İnsanların yaşamlarını belirleyen nedir? Kendi istekleri, prensipleri ve hayalleri mi? Çevrelerindeki insanlarla kurdukları ilişkiler mi? Yoksa dışarıdan dayatılan kurumsal çerçeveler mi? Veya içeriden kurgulanan mekanizmalar mı?
Bu soruların cevapları her yerde değişir ama belli bir topluluk açısından düzenin merkezi bir idareyle belli tercihlere zorlandığı, bunun için her şeyi yapabileceklerini gösterdikleri, insanlarınsa kendi aralarında uzun zamandan beri yapageldikleri tercihleri benimsemekte ısrarcı oldukları ve bunun için her şeyi yapabilecek ölçüde organizasyonlar tertipleyebildikleri bir yerde, çoğu zaman insanlar yaşamlarını kendi tercihleriyle ve bizzat yakın çevrelerinde bulunan insanlarla kurdukları ilişkilerle şekillendirmek isteseler de, büyük kavgaların gölgesi altında elleri kolları bağlanan kaderlere mahkûm olabiliyorlar. Bask kökenli İspanyol yazar Fernando Aramburu‘nun İspanya’nın Bask bağımsızlık hareketi ETA’nın yıllar boyunca İspanyol devletiyle giriştiği mücadeleyi odağına almış, Anayurt adıyla dilimize İdil Dündar çevirisi ve Kafka Kitap edisyonuyla aktarılmış romanı bu soruları irdeliyor, bu meşum sonucu gösteriyor ve okurları bu konu üzerine etraflıca düşünmeye çağırıyor.
Roman tam da ETA mücadelesinin ateşkes ilan ettiği bir anda başlıyor: Yıllar boyunca kıyasıya bir mücadele içindeki silahlı örgüt, artık silah bıraktığını televizyondan yayımlanan bir bildiriyle açıkladığında kocasını bu mücadele kapsamında, örgütün bir suikastı esnasında kaybetmiş bir kadın (Bittori) uzun zamandır yaşama enerjisini aldığı bir amacı gerçekleştirebileceğine inanarak harekete geçiyor: Bir zamanlar yaşadıkları Bask kasabasındaki en yakın dostları ve komşuları ailenin delişmen ve örgüte katılan oğlunun (Joxe Mari) gerçekten kocasını öldürüp ölmediğini soracak ve hiç olmazsa basit bir özür isteyecektir. Bittori’den Joxe Mari’ye ulaşan hatta Aramburu yüzlerce farklı bölümde iki ailenin dostluklarını, komşuluklarını, gündelik düzenlerini, sevdalarını, isteklerini, prensiplerini, hayallerini ilişkilerine mücadelenin bulaşmadığı zamanlardan başlayarak o garip siyasi cinayete ve sonrasında mücadelenin bitişinden hakikaten insanlara barışın (İspanyolca huzurla aynı sözcük) gelmesine kadar yaşananları, düz bir çizgide değil de çağdaş bir okuru fazlasıyla tatmin edecek dramatik sarmallar şeklinde geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı ve dört kişilik Bittori’nin ailesiyle beş kişilik Joxe Mari’nin ailesinin tüm hayat akışlarını oldukça başarılı bir şekilde karıştırarak verecek bir üslupla sunuyor. Okurun amacı başlangıçta belki de siyasi bir mücadele hakkında yargıya varmak olabilir ama roman ilerledikçe siyaset de mücadele de varlığını hiçbir zaman yitirmemekle beraber muazzam bir insani boyutta eriyor, anlamını yitiriyor ve sanırım yazarın bu çok başarılı romanla göstermek istediğini anlıyoruz: Bir mücadele insanı hiçe sayıyorsa o yanlıştır.
ETA ve mücadelesi hakkında bilgilere ulaşmak çok kolay ama bu süreçte insanların başına gelenlerin detaylı bir analizine ulaşmak hiç de kolay değil. Çoğu zaman kendi hayatından esinlendiği izlenimini uyandıran Aramburu romanında her iki aileyi de kendi çaplarında (Bask bakış açısından) vatansever yapıyor ve romanda Bittori’nin suikaste uğrayan eşi, küçük bir işletmesi olan iş adamı Txato’nun en yakın arkadaşı, bisiklet ve kahvede kâğıt oyunu partneri Joxian’dan ya da Bittori’nin oğlu örgüte katıldığı için çok koyu bir mücadele destekçisi olan çocukluk arkadaşı Miren’den pek de farkı yok aslında. İki ailenin de çocuklarını (Bittorilerin iki, Mirenlerin Joxe Mari’yle beraber üç) birbirleriyle karıştırabilmek mümkün, küçüklüklerinden yetişkinliklerine ne zaman karşılaşsalar birbirlerine karışmaktan çekinmeyen aile dostları ne de olsa onlar. Ama işte çocuklardan birinin kapıldığı, başlangıçtaki amaçları ve çabaları bir süre sonra tavsamış ve garip bir otomasyon kazanmış örgütlü mücadele bu komşuluğu, dostluğu, kaynaşmayı bıçak gibi yarıyor ve her birinin ömrü boyunca etkisi altında kalacağı karmaşık sorgulamalar başlıyor.
