Sanatçı ve fotoğrafçı Alp Esin’in “Bir Duvar Sergileri” projesinin ilki “Olmayan Geçmiş İmkansız Gelecek”, 6 Şubat’ta Beyoğlu Muaf’ın birinci katındaki “duvarda” açıldı. “Duvar”ı özellikle belirtmenin önemi, projenin tam olarak bu nokta etrafında şekilleniyor olmasından kaynaklanıyor.
Çünkü “Bir Duvar Sergileri”, Muaf Beyoğlu’nun birinci katında sadece bir duvarla sınırlı alanda açılacak sergi serisi olarak görece dar alan içerisindeki ifade olanaklarını araştırmayı, farklı nedenlerle gösterim şansı bulamayan işler ve sanatçılar için alternatif bir sergi alanı olmayı amaçlıyor. Serinin katalog, açılış ve sanatçı konuşması dahil olmak üzere bütünlüklü bir sergi programı var ve şimdiden program Ağustos ayına kadar dolu.
Beyoğlu Muaf’da 27 Şubat’a kadar görülebilecek “Olmayan Geçmiş İmkansız Gelecek” sergisi ise “Bir Duvar Sergileri” projesinin yaratıcısı Alp Esin’in kent, kırsal ve pastoral olan ile ilişkimizin yakın tarihteki dönüşümü üzerine sorular üreten iki farklı seriyi bir araya getiriyor. İlk seri Esin’in, 90’lara kadar orta sınıf evlerin duvarlarını süsleyen seri üretim pastoral yağlı boya resimler ile ürettiği satirik kompozisyonlardan ikinci seri ise yapma plastik çiçeklerin natürmort resim geleneğine referans veren fotoğraflardan oluşuyor. Esin ile sanatçılara alternatif bir alan açan “Bir Duvar Sergileri” projesi ve projenin ilk ayağı olan “Olmayan Geçmiş İmkansız Gelecek” sergisi ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.
Muaf Beyoğlu’nun sadece bir duvarını sergi alanına dönüştürme fikri nasıl doğdu?
“Bir Duvar Sergileri”, belirli bir mekandan bir duvarı çalmak, daha doğrusu kaçırmak ve bir bunu sanat alanına, galeriye dönüştürmek ile ilgili bir fikirdi. Bütün süreç bir galeri gibi işleyecek ve bu duvar, afişi, kataloğu, sergi yazısı ve satışı olan sergiler için bir alan olacak. Daha önce de kafe içinde ya da farklı mekanlar içerisinde açılmış sergiler yapılıyordu elbette ancak işler bütün mekana yayıldığında serginin mekanın dekorasyonunun içerisine gömüldüğünü düşünüyorum. Mekanın içersinden bir duvarı çalabilmek ve onu galeri alanına dönüştürmek ise duvarı tarif ederek mümkün olabiliyor. O yüzden son derece sınırlı bir alan olarak 2,5 metreye 2,5 metre bir duvarı Muaf Beyoğlu’ndan bu proje için istedim. Çünkü bazı küçük işleri göstermek için ya da bazı küçük denemeler yapmak için alanın olmadığını düşünüyorum.
İstanbul merkezli Türkiye sanat ortamından bahsediyorsun sanırım.
Evet, İstanbul merkezli sanat ortamında grup sergilerinde de kişisel sergilerde de büyük işler üretmeye yönlendiriliyorsunuz. Bu durum prodüksiyon anlamında da sorun yaratıyor. Örneğin galeriler sanatçının üreteceği eserlerin prodüksiyon masraflarına çoğunlukla katılmıyor ve açtıkları sergilerde sanatçılara, sanatçı katılım ücreti ödemiyorlar. Tamamen tek yönlü bir ilişkiye zorluyorlar sanatçıyı ve bu tek yönlü ilişki içinde hem fikrin hem de işin büyük olması talep ediliyor. Başlangıçtaki amacım belli bir fikri deneyebileceğimiz ve küçük olanın da etkili olabileceğini gösterebileceğimiz bir mekan yaratmaktı. Bu amacı bir duvara özetlemek de o küçülme fikri ile birlikte geldi. Aynı zamanda birçok iyi iş farklı nedenlerle gösterim şansı bulamıyor. Projenin aynı zamanda fonksiyon açısından da doğru olduğuna karar verince Muaf Beyoğlu ile konuştum ve bu da süreci kolaylaştırdı.
Muaf Beyoğlu nasıl yaklaştı projeye? Süreç nasıl ilerledi?
Muaf, müşterisi ile ilişkisinde zaman içerisinde kendi geleneğini oluşturabilmiş bir mekan. Bu durum da proje için teklifi yapmayı fazlasıyla kolaylaştırdı. Muaf Beyoğlu, elinden gelen her şeyi yapmayı kabul etti. Hatta daha geniş bir alan teklif ettiler ama ben mekanın içinde dekorasyon haline dönüşecek bir iş yapmamak için özellikle bir tek duvarda ısrar ettim. Aslında başından beri de o bir duvarın hangi duvar olacağı konusunda da bir fikrim vardı.
