Çocukken ne düşündüğünü hatırlayan var mı? Ya da soruyu şöyle değiştirelim; çocukken nasıl düşündüğünü hatırlayan var mı? Tamamen tesadüfe dayalı olarak karşıma çıkan YouTube´a yüklenmiş bir buçuk saatlik video programını izlerken bu sorular aklıma takıldı.
Programda bir buzdolabının üzerinde duran neredeyse antik denilebilecek büyük bir radyo, birbirine çapraz biçimde teğet geçen iki masa, büyük bir pencere, pencereden bakıldığında görülen ağaç dalları ve pencerenin önünde duran bir çiçek saksısı var. Sonra yine duvarda asılı olan bir tablo. (Öyle pahalı bir tablo değil.) Masalardan birinin üzerinde üç kitap, bir kalem, bir de üzerine not alınan açık bir blok. O bloğun yanında iki el. Masanın öbür tarafında zaman zaman masaya değen üçüncü bir el daha. İki su bardağından biri teğet geçen ikinci masanın üzerinde, kayıp bir çocuk gibi duruyor. Sanki oraya ait değil. Her an ayaklanıp gidecek gibi.
Bu programdaki iki adamdan birincisi, yani moderatörlük yapan, son derece dikkatli bir özenle konuşuyor. Kelimeleri seçerek sorularını yöneltiyor. Öteki adam elleri, mimikleri ve hatta neredeyse bütün bedeniyle soruları cevaplıyor. Oradaki her şey, yani radyo, çiçek saksısı, masalar, tablo ve pencereden görünen ağacın dalları sessizce o iki adamı dinliyorlar. Sadece masanın üzerindeki kitaplar ve DVD dinlemiyor. Neden? Çünkü o kitaplar ve DVD kendileri hakkında konuşulduğunun farkındalar. Anlatılanların hepsi onların içinde var zaten.
Adamların konuştukları dil kitapların diliyle ortak; Almanca. Almanca dinlerken ve okurken insanın fikrini en ince ayrıntısına kadar bu dilde ifade edebileceğini düşünüyorum. Ancak programda soruları cevaplayan adam, ifade etme aracının sadece dil olmadığının altını çiziyor. “Elbette dil kurallı bir sistem olarak insan hayatında önemli yere sahip. Fakat insan sistem dışı da kendini ifade edebilir/etmeli.” diyor. Neden? Çünkü sistem olarak dil öğretilen ve öğrenilen bir olgu, oysa insandaki bilgi sadece öğrendikleriyle sınırlı değil. İnsan algısı daha geniş bir potansiyele sahip. Bu potansiyelin ortaya çıkması ancak yaratıcı çalışmayla mümkün. Ses, renk, şekil, koku, yani insanın algılayabileceği her şey ve bütün nesneler, nesneler arasındaki ilişkiler ve bağlantılar -uyumlu ya da uyumsuz fark etmez-, birer ifade biçimi olarak kullanılabilir/kullanılmalı. Aynı adam başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki eğitim ve bilim sisteminin “üretim odaklı” yapısından dolayı yaratıcılığı engellediği, insandaki potansiyeli körelttiği görüşünde. Bu görüşüyle alternatif bir öğrenme anlayışı geliştirmiş. Sınırlara dayanmayan, isteğe bağlı, meraklı ve dikkatli bir öğrenme daha doğrusu algılama ve alımlama yöntemi. Tıpkı benim programı izlerken sistem dışı hareket ederek, ne isimlere, ne tarihe ne de konu başlığına bakmadan sadece söylenenleri dinlemem gibi. Yani ekranda gördüğüm manzaradaki kayıp çocuğa benzeyen su bardağından farkım yok. Aslında hepimiz çocukken isimlere, tarihlere, yerlere yani kalıplara aldırmadan dikkat ve merak içinde öğrenmeye başlarız. Toplumun (önce anne-babamızın ve yakın çevremizin, sonra okulun ve öğretmenlerin, en son çalışma koşullarının) dayatmasını içselleştirene kadar. O beklentileri içselleştirdikçe öğrenmeye olan isteğimiz azalır, dolayısıyla merakın ve dikkatin dozu düşer.
