Engels, Napoleon’un yeğeninin Bonapartçı rejimine karşı tutarlı bir karşı duruş sergileyemeyen ürkek Fransız liberallerini eleştirirken Virgilius’un Aeneid adlı destanından bir alıntıya başvurur. Truvalı Aeneas’a karşı olan tanrıça Juno, bir ara, “flectere si nequeo superos, Acheronta movebo” diye, yani mealen, eğer cennetin kararını değiştiremezsem ben de Acheron’u, yani cehennemi ayağa kaldırırım diye seslenir (Acheron ölüler diyarını yaşayanlar diyarından ayıran nehirdir). İşte Engels, Bonapartizme karşı direniş gösteremeyen liberaller için Juno’nun sözlerine atıfla, “flectere si nequeo superos, Acheronta movebo onların işi değil… Onlar proleter Acheron’dan deli gibi korkuyorlar” diye yazar. Yani Engels’e göre hâkim sınıfın liberal kanadının istibdada direnememesinin nedeni, onun alt sınıfları sokakta seferber etmekten kaçınması, “proleter Acheron” bir kere hareket ederse onu zapt edemeyeceğine dair şüphesidir.
Aslında tarih, hâkim sınıfların bir kanadının iktidar için girdiği mücadelede “aşağısını”, yeryüzünün lanetlilerini ayaklandırdığı örneklerle doludur. Çoğu vakada, mülk sahibi sınıfların bir fraksiyonu, iktidar mücadelesinde öyle zor bir durumda kalır ki alt sınıfları, plebleri, geniş kitleleri mücadeleye sevk eder. Muarızlarını defetmek için kitleleri kimi taviz ya da vaatlerle kendi slogan ve talepleri etrafında seferber eder. Sokağı kendi yanında ve belirleyiciliğinde iktidar mücadelesine katar.
Ancak “Acheron” egemenler için riskli bir karttır. Kitleler bir kez siyasal mücadelelerin merkezinde yer aldıktan sonra evlinin evine, köylünün köyüne gönderilmesi öyle kolayca gerçekleşmeyebilir. Ya “aşağıdakiler” kendilerine güven kazandıkça bizzat kendileri için de bir şeyler istemeye başlarlarsa? Ya lanetliler cenneti bu kez kendileri için istemeye başlarlarsa? Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, hareket edenlerin zincilerinin farkına varması ihtimali dolayısıyla egemenler açısından yerin dibini, cehennemde lanetlenmiş olanları ayağa kaldırmak, ancak “son çare” olarak gündeme gelebilecek bir şeydir. Acheron, yani yerin altı tehlikeli bir seçenektir.
CHP dahil bizim liberal muhalefetin en elverişli koşullarda dahi (mesela 16 Nisan referandumunun hemen ertesi) sokağa işaret etmekten geri durmalarının nedeni, şunun bunun basiretsizliği değil, işte bu “Acheron” korkusudur. Hâkim sınıfın liberal unsurları sokakta gelişecek bir muhalefete moral ve entelektüel bir liderlik uygulayabilecek niteliklere, dahası böyle bir işlevin gerektireceği siyasal kararlılık ve cesarete sahip olmadıklarından, rejim saflaşması sokağa inerse onu kontrol edemeyecekleri endişesinden sürekli olarak geri basmışlardır.
Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğündeki adalet yürüyüşü, bu durumun değişmekte olduğunun bir işaretidir. Cumhuriyetçi-liberal muhalefet, sıkışmışlığını aşmak adına bir sokak hareketini başlatma, onun sevk ve idaresini üstlenme riskini göze almış görünmektedir. Alaturka Bonapartizm karşısında sürekli gerileyen düzen içi/kurumsal muhalefet, Acheron kartını şimdilik devreye sokmak zorunda kalmıştır. Bu durum sosyalistlerin ya da daha genel bir tabirle kurumlar harici/düzen dışı toplumsal muhalefet güçlerinin bigâne kalamayacağı bir gelişmedir. Bu hareketlenmeye dahil olma, onu geliştirme, kapsam ve içeriğini daha radikal bir doğrultuya sevketmeye çabalama konusunda tereddüt gösterilmemelidir.
Ancak bu, kimilerinin deyimiyle “amasız fakatsız” bir katılım, yani iltihak değil, tam tersine “amalı ve fakatlı” bir müdahale olmalıdır. “Şimdi tartışma zamanı olmadığı” kanaati abesle iştigaldir. Bolşevikler, “şimdi tartışma zamanı değil” deyip çarlık istibdadına karşı genel muhalefete “amasız ve fakatsız” bir katılım gösterselerdi, muhtemelen bugün geçen yüzyılın akışını değiştiren Ekim’in değil, sadece kısa ömürlü Şubat devriminin ve onun kanla bastırılışının yüzüncü yılını anıyor olacaktık.