“Bir Duvar Sergileri” projesi, “Bir yeri galeri haline yani tanımlı bir sanat sergileme mekanı haline getiren nedir? sorusunu da doğuruyor. Sanat yapıtı bağlamından bakarsak sanatçının onu sanat olarak tanımlaması ile birlikte sanat eseri kavramıyla ilgili bir tartışma yürütmesi bir nesnenin sanat işi olarak tanımlanmasını mümkün kılabiliyor. “Bir Duvar Sergileri” projesinin de o duvarın sanat sergileme alanı yani galeri olarak tanımlanması ve işlev kazanması ile birlikte İstanbul’daki galeri mekanlarının yerleşik pratiklerini sorgulayan da bir yönü var diye düşünüyorum. Ne dersin?
Çeşitli nedenlerle gösterim şansı bulamayan işler ve sanatçılar için alternatif bir sergi alanı olarak projenin küçük de olsa bir meydan okuma olduğu doğru. Birilerinin dikkatini çekme amacı olduğu da doğru. Bu noktada sergilerin satışa açık olmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. İşlerin küçüklüğü oranında bir fiyatlandırma yapıp ulaşılabilir, alınabilir bir sanat nesnesi ile insanları karşı karşıya bırakmak önemli. Biz sanat hakkında konuşan ve düşünen insanlarız ancak evlerimizde çoğunlukla sanat eseri yok. Çünkü sanat işlerinin bir tarafdan ulaşılmaz olduğu düşünülüyor. Öbür tarafdan da çok gerek de görülmüyor aslında.
“Bir Duvar Sergileri”nin ilk ayağı da senin “Olmayan Geçmiş ve İmkansız Gelecek” sergin oldu. “Olmayan Geçmiş ve İmkansız Gelecek” ne anlama geliyor?
Öncelikle sergi, “Bir Duvar”ın bir deney alanı olması ve o deney alanından yeni bir iş çıkması açısından da iyi bir örnek oldu. Çünkü bir süre önce başladığım iki farklı projeyi birleştirerek tek bir sergi yaptım. Serginin temelini, evlerdeki yerlerini 1990’ların başına doğru kaybeden ucuz manzara resimleri üzerine ürettiğim kompozisyonlar oluşturuyor. Temel aldığım pastoral manzaralar, yaşadığımız ülkede, kentli nüfusun çok büyük bir çoğunluğunun bir yerlerden göç ederek geldiklerini göz önünde bulundurursak ortak hayal gücü geçmişi imliyor. Üçüncü kuşağın evlerde söz sahibi olması ise bu resimlerin de sonunu hazırlayan şey oldu. Ben de böylece bu işlerde kullandığım resimleri, bir hurdacının arabasında buldum ve gerçekten çok ucuza satın alabildim. Kırsalla ilişkisi kesilen ve bütün hayatını şehirde yaşayan üçüncü kuşağımız için ise şehir, kendi hayatına müdahale olanaklarını kaybetmesinin ve mutsuzluğunun ana kaynağı haline dönüştü. Böylece pastoral fantasma geleceğe taşındı, kırsalda alınan arazi üstüne dikilen bir ev ya da doğrudan satın alınan köy evi, belki kendi tavuklarını ve elmasını yetiştirerek oluşacak kendine yeten bir ekonomi. Ekolojik ve organik bir hayat…
Bu küçük serginin yan motifini ise plastik çiçek fotoğrafları oluşturuyor. Bu son derece detaylı çalışılmış ve bana hiper gerçekçi heykelleri çağrıştıran nesneleri, etkilerini en iyi şekilde göstermeye çalışarak çektim. Satın alındıktan sonra bakım gerektirmeden yıllarca kullanılabilecek dekoratif unsurlar, bu sergi içerindeki geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantı noktası oldular.
Kent ve kırsal, yapay ve doğal ile olan ilişkimizin dönüşümü seni hangi bağlamda ilgilendiriyor?
Sergiyi oluşturan iki seri de kent ve kırsal ile olan ilişkimizi kiç kavramı etrafında ele alıyor ki ben kiç kavramına severek bakıyorum. Yani küçümsemeyen bir bakışla bakıyorum. Çünkü kiçin iki formülü var. Bir tanesi zenginler için üretilen kiç nesneler. Onunla istediğimiz gibi dalga geçebiliriz. Diğer form ise bir tür halk sanatına dönüşüyor ve imlediği başka bir şey var. Beni ilgilendiren bu kısmı çünkü o imlediği şeyi çözümlemekten hoşlanıyorum.
Burada da serginin ana motifini oluşturan üç kompozisyon, hurdacı arabasında bulduğum seri üretim yağlı boya peyzajlara yaptığım müdahalelerle ortaya çıktı. Her üç resimde kurguladığım hikayeleri canlandırmak için kendim modellik yaptım ve her hikayenin çatısını oluşturan gökyüzünü şehirde çektiğim gökyüzü fotoğrafları ile değiştirdim. Çünkü, şehirde doğayla ilişki kurmak için tek olanağınız göğe bakmak olabilir.
Ucuz manzara resimleri bizim kent ve kırsal olan ilişkimize dair ne söylüyor sence?