Prof. Dr. Gerald Hüther Almanya´nın Göttingen şehrindeki Potansiyel Gelişim Akademisi’nde kendisiyle söyleşen moderatör Jens Lehrich’in sorularını cevaplarken aynı zamanda disiplinlerarası etkileşimin önemine vurgu yapıyor. Disiplinlerarası etkileşimin bu alanda ortaya çıkardığı ürünlerden biri Alphabet adlı belgesel film. 2014 yılında Deutschen Filmpreis tarafından en iyi belgesel film ödülü alan DVD yukarda sözü edilen alternatif eğitim anlayışının, ayrıntılı bir şekilde başarı örnekleriyle birlikte anlatıldığı bir film.
Alphabet/Angst oder Liebe
Alfabe/korku ya da sevgi
Filmin yapımcısı Erwin Wagenhofer DVD için hazırladığı önsöze şu sözlerle giriş yapıyor: “Öğrendiğimiz her şey bilgi dağarcığımızı etkiler, ama nasıl öğrendiğimiz düşünme biçimimizi belirler.”
DVD´nin kapak reminde su içinde açık gözle yüzen bir bebek görüyoruz. Sağ üst köşede dünya küresi göze çarpıyor. Bebek suda bir derinliğin içindeyken, küre kalıp halinde ondan ayrı duruyor. Öğrenme eyleminin dünyayla, insanların koyduğu kurallarla sınırlı olmadığı, evrensel derinliğin o kurallara rağmen algılanabileceği gerçeği vurgulanır gibi. Bebek resminin hemen altında alfabet yazılı. Alfabe bilindiği gibi sistemsel öğrenmenin başlangıcı, harfler… Bunun altındaysa iki anahtar kelimeyle korku ya da sevgi denilerek öğrenme biçiminde sevgiye dayalı merak ve korkuya dayalı öğrenme zorunluluğu karşılaştırılıyor.
Yaklaşık iki saat süren film çok dilli söyleşilerden oluşuyor. Bu belgeselin çekimi için seçilen mekanlar da birbirinden farklı. Ancak dikkat çeken filmdeki başarı öykülerinin farklara rağmen aynı alternatif öğrenme temeli üzerinde gelişmesi.
Söyleşi yapılan kişilerin hemen hepsi bugün kendi alanlarında uzmanlaşarak alternatif öğrenme tekniklerinin temsilini de yapıyorlar. Bunları filmde kısaca şöyle tanımak mümkün:
Sir Ken Robinson (1950, Liverpool) Eğitimbilimci ve öğretim uzmanı ve danışmanı. Birçok konferansta ve online medyada “Divergent Thinking (aykırı düşünme)” üzerine konuşmalar yapıyor. Burada kastedilen en başta bir soruya birden fazla cevap verilebileceği gerçeği. Farklı bakış açılarının değerlendirilip anlaşılabilmesi yeteneğinin okul öncesi çocuklarda tespit edildiği ancak okul sistemin bu yeteneği körelttiği üzerinde duruyor.
Yang Dongping Pekin´deki Teknoloji Enstitüsünde öğretim ve pedagoji profesörü. “21. yüzyılda öğretim” adlı projenin yönetimini üstlenmiş durumda. Yaptığı çalışmalarda daha çok Çin’deki öğretimde fırsat eşitliği üzerinde duruyor. Eleştirel yaklaşımlarında dile getirdiği eğitim sistemindeki rekabet, üretim ve başarıya odaklı anlayışın çocukların gelişimine uygun olmadığı yönünde. Bu çalışmalarını sayısal bilgilerle de kanıtlayarak politik bir yaklaşım da ortaya koyuyor.
Andreas Schleicher (1964, Hamburg) Alman bir istatistikçi ve eğitim araştırmacısı. OECD’de eğitim-öğretim müdürlüğünü yönetiyor. 1995´te konsept olarak sunduğu PISA araştırmalarıyla tanınıyor. Uluslararası çapta eğitim-öğretim kalitesinin var olan durumunun incelenmesi ve doğal olarak toplumsal gelişmelerle ilişkisini ortaya koyan çalışmaları yönetiyor.
