Soykırım, savaş, doğal afet gibi oldukça ağır ve sürekliliği olan travmalar yaşayan ailelerde konuşulmayan, ancak bilinçaltına yerleşen korkular kendini aile içindeki iletişimde çifte mesaj (Doppel-Bottschaft) şeklinde gösteriyor.
Jean-Francois Millet (1814-1875)’in L’Angelus adını verdiği ünlü resminde ellerini dua eder gibi kavuşturup bir patates sepetinin önünde duran bir kadın ve erkek figürü vardır. Yıllar sonra İspanyol ressam Salvador Dali (1904-1989) bu resimden esinlenerek aynı resmi kendi tarzıyla 64 kez tekrar tekrar çizer.
Millet’in resmi röntgen ışınlarıyla incelendiğinde patates dolu sepetin altında düzeltme işaretlerine rastlanır. İncelemenin sonunda gerçekte patates sepetinin yerine bir çocuk tabutunun resmedildiği farkedilir. J.-F. Millet’in hatıralarında resimle ilgili yazdıkları da dikkat çekicidir. Ressam o resimdeki çocuk tabutundan bahseder ve bunu bir arkadaşıyla konuştuktan sonra değiştirmeye karar verdiğini ekler. Çünkü arkadaşı ona resmin tabuttan dolayı çok kasvetli göründüğünü ve bu halde satılmasının zor olduğunu söylemiştir.
Bu hikaye resmi büyülenmiş gibi defalarca çizen Salvador Dali’ye anlatıldığında onun verdiği cevap şu olur: “Resimdeki o ölü çocuğun kokusunu her zaman duydum.”
Salvador Dali yine bu resimle olan bağlantısını 1974’te kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle dile getirir: “Ben hayatı yaşamadan önce ölümü yaşadım. Erkek kardeşim benim doğumumdan üç ay önce öldü. Annem bundan dolayı çok derin üzüntü içindeydi. Daha onun karnındayken anne-babamın korkusunu sezdim. Ruhu beni tutan bu ölü kardeş aslında anne karnındayken bana gösterilmesi gereken ilgiyi de almıştı. Onun isminin de, babam ve benim gibi Salvador olması tesadüf değil. Ben bu ilgisizliğin boşluğuyla yaşamayı öğrendim. Ama hiçbir zaman o boşluğa alışamadım.”
Bu satırları ve buna benzer başka örnekleri psikoanalitik bakış açısıyla açıklayan Anne Ancelin Schützenberger’in Almanca’ya “Oh, meine Ahnen” adıyla çevrilen kitabından okumanız mümkün. Schützenberger, Fransızca kaleme aldığı kitabında geçmişte yaşanan travmatik ve önemli bazı olayların herhangi bir şekilde (nasıl olduğu henüz belli değil) nesilden nesile aktarıldığını, yaptığı bilimsel deneylerle ispatlıyor. Sunduğu tezlerinde reenkarnasyon, yani yeniden doğum öğretisiyle arasındaki mesafenin altını çizen Schützenberger, ancak disiplinlerarası bir çalışmanın yaptığı tespitin kompleks arka planını ortaya koyabileceği görüşünde.
Ahnen kelimesi Almanca’da insanın sezgisel yolla yaşanmış ya da yaşanacak olan olaylar hakkında birtakım bilgilere sahip olması, ancak bu bilgileri tam olarak tanımlayamaması anlamına geliyor. Bu konuda yapılan araştırmalar Ahnenforschung adıyla bir kategoride toplanmış durumda. Peki Anne Ancelin Schützenberger’in yaklaşık 250 sayfalık kitabında yaptığı bilimsel tespit tam olarak nedir? Nasıl tanımlanabilir?
Sezgiler yoluyla sahip olunan bilgiler
“Önceki kuşakların tekrar bize dönen hayatları (Wie das Leben unserer Vorfahren in uns wiederkehrt)”. Bu sözler ön kapakta kitabın isminin hemen altında yer alıyor ve kitabın içeriği hakkında bilgi veriyor diyebiliriz. Ancak kitabın ismindeki Ahnen kelimesinin Türkçe’ye birebir çevirisi zor olabilir. Öte yandan Anadolu coğrafyasında özellikle toprağa bağlı yaşama kültürü içerisinde bu tür sezgisel bilgilerin bölge halkları tarafından dikkate alındığından söz etmemiz de mümkün. Anadolu’da yaşayan değişik etnik gruplardan insanların nereden bildiklerini ya da sezdiklerini tanımlayamadıkları halde bir durum karşısında “içime doğdu / ayan oldu” şeklinde açıklamalarda bulunmaları, gördükleri rüyaları yorumlamaya çalışmaları, aile sohbetlerinde geçmişte yaşananlarla ilgili paraleller bulmaları, yer ve kişi isimlerine mana yüklemeleri Almanya’daki “Ahnenforschung” kategorisinde incelenebilir. Bu durumu daha çok rasyonel düşünmek zorunda kalmayan kırsal bölge insanlarının kendi sezgilerini dinleyerek geliştirdikleri bir tecrübe olarak görmek mümkün.
