarın yazın alanına katkılarının kısa bir özeti ve eleştirisi hem de Bayramiç olayı ile ilgili kitapta paylaşılan veriler kullanılarak, prekapitalist tabakalaşma ilişkilerinin kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu bir toplumda nasıl olup da güncel çatışmalara kaynaklık edebildiği tartışması için bir girizgâh olarak değerlendirilebilir.
Kısa Bir Teorik Didişme
Çingene (Tsigani) ve kıpti (gypsy) gibi jenerik sözcükler yüzlerce yıl boyunca çok geniş bir coğrafyada kullanıldılar. Bu adlandırmanın yöneldiği toplulukların tek dilli, tek kültürlü veya tek kökenli bir bütünlük teşkil ettiğini iddia etmek için hiçbir veriye sahip değiliz. Aksine Willems, Lucassen gibi yazarların çalışmaları kavramların heterojen, bulutsu bir kümeyi damgalamakta kullanıldığını işaret eden çok sayıda belge ve kaynağı ortaya çıkardı.
18. yüzyılda çingene olarak adlandırılan topluluklardan kimilerinin konuştuğu Romanes dili, Grellman ve Rudiger gibi yazarlar tarafından ustalıklı bir biçimde kayda geçirildi. Dil analizleri, Romanesin Hint dilleri ile olan bağlantısını işaret ediyordu. Öyleyse bu dili konuşanların atalarının en azından bir bölümü Hindistan’la ilişkili olmalıydılar. 19. yüzyılda bu düşüncenin etrafında bir başka önerme gelişmeye başladı. Yüzlerce yıldır derin bir gizem halesinin arkasında gizlenen “Çingenelerin” dili nihayet keşfedilmişti. Bu dili konuşanlar “gerçek Çingene” (Gypsy), konuşmadığı halde yaşam biçimleri nedeniyle çingene olarak adlandırılanlar “Çingenemsi” (Gypsy-like) topluluklar, “Çingeneleri” taklit eden yerli “avareler” olmalıydılar.
Bugün dahi “Çingenelik” olgusunu dil ve köken üzerinden ele alan çok sayıda yazar var. Esas olarak aynı ayrımı kullanmaya, Hint kökenli asıllarla yerli taklitçiler arasındaki ayrıma işaret etmeye devam ediyorlar. Okely’nin isyanı tam olarak bu noktada ortaya çıkmıştı. Özellikle Batı Avrupa örneğinde çingene / gypsy olarak adlandırılan gruplarla yaptığı etnografik çalışmalar açık bir biçimde heterojen bir toplulukla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyordu. Willems ve Lucassen’in katkısı ise Okely’nin antropolojik zeminde yaptığı tespiti tarihsel kanıtlarla güçlendirmek, çingene olarak adlandırılanların homojen bir dil / köken birliğine sahip olmadıkları gerçeğinin altını daha güçlü çizmek oldu.
Özateşler, kendisini büyük ölçüde bu gelenekle özdeşleştiriyor. Metninde özcü bir yaklaşımı esas almadığını, “Çingenelik” olgusunu toplumsal ilişkiler zemininde tartıştığını ifade ediyor. Tarafını bu şekilde belirlemesine karşılık yazarın metninde yer yer kimi özcü ön kabullerin bulunduğunu görmek oldukça şaşırtıcı. Türkiye’deki “Çingenelerin”, Lom-Dom-Rom isimli üç alt gruba ayrıldığı değerlendirmesi tam da bu durumu örnekliyor. Marsh’ın aslında doğrudan doğruya Hindistani öz anlayışına gönderme yapan bu tespiti Türkiye’de çingene / kıpti olarak adlandırılanların sadece Hindistani bir dil konuşanlar olmadığı gerçeğini görmezden geliyor. Abdallar, Tahtacılar ve diğerleri de Hindistani bir dil konuşmamalarına rağmen pek çok durumda hem devlet hem de sivil toplum tarafından bu şekilde adlandırılmış, damgalanmışlar. Özateşler’in bir yandan özcü anlayışla hesaplaşırken, diğer taraftan özcü yaklaşımın en basma kalıp önermelerinden birine, onunla kapsamlı bir hesaplaşmaya girmeksizin metninde yer vermesi metnin genelindeki titiz yaklaşımı ile çok da uyumlu değil.