Thomas Sattelberger Almanya çapında son derece gelişmiş ve tanınmış bir şirket olan Deutsche Telekom şirketinin merkezi üst sorumlularından biri olduğu halde 2012 yılında bu işini bırakarak eğitimde yaratıcı çalışmalara yönelen bir kişi. Filmde kendisiyle yapılan röportajda, insan-toplum-hırs ve başarı ilişkisi çok net biçimde irdeleniyor.
Arno Stern 1924’te Almanya´nın Kassel kentinde doğmuş olmasına rağmen Yahudi etnik kökeninden dolayı ailesiyle önce Fransa’ya, oradan İsviçre’ye göç etmek zorunda kalan bir eğitmen. UNESCO tarafından tanınan alternatif eğitim tarzını kendi imkanlarıyla geliştirmiş. Okul sistemini eleştirdiği için öğretmenlikten ayrılan Fransız eşi de Arno Stern’i çalışmalarında desteklemiş ve hala desteklemeye devam ediyor. Arno Stern´in Fransızca Closlieu (Türkçe´ye çevrilecek olursa resmetme yeri) adını verdiği konsept, okul sistemini tamamen reddediyor ve okulsuz eğitimin daha başarılı olabileceği iddiasını taşıyor.
André Stern (1971, Paris) için babası Arno Stern´in konseptinin en somut ürünü diyebiliriz. Şu anda gitar üreten bir atölyede el işi yaparak geçimini sağlarken, aynı zamanda gitar çalıyor. André bu yazıda tanıttığımız DVD’nin tüm müziğini de üstlenmiş durumda. Hiç okula gitmediği halde okuma yazmayı sadece kendisi istediğinde oyun oynar gibi öğrenen André babası Arno’dan aldığı anlayışı kendi oğlunda devam ettiriyor. “Öğrenmek benim için oyundan başka bir şey değil.” diyerek babasının konseptine de yeni bir boyut kazandırıyor. Çok dilli olan André okulsuz eğitim-öğretimle ilgili görüşlerini gerek konferanslarda gerekse online medyada yaptığı konuşmalarla temsil ediyor.
Pablo Pineda Ferrer (1974, Málaga) Kromozom sayısı farklı olduğu halde (Down Syndrom) bilinen ilk öğretmen ve tiyatro oyuncusu olarak filmde dikkat çekiyor. Bu haliyle özellikle kendisi gibi sorun yaşayan çocukların eğitimine yönelik yeni metotlar geliştiriyor. Metotlardan biri kendi kendine ama toplu halde öğrenmeyi sağlayan alternatif bir konsept. Örneğin çocuklar bir masa etrafında buluşup bir nesneyi ele alıyorlar. O nesnenin geometrisi anlaşıldıktan sonra ne işe yaradığı üzerinde duruluyor. Tamamen hayal gücüne ve yaratıcılığa dayalı olan derslerde her çocuk kendi yeteneklerine uygun bir şekilde o nesneyle çalışmaya başlıyor.
Prof.Dr. Gerald Hüther Almanya’nın bu alanda en tanınmış profesörlerinden biri olmasına rağmen, kendini sadece bilimsel çalışmalar ve hayat pratiği arasında köprü kuran biri olarak değerlendiriyor. Leipzig´de deneysel tıp alanındaki araştırmalarıyla bilimsel çalışmalarına başlayan Hüther hayatın bilgi birikiminin dışında kalan yönlerine de değiniyor. Biyoloji dalında beynin fonksiyonlarıyla da ilgili birçok araştırması olan Hüther´in belgesel filmdeki şu açıklaması gerçekten çok önemli ve dikkat çekici: Üretim toplumlarında eğitim-öğretim sisteminin daha çok analitik düşünme sistemine göre geliştirildiğini, beynin sezgisel fonksiyonlarına yeterince önem verilmediğini belirtiyor ve yaklaşık olarak şunları söylüyor:
“Oysa sağ beynin sol beyni, ya da sol beynin sağ beyni görmezden gelmesi diye bir şeyden bahsedilemez. Beynin her iki yarısı da insan hayatının sürebilmesi için fonksiyonlara sahip. Sadece toplumsal üretim hırsı beynin sağ tarafının fonksiyonunu ya küçümsüyor ya da yok sayıyor. Bu çok üzücü.”