16 Temmuz bir milat değildi aslında. Uzun zamandır kulak veren bilen herkesin duyduğu ayak seslerinin kapımızın önüne kadar geldiğinin işaretiydi. 15 Temmuz darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirilmesi de boşuna değildi.
Darbecilerle birlikte tüm toplumsal muhalefetin susturulması, devlet kadrolarının (zaten azınlıkta kalan) “yandaş olmayan” çalışanlardan “temizlenmesi”, devlet kurumlarının henüz tamamen teslim alınamamış kesimlerinin ele geçirilmesi için gerçekten de büyük bir fırsatın önünü açtı. Hiç vakit kaybetmeden OHAL ilan edildi, KHK’lar dönemi başlatıldı. OHAL ve KHK demek, tek cümleyle hukukun rafa kaldırılmasıydı. “Olağanüstü hal” ilan ederek vaziyeti kendisi için “kullanışlı-normal” hale getirmeye çalışan iktidar, kanunlarla “oyalanacağına” bir gecede Kanun Hükmünde Kararname çıkarıp, binlerce kişinin kaderini bir kalemde belirleyebilme yetkisi alıyordu. Her alanda zora düşmüş, dışarıda “stratejik derinliğe” boğazına kadar batmış, içerde ise kamuoyu nezdinde ikna ediciliğini giderek kaybeden bir iktidar için, gerçekten bundan büyük lütuf olur muydu?
Referandum, evet diyenlerin bile gönül rahatlığıyla meşru sayamayacağı bir yöntemle topluma dayatıldı. Hayır’ın sesi hâlâ güçlü çıkıyor ve iktidar partisi bu sesi duyulmaz hale getirmek için elinden geleni yapıyor. Elinden gelen, kuşkusuz daha çok zor, daha çok baskı, daha çok yıldırma siyaseti. Gaddarlık, vicdansızlık gibi sözcükler kullanmak istemiyorum, çünkü meseleyi politika alanından insaniyet alanına taşıyor ve meselemiz bu değil. Ama insan, nihayetinde etten kemikten yapılmış ve yaşlı bir babanın oğlunun cansız bedeninden kalan ne varsa onu alabilmek için aylarca açlık grevi yapmasına seyirci kalmanın; darbecilerle uzaktan yakından alakası olmayan eğitim emekçilerine dayatılan KHK zulmünün sembolü haline gelen Nuriye ve Semih’e duyarsız kalmak şöyle dursun, direniş meydanını gaza boğmanın, insanları döverek gözaltına almanın nasıl bir barbarlaşma, ne tür bir çürüme olduğunu düşünmeden edemiyor.
Son 9 ayda 40’a yakın insan OHAL ve KHK zulmüne dayanamayarak hayatına son verdi. 145 bin kişi meslekten ihraç edildi, açığa alındı. Bu kişilerin bir kısmı FETÖ örgütüne dahil olmakla suçlandı; darbeye doğrudan karışmış olmaları gerekmiyordu, cemaatin bankasına para yatırmış olmak yetiyordu mesela. Oysa bu cemaat ile aynı yollarda yıllarca beraber yürüyenler “Allah affetsin, kandırıldık” diyerek temize çıkıvermişlerdi; demek ki kandırılmak da, Allah’ın affına sığınmak da güce ve iktidara sahip olanların hakkıydı! İhraç edilenlerin başka bir yerde iş bulmaları imkansız hale getirildi, aileleri “vebalı” muamelesi gördü. Bu kişiler “toplumsal güvenlik açısından sakıncalı” ilan edildikleri için, herhangi bir yerde çalışıp para kazanmaları çok zor; aileleri ile birlikte ortalama 500 bini bulan bu insanların hayatlarını nasıl sürdürecekleri kocaman bir sorun olarak toplumun önünde duruyor.