Okely, Williams ve Lucassen geleneği kendi çalışma alanlarındaki yaratıcılıklarına karşılık karşı tarafın tezlerini eleştirirken yer yer sığlığa düşebiliyorlar. Yazarların, Matras’ın haklı olarak vurguladığı gibi Romanesin bir dil olarak varlığını ve onun Hindistan’la bağlantısını dilbilimsel kanıtlara yaslanmadan tartışmaları makul değil. Üstelik çingene olarak adlandırılan toplulukların homojen olmadıklarını tarihsel / etnografik çalışmalarla ispat etmek Balkanlarda Romanesi halen gündelik dil olarak kullanan milyonlarca Romanın Hindistan kökenini ve dilsel / kökensel bir birliğe sahip oldukları tezini sorgulamak için yeterli bir gerekçe olarak görülemez.
Matras tüm bu karmaşanın içerisinde kaybolmamak için “Gypsy” sözcüğünün iki anlamlılığına vurgu yapmayı öneriyor. Gypsy I, farklı kökenlerden gelen aynı sosyolojik özellikleri karşılayan bir ifadeyi, Okely-Williams-Lucassen’in “Çingenesi”; Gypsy II ise Romanes dilini konuşan toplumu ve bağlantılı grupları karşılıyor. Özellikle akademik tartışmalarda bu karmaşanın içine gömülmemek isteyen kimi antropologlar ise daha farklı bir yol tuttular. Joseph C. Berland’ın önerdiği “peripatetik” kavramı tam olarak Gypsy I’in karşılığı… Berland ve Rao sonraları bu kavramın içini ustalıkla dolduruyorlar. Endogamik, mekânsal hareketlilik seviyesi komşularının üzerinde olan ve geçimlerini çeşitli mal ve hizmetlerin başka topluluklara sunumu üzerinden sağlayan topluluklar, özel bir toplumsal form olarak bu kategori altında ele alınabiliyorlar.
Özateşler’in teorik tartışması Türkçe yazın için son derece zenginleştirici bir örnek olmasına karşılık peripatetik konseptini ciddi bir biçimde ele almıyor. En azından eleştirel bir analiz oldukça yararlı olabilirdi. Bu durumu talihsizlik olarak görüyorum. Yine Okely-Williams-Lucassen’in çingene olarak adlandırılan grupların homojen bir bütün olmadığını söylemekle yetinmek varken hoyratça işi Romanesin varlığını tartışmaya ve bu dilin Hint dilleriyle ilişkisini dilbilimsel hiçbir kanıt getirmeden sorgulamaya vardırmalarını da yadırgamıyor yazar. Hatta yer yer bu değerlendirmelere katıldığına ilişkin işaretler veriyor.
Kuramsal tartışmalarda hemfikir olmadığım noktaların olması benim açımdan metnin genelinin değerini hiçbir biçimde azaltmıyor. Zira 1970 yılında yaşanan tarihsel olaya ve bu tarihsel olayın öznelerine, bu öznelerin içinde biçimlendiği toplumsal bağlama ilişkin sahip olduğumuz bütün bilgileri yazarın emek yoğun eserine borçluyuz.
Bayramiç “Çingeneleri” ve Çatışmanın Maddi Zemini
Kitaptan 1970 öncesi bölgedeki yaşayan çingene olarak adlandırılan toplulukların ciddi bir iç tabakalaşmaya sahip olduklarını öğreniyoruz. Bir tarafta ağırlıklı olarak demircilik ve çalgıcılık yapan ve yerleşim tarihleri kesinleştirilemeyen yerliler var. Eski demirci ailelerden bazılarına mensup kimi bireyler fırınlarda, manavlarda, kahvehanelerde ufak işler yaparak geçinebiliyorlar; mevsimlik işler ve ticaret yapanları da vardır. Bir diğer grup 1923-24 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan’dan gelen mübadiller, Bayramiç’te daha ziyade “Muhacir Çingeneler” olarak adlandırılıyorlar. Bu grup geleneksel “Çingene” mesleklerini daha az yapan, daha ziyade piyasada hamal, şoför, ev hizmetlisi, zahireci ve ayakkabı boyacıları olarak çalışan kişiler; Nispeten yerleşik, daha az geleneksel bir grup. Bu özellikleriyle Muhacirler, çingene olarak adlandırılan bir diğer grup olan sepetçilerden belirgin bir biçimde farklılaşıyorlar. Sepetçiler geleneksel toplum yapısını daha fazla korumuş bir grup ve zamanla hamallık ve dilencilik yapmaya başlamışlar; aralarında yerleşik olmayanlar da bulunuyor.
Bayramiç’teki çatışma dinamiklerini anlamaya odaklanan yazar çatışmanın maddi zeminini teşkil eden arka planın tarihsel çözümlemesine girişir. Bayramiç kentleşme noktasında göreli geç kalmış bir şehirdir. Sanayi ve kentleşmenin etkileri yazara göre daha ziyade 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında kendisini göstermeye başlayacaktır. Bu süreçte tarımda makineleşme ile bağlantılı olarak meydana gelen üretim artışı yerel piyasaya canlılık kazandırmış ve çevre ile ilişkileri yoğunlaştırmıştır.