İşte Anne Ancelin Schützenber kitabında bu sezgilere dayalı tecrübe birikimini mercek altına alarak psikoanalitik bir çalışma yapıyor.
Kitap başlıca üç ana bölümden oluşuyor:
- Birinci bölümde kuşaklar arası transferin psikoanalitik yöntemlerle nasıl ele alındığına dair bilimsel araştırmalarla ilgili bilgiler sözkonusu.
- İkinci bölümde yazar kendi yaptığı pratik deneylerden yola çıkarak örneklerle tezlerini ispatlıyor.
- Üçüncü bölüm verilen bilgileri ve sözü edilen bilimsel kavramları derinleştirmeye yönelik 14 ekten oluşuyor.
Bütünlüklü düşünecek olursak kitap psikoanalitik yöntemlerle birey-toplum ilişkisini tarihsel geçmişi de hesaba katarak ele alıyor diyebiliriz. Böylece farklı boyutları olsa da evrendeki bilgilerin bir tür sonsuzluk ya da zamansızlık çizgisi içinde yer değiştirdiğinden, ancak hiçbir zaman kaybolmadığından söz edilebilir.
Bu teze göre bireyin iç dünyasında, başka bir deyişle ruhunda kendisinin tecrübe etmediği bazı tarihsel yaşanmışlıklar da kayıtlı. Özellikle savaş, sürgün, işkence, tecavüz, katliam gibi iyileşmesi zor travmalara yol açan yaşanmışlıklar, konuşulmasa bile kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bazı bilimsel araştırmalara göre bu durum hayatta kalabilmek için bilinç dışı bir şekilde gerçekleşiyor. Yine aynı doğrultudaki psikoanalitikçiler bunu bir metaforla, sıcak bir patatesin elden ele verilmesi olarak tanımlıyor. Anne Ancelin Schützenberger ise uyguladığı terapi yöntemiyle bu bilgilerin tespit edilip üzerine konuşulması sağlandığında travmaya yol açan olayın etkisini kaybedeceği görüşünde. Yani ona göre elden ele dolaşan (kuşaktan kuşağa aktarılan) “sıcak patatesten” kurtulmak da mümkün.
Genosoziagram içinde “Sıcak Patates”i aramak
Yazar en başta hastalarının iç dünyalarıyla ilgilenirken onların ailelerinde de benzer kronik rahatsızlıkların varlığını tespit etmiş ve konuyla ilgili olarak genosoziagram adını verdiği bir çizelge geliştirmiş. Detaylı ve kompleks ilişkileri de içine alan bu çizelge, bir ailenin soyağacını inceler nitelikte. Çizelgelerde başka bir deyişle, soyağacında kuşaklar öncesi yaşanmış, önemli olaylar (evlilikler, mesleksel başarılar ya da başarısızlıklar), isimler, yerler, tekrarlanan tarihler, hastalıklar, kazalar, ölüm biçimleri vb. ele alınıyor. Bunların arasındaki sistem tespit edildiğinde rahatsızlığın kaynağı da belirlenmiş oluyor. Yani bireyin iç dünyasında kapalı olan bir kapı açılıp oradasaklı duran korku, kaygı, çekince bilinç üstüne çıkarılarak etkisi yok ediliyor. Başka bir deyişle sıcak patates bir sonraki kuşağa verilmeden, elden bırakılmış oluyor.
Schützenberger’in bu çalışmaları sırasında Fransa’da görüştüğü Ermeni ve Yahudi hastaların tedavisinde elde ettiği veriler son derece ilginç. Somut örneklerden birisi; kızının ölümünden sonra çocuk sahibi olmak istemeyen bir annenin korkularıyla ilgili.