Kendi pastoral geçmişini imleyen bu nesneleri yani yağlıboya tabloları büyük bir beğeni ile evine asan ilk iki kuşak kente taşındıktan sonra kentte hayat uyum sorunları yaşayan kuşak. Bu kuşağa sevgi duyuyorum. 1990’larda 3. kuşak evlerdeki hakimiyeti ele geçirdikten sonra o tabloları ortadan kaldırdı. Ama aynı 3. kuşak pastoral fantasmayı geleceğe taşıdı. Kentten uzaklaşmak başka bir hayat kurmakla ilgili başka bir fantasma üretti. Pastoral fantasmanın geleceğe taşınmış halleri beni düşündürüyor açıkçası. Çanakkale’de bir çiftlik evi almak ya da Gökçeada’da arsa kapatıp oraya ev yapmaya çalışmak vs. beni gerçekten düşündürüyor. Çünkü şehirli insanların kendi başlarına daldan elma koparamayacaklarını bildiğim için ve çok da hızlı bir şekilde sıkılacaklarından emin olduğum için bu fantasma yerine oturmayan bir fantasma olarak görülüyor gözüme ve açıkçası bu konuda biraz siniğim. İlk iki kuşağın geçmişe bakışı ile şehirdeki 3. kuşağın geleceğe bakışı arasında benim için bir mesafe var bu bağlamda.
Tablolara eklediğin sahneleri nasıl kurguladın?
Aslında hepsi tabloların içinde çıktı. Çizgi roman estetiği de bu kompozisyonları kurgularken beni etkileyen kaynaklardan biri oldu. Aynı zamanda çizgi romanın da etkilendiği orta çağ çizimlerindeki dört ya da beş panelde bir azizin öldürüşü hikayesinin anlatan tablolar… Oradaki karakterlerin tavırları vs. Bu sahnelerin oradan beslenen bir tarafı da var. Aynı zamanda Hieronymus Bosch’un tablolarındaki karakterlerin boyutlarında yerleştirdim tabloların içerisine kurguları. Kurguların birbirinin devamına dönüşmesi de sanırım bu tabloların bir izleğinin olmasından kaynaklanıyor. Birinde dere varken diğerinde dağ diğerinde de göl manzarası var. Üçünü yan yana koyduğunda kendiliğinden bir akış ortaya çıkıyor: “Diriliş”, “Vegan Mangal” ve “Neyse”. “Diriliş”, kırsala taşındıktan sonraki coşku, yaşama isteği ve yeniden doğuşu temsil ediyor. “Vegan Mangal”, ekolojik tarım, kendi çiftliğin, tavuğun, köpeğin olduğu bir hayatı yani kırsaldaki hayatın olanaklarının araştırılmasını… “Neyse” ise “Buraya kadar geldik ama sonrası ne olacak?” sorusunu… Kompozisyonlar biraz da bu tablolara uzun süre bakarak ortaya çıktı galiba. Çünkü tabloları bulup satın alıp röprodüksiyonlarını yaptıktan sonra uzunca bir süre bilgisayarda arşivde, resimler de stüdyoda durdular. Gelip gidip bakarken oturdu her şey. Kurguladığım sahnelerin kompozisyonun neresine yerleşeceğini artık bir noktasında bilir haline gelmiştim. Uzun süre bakmaktan kaynaklanıyor. O resimlere o kadar uzun bakmak gerekiyor mu o da ayrı bir komiklik tabi. Hepsi için benzer bir süreç söz konusu.
Sahte çiçekler serisinin natürmort geleneğine referans veren bir iş olduğunu düşünüyorum. Öyle mi?
Elbette, sahte çiçekler, kelimenin gerçek anlamıyla natürmortlar yani ölü doğalar. Ölü, plastik bir malzemeden oluşuyorlar. Plastik çiçekler ile ilk karşılaştığımda çok şaşırmıştım. Garip derecede göz alıcı nesneler ve hiperrealist heykel kurallarına göre yapılmış gibi görünüyorlar. Renkleri, detayları vs. Beşiktaş’taki bir mağazadan rica edip içeri girip hiperrealist etkilerini iyice artıran fotoğraflar çektim. Öbür taraftan bu etki, benim fotoğrafla ilişkilenme biçimimle de ilgili. Ben ışıkla oynamayı seviyorum. Onları başka birçok şekilde çekebilecekken zorlayıp ışık seti taşıyıp çiçekleri satan dükkanı işgal ederek çektim o fotoğrafları.
“Bir Duvar Sergileri”nin devamında neler olacak?
Her ayın ilk perşembesine denk gelecek açılışlar ve her sergi üçer hafta sürecek. Şu anda bir sanatçı listesi kendiliğinden oluştu. Ağustos ayına kadar program dolu. Tabi ki katılmak isteyen olursa Ağustos sonrası için önerilere açığız. Önümüzdeki sergi, sanatçı Özlem Ünlü’nün daha önce görmediğimiz desenlerini görme şansı sağlayacak ve 5 Mart Perşembe günü saat:18:30’da açılacak. Açılışa herkesi bekleriz.