1960’larda dağdaki ormanlardan toplanan kereste temel ticari meta durumundadır. Yazar kereste ticaretinin işleyiş mekanizmasının rekabete ve nihai olarak çatışmalara açık karakterini son derece net bir biçimde ifade etmektedir. Bu sürecin çeşitli aşamalarında muhtelif ekonomik özneler arasında yer yer gerilimin olduğuna ilişkin sözlü tanıklıklar bulunmaktadır. Özellikle odunların taşınması meselesi temel bir rekabet alanıdır. Kara taşımacılığı ve kereste nakliyesi erken dönemlerde daha ziyade tarımsal geçim olanaklarına sahip olmayanların yaptığı bir iştir. Sektör diğer toplumsal gruplar tarafından fazla tercih edilmediği için özellikle Muhacirler grubuna mensup bireyler bu alanda çalışmaya başlamışlardır. 1960’ların sonunda ormancılığın gelişmesiyle birlikte geçmişte tercih edilmeyen bu sektöre yoğun bir ilgi uyanmaya başlamıştır. Kısa süre içinde eskilerden beri taşımacılık sektöründen yer alan Muhacirler hızla etkinleşecek, bu arada sektörün cazibesinin artmasıyla birlikte alana müdahil olmaya çalışan çingene olmayan Bayramiç sakinleri ile “Çingeneler” arasındaki rekabet gün geçtikçe artacaktır.
Özateşler kavganın arka planındaki maddi zemini ortaya koyarken bir yandan da yerel tabakalaşma ilişkilerine gönderme yapmaktadır. Bir tarafta güçlerini toprak sahipliğinden alan, anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e devredilmiş elitler vardır; bu aileler CHP’yi desteklemektedir. Yeni gelişen ticaret, sanayi ve kentleşme süreçlerinden yararlanarak güçlenen, eşrafın içinden çıktıkları düşünülebilecek yeni elitler ise daha ziyade DP ve onun devamcısı konumundaki AP’yi desteklemektedir. Muhacirler grubunun taşımacılık sektörünün önem kazanmasıyla artan ekonomik sermayesi, kazandıkları prestij özellikle yeni koşullarda güçlenmeye başlayan yeni elitler için bir endişe kaynağı olmuş ve “hırslarını açığa çıkarmıştır”. Yükselme hırsıyla yanıp tutuşan yeni elitler önlerini kesen bu küçük engeli ne pahasına olursa olsun bertaraf etmelidirler.
Yazar 1970 öncesi değişen şartlara bağlı olarak yüksek bir gelir ve statü elde eden Muhacirlerin “ırksal / etnik hiyerarşiyi” ihlal ettiklerini ifade etmektedir. “Çingenelerin” güçlenmesi karşısında onları ait oldukları yere yerleştirecek yerel bir tepki ortaya çıkmıştır. Özateşler Yerlilerin en azından ilk aşamada daha az tehlike olarak görüldüğünün altını çizer. Zira onlar hadlerini bilmekte, “Çingenelere” “özgü” işlerde çalışmaktadırlar. Muhacirlerin taşımacılık sektöründeki artan varlığı ise mevcut dengeyi bozmuştur. Böylece çatışma zemini ortaya çıkmış ve toplumsal dinamikler harekete geçmiştir. Öncelikle gerilim ve çatışmayı haklılaştıran bir söylem üretilir. “Çingeneler Türk kızlarına laf atmış”, “sarkıntılık etmiştir”. Söylem yaygınlaştıkça, tepki görünür hale gelir. Olayın failleri taşımacılık ve ormancılık sektöründeki gelişmelerden daha fazla kar elde etmeyi uman yeni elitlerdir. Çingene olarak adlandırılan Bayramiç sakinlerinin sektör içerisindeki varlığı ve giderek artan etkinliği, onların önünü tıkayan bir duruma geldiğinde, merkeze gelen işsiz köylüleri ve benzeri diğer toplumsal kesimleri harekete geçirerek şiddeti örgütlemişlerdir.