İşinden uzaklaştırılanlar, sadece ekonomik yıkıma mahkum edilmiyorlar, sosyal çevrelerinden de “atılmış” oluyorlar. Kimse onlarla konuşmuyor, yüzlerine bakmıyor, destek vermiyor. Korku imparatorluğunun yarattığı karanlık o kadar güçlü ki, bir gecede “komşu-arkadaş”, “hain-düşman”a dönüşüyor. Hukukun temellerinden olan, “Suçu ispat edilene kadar suçsuzdur” ilkesini kimse takmıyor, gazeteler boy boy fotoğraf basıyorlar, “FETÖ’nün beyni, FETÖ’nün kasası, kuryesi, imamı, habercisi, ajanı…” İhbar ödüllendiriliyor, kimin kimi hangi sebepten ihbar ettiği birbirine karışıyor, mahkemeler kuruluyor, acele yargılamalar yapılıyor, kimisi beraat etse de artık hayatı cehenneme dönmüş oluyor. Sadece intihar vakası 40, bu da bilinenler. Bunalıma giren, eve kapanan, aklını kaybeden kim bilir kaç kişi var… Bir zamanlar son derece meşru sayılan, itibar gören bir cemaatle bir şekilde ilişkiye girmiş olduğu için, şimdi “hain” sayılan, hayatı bitirilen binlerce insan…
***
Cemaatle hiçbir ilişkisi olmayan, tersine, ömrünü bu tip cemaatlerle mücadeleye harcamış binlerce insan da KHK ile bin emekle edindikleri mesleklerinden uzaklaştırıldılar, açlığa ve yoksulluğa mahkum edildiler. İktidar sözcüleri, “kurunun yanında yaş da yanar” kadar bayağı bir benzetmeyle geçiştirdiler durumu. Sanki öğretmen sınıfı sıra dayağından geçirmiş de, masum çocuklar da ellerine bir cetvel yemişler! Hepsi çok iyi biliyor kimin kuru, kimin yaş olduğunu oysa. Kimin asıl suçlu olduğunu çok iyi bildikleri gibi… Bile bile yakıyorlar bu yangını, bile bile atıyorlar barış imzacılarını okullardan, bile bile kapatıyorlar kadın ve çocuk derneklerini, bile bile itibarsızlaştırıyorlar gazeteleri, sendikaları, bile bile örtüyorlar darbenin siyasi sorumlularının üzerini… O kadar iyi biliyorlar ki, “kuru”nun yanında filan değil, ondan önce yakıyorlar “yaş” olanları…
Barışa imza atmış akademisyenleri gece yarıları attılar işlerinden, iktidarın beğenmediği sendikaya üye olan eğitim emekçilerini bir başka gece yarısı… Sokakta basın açıklaması yapmak yasak, imza toplamak yasak, protesto yasak, eleştiri yasak, tvit atmak yasak, vikipedi yasak…
Bir de gizli yasaklar var. Kapattıkları derneklerle saldırı altında olan kadın ve çocukların haklarını savunmayı da yasaklamış oldular. Binlerce kadın ve çocuk, kendilerini güçlü hissedebildikleri kurumlardan yoksun kaldı. Bırakın sosyal medyayı, günlük hayatta insanlar konuşamaz hale geldi; çünkü kocaman bir “cumhurbaşkanına hakaret” suçu var, “devletin manevi şahsiyetine kasıt” suçu var… İstedikleri anda, istedikleri kişiyi herhangi bir suç isnat edip mahkemelerde süründürebilirler.
Durum bu kadar açık. Faşizm yasakları altında; korku, kaygı, geleceksizlik, umutsuzluk ve nefret içinde yaşayan bir toplumla karşı karşıyayız. Buna topyekûn karşı çıkma gücümüz de şimdilik yok gibi görünüyor. Muhtemelen dibi göreceğiz, öznel ve nesnel koşulların bir araya gelerek oluşturduğu bir zorunlu tarihsel dönem bizi bekliyor.
Böyle dönemlerde ne yapmalı sorusunun cevabı da tarihte. Faşizmin kitleler arasında kabul görmesinin ilk nedeni, toplumsal bir umutsuzluk ortamıdır. Umutsuzluk içinde olan toplum, bu durumdan çıkış yolu yaratması için bir “otorite” bekler, kabul eder, boyun eğer. Faşizm, bu umutsuzluğun “ilacı” olarak kutuplaşmayı daha da artırır, toplumsal nefreti belli kesimleri üzerine yöneltir. Bir yanda “Kutsal milli manevi değerler”, öte yanda bunlara saldıran “düşmanlar” vardır. Kürtler, sosyalistler, Suriyeliler, ateistler, Aleviler, “Hıristiyan” Batı… O kadar çoktur ki malzeme, faşizm bunları ince ince işlemeye gerek bile görmeden piyasaya sürüverir. Süregiden bu berbat hayatın sebebini arayan topluma, “sebep-düşman” sunar.
İşte bu tarihsel veriler, bize bu dönemi nasıl atlatabileceğimiz konusunda ipuçları veriyor bana kalırsa. Umutsuzluktan mı besleniyorlar, o halde biz umudumuzu canlı tutacağız. Düşman yaratmaktan mı besleniyorlar, esas düşmanın kimler olduğunu bıkıp usanmadan anlatacağız. Boyun eğdirmekten mi besleniyorlar, dik duracağız. Bu büyük toplumsal resmi oluşturan öğelerle tek tek, küçük alanlarda bile olsa, mücadeleyi önemseyeceğiz. OHAL’le, KHK’yla, grev hakkının gaspedilmesiyle, sendikasızlaştırmayla, güvencesiz çalışmayla, işsizlikle, şiddetle, istismarla her nerede karşılaşırsak, onun bu resmin küçük bir parçası olduğunu unutmadan mücadele edeceğiz. Hayır Meclisleri’ne, mahalle forumlarına, derneklerimize, kolektif birliklerimize sıkı sıkıya tutunarak; dostu düşmandan ayırıp birleşe birleşe yürüyerek…
Yürekle, mizahla, özgüvenle, dayanışma duygusuyla, umutla, dirençle ayakta duracağız. Bunu ancak biz yapabiliriz; bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün, bu bahar değilse gelecek bahar… Ama umudu, insanlığı, geleceği, dayanışmayı ve dünya kardeşliğini ancak ve yalnız biz temsil ediyoruz, bunu asla unutmayın. Türküdeki akarsu gibiyiz biz, bize ölüm yok…