Sosyalist hareket, kendini bir siyasal seçenek olarak örgütleyememesi, mevcut otoriter-mutlakiyetçi yuvarlanışı genelde cumhuryetçi-liberal bir çerçevede yorumlayışı, toplumsal ardalınının darlığı, yani işçi sınıfıyla sosyal ve siyasal bağlarının son derce cılız oluşu, kendisine dayatılan kültürel “mahalle sınırlarını” verili addetmesi ve “bas geççilik” gibi vahim taktik yanlışlar nedeniyle bugün sokakta liderliği düzen içi muhalefet güçlerine bırakmıştır. CHP liderliğinin inisiyatif ve yönelimine neredeyse bütünüyle tabi durumdadır. Bu durum öyle kolayca değişebilecek gibi de görünmemektedir. İstibdada karşı mücadelenin “kızıl kipi” hayli zayıf, neredeyse yok hükmündedir. Tam da bu nedenle, Fransız reformist sosyalizminin atası Jaures’in, “madem ki daha öteye gitmek mümkün değildi, yapılacak en iyi şey o dönem burjuvazisinin en radikal fraksiyonuna boyun eğmekti” sözleriyle özetlenebilecek bir ruh hali giderek yaygınlaşmaktadır. Hiç değilse ilk adım, bu anlayışı kırmak yönünde olmalıdır. Bu nedenle CHP örgütünün sevk ve idare ettiği ve yaygınlaşma eğilimi gösteren eylemler içerisinde sadece “katılımcı” olmamak, hareket içerisinde olan kitlelere güçler mertebesinde de olsa başka yol ve ihtimallere dair işaretler vermek, ortaklıklar kadar ayrımları da vurgulamak, “tartışmak” kritik önemdedir.
Untmayalım: CHP sermayenin özellikle belli bir fraksiyonuyla organik-tarihsel ilişkileri olan bir sermaye (daha başka bir tabirle “merkez”) partisidir. Yani CHP nihayetinde (“devletin kurucusu” olma vasfını da taşıyan) bir düzen partisidir ve CHP’nin en genel manada “kırmızı çizgileri”, devlet ve sermayenin “kırmızı çizgileridir”. CHP’de solcu, toplumsal hareketlere aktif olarak katılan kimi vekiller ve parti kadroları elbette vardır ve bu çok iyi bir şeydir. Ancak CHP bir bütün olarak (yani parti yapısı, programı vs. itibariyle) “sol” değildir.
İstibdada karşı CHP gibi sermaye partileriyle “somut” konularda eylem birlikleri elbette gündeme gelebilir ve gelmelidir. Ancak böyle birlikteliklerin sınırları baştan bellidir: Sosyalistlerin siyasi, örgütsel ve programatik bağımsızlığının muhafazası, “birlikte vurmak” fakat “ayrı yürümek”, yani bayrakları karıştırmamak, geniş kitleler karşısında AKP neoliberal (şefçi) otoriterizmine karşı CHP gibi bir burjuva seçeneğin gerçek ve tutarlı bir alternatif olamayacağını, bunun yetersizliğini ısrarla vurgulamak, güncel sorunlara müdahaleyle birlikte sürekli antikapitalist propaganda ve sosyalist çözümlerde ısrar, işbirliğinin kısmi bir karakteri olması, somut ve belirli siyasal konuları, somut reformları hedeflemesi. Yani örneğin CHP ile demokratik haklar ya da somut kent mücadeleleri, yahut mesela barış konusunda ortak inisiyatifler, birleşik eylem zeminleri içerisinde bulunmak mümkün ve gereklidir. Ancak bunların solun örgütsel ve politik bağımsızlığına halel getirecek, onun düzen içi muhalefet saflarında erimesi anlamına gelecek şekilde sürekli ve “politik” birliktelikler olmaması da şarttır.
Sosyalist hareket, 16 Nisan referandumun neden olduğu moral ve maddi derlenmeyi, toplumsal muhalefetin inisiyatif kazanmasına yol açacak şekilde kullanmayı, yukarıda anılan zaafları dolayısıyla becerememiş, inisiyatif düzen içi muhalefette kalmıştır. Başlangıç noktamız bu zafiyet ve bu durumun değiştirilmesi gereği olmalıdır. Yoksa “sokak”, yani kurumlar harici muhalefet, CHP liderliğinin hedef ve çıkarlarına emanet edilmiş olacaktır. O emanete hıyanet de öyle uzak bir ihtimal değildir. Bunu önlemenin yolu, adalet için yürürken bayrakları karıştırmamak, tartışmak-eleştirmek, düzen işi muhalefetin yetersizliklerini teşhir etmek ve eskilerin “sınıf bağımsızlığı” dediği mefhumu müdafaa etmektir.