Olaylar sırasında savcı olarak görev yapan ve kendisi de saldırgan grubun hışmına uğrayan Rahmi Özel’in o dönem gazetelerde yayınlanan sözleri yaşananların arka planı ile ilgili olarak son derece önemli bir yazılı kaynak teşkil etmektedir. Savcıya göre olayın asıl sebebi “Kıptiler” ve “Yerliler” arasında bir kamyonla ilgili olarak başlayan çatışmadır. İlk saldırı 18 Ocak 1970 tarihinde Muhacirlere karşı yapılmıştır; bu saldırıda 38 ev zarar görür. Olaylar hızlı büyür. Savcı Rahmi Özel’e göre yaklaşık 3000 kişi “devlet otoritesini hiçe sayarak” ellerinde bayraklarla yürüyüşe geçerler. Saldırganları durdurmaya çalışan savcının kendisi 30-40 kişilik bir grup tarafından darp edilir.
Sonuç Yerine: Alternatif Bir Teorik Soyutlama
Özateşler’in 1970 yılında Bayramiç’te yaşanan çatışmayı bir biçimde mevcut statükoyu tehdit eden bir sosyal unsura diğerleri tarafından “yerinin bildirilmesi” olarak okuması son derece ilham verici bir tespit. Bu tespitten hareketle farklı kavramlarla tartışmayı derinleştirmek mümkün. Öncelikle yazarın mevcut “ırksal / etnik” hiyerarşi dediği ve meydan okunmalara karşı son derece dirençli olan olguyu, ben prekapitalist toplumsal tabakalaşma hiyerarşisi olarak anlıyorum.
Günümüzde piyasa ilişkilerinin hakimiyeti büyük ölçüde evrenselleşmiştir. Buna karşılık prekapitalist tabakalaşma formları kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu gezegenimizde piyasa koşulları ve sermaye birikiminin evrensel çıkarlarına uyumlu bir biçimde yeniden yapılanmakta, özellikle Avrupa dışı kapitalizmlerde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun prekapitalist bir toplumsal formasyon olarak analizi ile ilgili olarak Amin’in “Haraçlı Üretim Tarzı” modellemesi bana oldukça işlevsel gözüküyor. Yazar bu ifadeyle prekapitalist toplumsal formasyonların artı-ürüne ekonomi dışı araçlarla el konulması pratiğine dayanan, temelde tarımsal toplumlar olduklarını ifade etmektedir. Kanımca söz konusu prekapitalist formasyonun işleyiş dinamiklerinin toplumsal tabakalaşmayı da şekillendirdiğini söylemek indirgemeci bir yaklaşım sayılamaz. Şöyle ki prekapitalist toplumsal formasyonlarda toplum, artığa el konulmasını sağlayan mekanizmanın kontrolüne sahip olanlar ve bu mekanizmanın dışında kalanlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde güç genel olarak merkezde toplanmakta, artığın emilmesinin temel aracı olan ve İbn-i Haldun’un “asabiyetin” (baba yanlı soy, kabile-klan dayanışması) temel gayesi dediği mülk ya da devlet toplumsal ilişkilerin odağına yerleşmektedir. Devletin içinde örgütlenmiş olan askeri sınıf, fetih araçları ile yerel formasyona dış kaynak sağlayan ve aynı zamanda yerel artı ürüne sistematik biçimde el konulmasını ve artı ürünün sürekliliğini güvenceye alan bir kümedir. İbn-i Haldun, Kıvılcımlı, Küçükömer, Divitçioğlu, Engels, Marx, Oppenheimer ve diğerlerinin prekapitalist formasyon analizlerinden ve farklı bağlamlarda yaptıkları tartışmalardan hareketle tabakalaşmanın en üst basamağında askeri sınıfın olduğu ifade edilebilir. Askeri sınıf, bütün prekapitalist hâkim kategoriler gibi kendisini dinsel-kültürel kriterler üzerinden kurmakta, savaş gücü ve motivasyonunu buradan almaktadır. Artı ürünü üreten reaya ise kendi içinde alt katmanlara ayrılmaktadır. Müslüman reaya gerektiğinde yerel toplumsal formasyonun sürekliliği için gerekli bir girdi olan ganimet ve yeni vergi kaynaklarına ulaşmak üzere cephede savaşmak yükümlülüğüne sahiptir. Gazaya katılmak, aynı zamanda kural dışı katılım olasılıklarını arttıran, ama daha da önemlisi askeri sınıfla aynı değer sistemini paylaşan bir grup olmayı mümkün kılar. Buna bağlı olarak İslam reaya cizye vergisi ödemez. Müslüman olmayan reaya ise savaşma salahiyetine sahip görülmediği ölçüde cizye ödemekle yükümlü kılınmıştır. Müslüman reaya ile Müslüman olmayan reaya arasında net bir tabakalaşma ilişkisi vardır. Müslüman reaya, Müslüman olmayan reayanın üstünde, hâkim bir konumdadır. Kapitalist ilişkilerin temelde dış dinamiklerin devindiriciliği ile Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmesi sürecinde, Müslüman reaya ile Müslüman olmayan reaya arasındaki bu tabakalaşma ilişkisinin yeniden tanımlanması zorunlu hale gelmiştir.