Bu örnekte anne göbek bağı boynuna dolandığı için sorunlu bir şekilde dünyaya gelen kızından bahseder. Kızı yedi yaşına geldiğinde hastalanıp ölür. Aynı kadın, kız kardeşinin kızının da yine kafasında yaşadığı bir sorundan dolayı yedi yaşında öldüğünü anlatır. Korkuları bu kötü ölümlerin tekrarlanacağı yönündedir. Schützenberger bir oturumda kadına neden sürekli boynunda şal taşıdığını sorar. Kadın boynu kapalıyken kendini daha güvende hissettiğini söyleyince Schützenberger bu cevapla yakından ilgilenir. Kız kardeşinin de sürekli boynunda bir şal taşıdığını öğrenir. Ayrıca ailede kendisi gibi diğer akrabaları da kuaför olarak çalışmaktadır. Schützenberger ailede kafa olayının neden bu kadar önemli olduğunu anlamaya çalışır. Geonsoziagram çizelgesi üzerinde birkaç kuşak öncesini araştırırken, hastasının anneannesinin çocukluk döneminde Anadolu’da kendi kız kardeşlerinin ölümüne tanık olduğunu ortaya çıkarır. Ermeniler’e yönelik soykırım sırasında anneannesinin kız kardeşlerinin kafası kesilmiş ve daha sonra o kafalar bir sopanın üzerine geçirilerek teşhir edilmiştir. Böylesi bir travmanın üzerine daha önce hiç konuşulmadığı halde, ailedeki iki çocuğun kafalarında sorun yaşaması, hastanın sürekli kafasını güvenceye almak için boyun bağı takmak istemesi ve ailedeki kadınların kuaförlük mesleğini seçmesi bir tesadüf değildir. Yine buna benzer başka örnekler Yahudi ailelerle yapılan çalışmalarda da bazı tesadüfler-işaretler yoluyla ortaya çıkmaktadır. Schützenberger’e göre sebebi bilinmeyen bazı korkuların, kabusların, tabuların, davranış biçimlerinin, hatta süreklikendini tekrarlayan ve ailenin kaderi zannedilen bazı olumsuzlukların sebebi önceki kuşakların yaşadığı ama henüz bilince çıkaramadığı travmalarla ilgilidir.
Aile terapisinde psikoanalitik yöntemler
Genosoziagram modeliyle psikoanalizde yeni bir tedavi şekli geliştiren Schützenberger aile terapisinin birbirini destekleyen ve tamamlayan başlıca dört ana yöntemle gerçekleştirilebileceğine değiniyor. Bunlar kitapta şöyle sıralanıyor:
- Sistemli aile terapisi: Gerek bireyde gerekse ailesinde ve önceli olan kuşaklarda dile getirilmemiş, ancak ruhlarda kayıtlı olan bilgilerin varlığını kabul etmek gerekli (Yani kuşaktan kuşağa -genetik yoluyla değil ama başka bir şekildeaktarılan bir şey var).
- Stratejik aile terapisi: Burada sorun tespiti yaparken travmaların kuşaktan kuşağa geçtiği gerçeğini göz önünde bulundurmak önemli bir rol oynuyor (Kuşaktan kuşağa verilen ve aslında istenmeyen şey, sıcak bir patates).
- Yapısal aile terapisi: Bireyin aile ilişkisinde paralelleri ve tekrarları tespit ederek alışkanlık haline gelmiş olan ilişkilerin nasıl değiştirilebileceği üzerine çalışmak (Sıcak patatesin hangi elle ve ne zaman verildiğini ortaya çıkarmak).
- Analitik aile terapisi: Sorunun kaynağının bulunmasından sonra çözüme odaklı biçimde, korkuların, travmaların ve tabuların kalkması yönünde yöntemler geliştirmek. (Sıcak patatesi elden ele vermek yerine onu boşluğa bırakıp kurtulmak).