Önceleri “Çingene”, daha geç dönemlerde ağırlıklı olarak “Kıpti” olarak adlandırılan küme, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal tabakalaşma hiyerarşisinde tıpkı reaya gibi askeri sınıfın altında yer almaktadır. Askeri sınıfa girişlerinin engellenmesi için son derece katı engeller getirilmeye gayret gösterilmiştir. Kıpti olarak adlandırılan grupların mensupları cizye ödemekle yükümlü olup, istisna halleri dışında askere alınmamaktadırlar. Ginio’ya göre bu grubun mensupları Müslüman olsalar dahi cizye yükümlülüklerinin tümüyle ortadan kalkmamakta, ancak kısmi bir indirimin söz konusu olmaktadır. Kıpti olarak adlandırılan gruplar yerel prekapitalist tabakalaşma içerisinde, artı ürünü üretmelerini mümkün kılacak üretim araçlarından tümüyle yoksun bir fazla nüfus kategorisi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Dahası askeri sınıf ve reayanın muhtelif tabakaları tarafından her türlü dinsel aidiyet ve değerler sisteminden yoksun bir grup olarak damgalanmakta, buna bağlı olarak da Müslüman olmaları onların cizye yükümlülüğünden kurtuluşları için yeterli bir durum olarak görülmemektedir. Güç ilişkilerinin odağındaki mülk / devlet gerçeğinin neredeyse tamamen dışında yer almakta, istisnalar bu noktadaki kaideyi bozmamaktadır, sosyal-ekonomik-kültürel sermaye bileşimleri; bu noktada Bourdieu’nun sosyal-kültürel sermaye kavramsallaştırmasını tartışmaya dahil etmenin yaptığı eklektik çağrışımın farkındayım ve buna rağmen bu kavramları kullanmakta ısrar ediyorum; büsbütün farklı bir biçimde yapılanmaktadır. Kapitalist ilişkilerin gelişmesi sürecinde özellikle hukuksal düzeyde çok şey değişmiş olsa da kıpti olarak adlandırılan grupların prekapitalist tabakalaşma içerisindeki konumları büyük ölçüde sabit kalmıştır, reayanın her iki kategorisinin de tabakalaşma hiyerarşisinde kendi altlarında gördükleri bir grup olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Özateşler’in çalışması, söz konusu tarihsel arka plana yaslanan tekil bir olayın işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Bayramiç’te ağırlıklı olarak tarımla uğraşan ahalinin yapmayı tercih etmediği kamyonculuk alanındaki mevcut boşluğu Muhacirler doldurmuşlardır. Piyasa koşulları, teknik gelişme ve kapitalist ilişkilerin gelişimi sürecinde ortaya çıkan bu boşluğun Muhacirlerce doldurulması, prekapitalist tabakalaşma ilişkisine aykırı değil, aksine onu yeni şartlarda üreten bir durumdur. Dönemin koşulları çerçevesinde aşağı görülen yeni bir ekonomik faaliyet, toplumsal tabakalaşmanın daha alt basamaklarında yer alanlarca doldurulmaktadır. 1960’larda şartların değişmeye başlaması ile birlikte mesleğin prestiji artmış, vaat ettiği ekonomik sermaye artışı eşrafın içinden çıkan yeni elitler için cazip bir alan olarak görülmeye başlanmıştır. Bu tarihsel anda ise çingene olarak adlandırılan grupların söz konusu ekonomik faaliyeti yapması artık prekapitalist tabakalaşma ilişkilerine aykırıdır. Mesleğin getirisinin artışı Muhacirlerin gelir seviyelerini, bu arada da sosyal sermayelerini ve toplumsal etkinliklerini arttırmaktadır. Kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu bir coğrafyada yeniden yapılanarak da olsa varlığını koruyan prekapitalist toplumsal ilişkilerin korunması onların güçlerini arttırması halinde mümkün olmayacaktır. 1970 yılında örgütlenen saldırı, söz konusu prekapitalist tabakalaşma ilişkilerinin sürdürülmesi ve korunması için, hâkim gruplarca bir koalisyon halinde geliştirilmiş ve ekonomi dışı araçlarla yapılan bir müdahaledir. Müdahale başarıya ulaşmış, yerel düzeyde prekapitalist tabakalaşma ilişkisi korunmuş, herkese yeri bildirilmiştir.