Ancak kitabın devam eden bölümlerinde sıcak patatesi elden ele vermeyip, ondan kurtulmanın çok da kolay olmadığına rastlıyoruz. Çünkü kompleks ilişkiler içinde oldukça derine kodlanmış olan travmatik hatıralar ailede bir sadakat (Layalität) durumu da yaratıyor. Öyle ki travmadan dolayı oluşan davranış biçimleri nesilden nesile sürdüğü için bu bir süre sonra aile geleneği oluşmasına yol açıyor ve her aile bireyi kendini o geleneğe uymak zorunda hissediyor. Aile bireyleri arasındaki bağ onlarınyatı algılaması ve hayata karşı verdikleri travmatik reaksiyonlarla bütünleşiyor. Haksızlığa uğradığı halde ailedeki sorunları çözememe, güvenin sarsılmış olması, suçluluk duygusu, sorunlardan kaçış, iş ya da maddi açıdan başka bir aile üyesini sömürme, görev ve sorumluluk üstlenmek zorunda hissetme, kendini ailedeki birine adama gibi açıklanamayan bazı kronik rahatsızlıklara sebep olan davranış biçimlerinin kaynağında bireyin değil, içinde bulunduğu ailenin travmatik geçmişi etkili oluyor. Soykırım, savaş, doğal afet gibi oldukça ağır ve sürekliliği olan travmalar yaşayan ailelerde konuşulmayan ancak bilinçaltına yerleşen korkular kendini aile içindeki iletişimde çifte mesaj (Doppel-Bottschaft) şeklinde gösteriyor. Söylenmediği halde davranışlar yoluyla kastedilen birtakım mesajlar ailedeki bireylerden biri tarafından anlaşılmadığında, o aile bireyi eksik ya da aileye yeterince bağlı olmamakla suçlanıyor. Burada herkesin dünyaya gelirken ailesindeki sözlü ve sözsüz tüm iletişim şifrelerine hakim olduğu sonucunu çıkarmamız da mümkün.
İnsan psikolojisindeki kara delik
Psikoanalizin kurucularından olan S. Freud insanların dile getirilemeyen ve tarif edilemeyen bir derinliği olduğunu söylerken, bu yeri başka sahne ya da kara delik olarak adlandırmaktadır. Yine aynı alanda çalışmalarıyla psikoanalizitiren T. Reik 1990’da “üçüncü kulak”tan, Rosny ise 1999’da “üçüncü göz”den bahseder.
Bu üç tanımda algılar ve mekan tariflere yansırken, -farkedilebilecegi gibizaman unsuru dile getirilmemektedir.
Anne Ancelin Schützenberger ise kitabının ilk sayfalarında bir örümcek ağı metaforuyla durumu açıklamaya çalışır. Ona göre dünyaya gelen her insan kendi genetik öncelinin ördüğü bir örümcek ağı içindedir. Kendisinden önce örülmüş olan bu ağın içinde hareket ederken aynı zamanda kendi yaşadıklarıyla da bu ağı örmeye devam eder. Burada Schützenberger analitik aile terapisine gönderimde bulunarak, ağın gidiş yönünün değiştirilmesinin tek tek bireyler bazında mümkün olduğunun altını çizmektedir. İşte bu kitabı diğer psikoanalitik çalışmalardan ayıran da sorunsala kısmen de olsa çözüm odaklı yaklaşmış olmasıdır. Kitabı özel kılan noktalardan biri de bireyin iç dünyasının toplumsal ve tarihsel verilerle bağlantısının kurularak açıklanmaya çalışılması.
Bilindiği gibi İstanbul ve Anadolu coğrafyasında Avrupa’daki Aydınlanma süreci, rönesans, reformasyon, sanayi devrimi, coğrafi keşifler gibi rasyonel düşüncenin önünü açan gelişmeler yaşanmamıştır. Bu yanıyla Türkiye’de yaşayan halkların sezgisel algılarının Avrupalı halklara nazaran daha yüksek olduğundan yola çıkabiliriz. Böyle bir durumda; yüzyıllardan beri İstanbul ve Anadolu’da etnik grupların tek tek yaşadığı tarihsel kıyım, savaş, imha ve asimilasyon olayları düşünüldüğünde, milyonlarca insanın istemediği sıcak patatesleri elden ele dolaştırdığından da söz etmemiz mümkün. Özellikle Müslümanlaşmak zorunda kalan Ermeniler, Süryaniler, mübadeleye uğrayan Rumlar, dini inançlarını yaşama korkusu içindeki Aleviler, yaşadıkları alanları devlet şiddetiyle terketmek zorunda kalan Kürtler travmatik geçmişleriyle yaşamak zorunda. Bu toplumsal travmalardan kurtulabilmek için Anne Ancelin Schützenberger’in kitabının Türkçe’ye de çevrilmesi, belki küçük ama iyi bir başlangıç olabilir.
Bu yazı Mesele Kitap dergisinin Aralık 2016 tarihli 120’nci sayısında yayınlanmıştır