Bask ülkesi ve kültürü için mücadele etmenin tek yolunun silahlı mücadele olmadığı ve hatta bu mücadelenin diğer yollarının (meclise giren siyasi parti temsilcileri ya da Baskça dili ve kültürüyle ilgilenenler gibi) bu silahlı mücadeleden zarar gördüğüne dair pek çok örnek romanda yer alıyor ve muhtemelen Aramburu’yla özdeşleştirebileceğimiz bir karakter olan Gorka, yani örgüt üyesi Joxe Mari’nin dile yetenekli ama fiziksel mücadelelerden çekinen okuma meraklısı küçük oğlan kardeşi, zaman içinde hem kasabadan çıkıp ülke çapında Baskça edebiyatın bir yazarına dönüşüp hem de kendi karakteri ve hayalleri doğrultusunda mutluluğa ulaştığı bir hayat kurunca, kendi hayatını gençlik hevesi ve enerjisiyle tavsamış örgüte veren Joxe Mari’yle karşılaştırdığımızda, bize daha selim olasılıkları işaret ediyor sanki.
Fernando Aramburu kendisini çok sakin ifade eden, Bask kökenli ama İspanyolca filolojisi okumuş ve yapıtlarını İspanyolca yazan, 1987’de ülkesini terk edip o zamandan beri öğretmen olarak çalıştığı Almanya’ya yerleşmiş, pek çok ödüllü yapıtı olan bir yazar. Bask insanları tarafından da benimsenmiş, farklı yapıtlarıyla Bask toplumundan da ödüller almış; ama uzun zamandır Avrupa’nın da ödül verdiği bir isim, hatta Anayurt İtalyanların verdiği Premio Strega’yı almış geçen sene ve HBO’nun Avrupa şubesi tarafından dizi olarak uyarlanıyor. Romanın bir sahnesinde, örgütün silah bırakmasından sonra mücadele boyunca zarar verenlerle zarar görenlerin buluşup uzlaşmaya çalıştığı bir toplantı esnasında, muhtemelen yine Aramburu’nun kendisinden hareketle kurguladığı bir yazar karakteri, kitabın arka kapağında da yer alan bir sözü söyleyerek bize romanı özetliyor aslında: “…bir grup silahlı insanın bir vatan adına, toplumun utanç verici bir kesiminin de verdiği destekle, söz konusu vatanın kime ait olduğuna ve kimin onu terk etmesi ya da ortadan yok olması gerektiğine karar vererek, siyasi bahaneyle işlediği cinayete karşı yazdım. Nefret diline, projesi ve totaliter ideolojileri uğruna bir tarih uydurmaya çalışan insanların yarattığı hafızasızlığa ve unutmaya karşı, nefret duymadan yazım.”
1959’da faaliyete geçen ve ancak 2010 yılında nihai bir ateşkes ilan eden ETA, ancak 2018 yılında tamamen silahlı faaliyete son verdiğini açıkladı. ETA’nın kuruluş tarihiyle aynı tarihte doğan Aramburu, romanını 2016’da tamamlıyor. Dolayısıyla bir bakıma ömrü boyunca şahit olduğu bir mücadelenin pek çok veçhesini tartışmaya açabilecek bir tarihte bunu yapabiliyor ancak. Siyasi ve idari boyutlarıyla başka türden tarih metinlerinde bu konu ele alınıyordur elbette ama Aramburu gibi bir romancının katkısı da çok önemli: İnsani ve toplumsal sonuçları ancak bu şekilde metinlerde çok canlı biçimde anlayabilir, hiçbir şeyin tek taraflı değerlendirilemeyeceğini, hayatın her daim değişen bir şey olduğunu görebiliriz.
(Kitabın isim tercihiyle ilgili küçük bir not: Romanın özgün adı Patria daha çok bizde kullanılmayan babayurt anlamına geliyor, pederşahilikle/ataerkillikle de bağlantısı olan bir sözcük ve kitap boyunca öldürülmüş baba Txato bu isimle eşleşiyor; ama aslında kitabın en önemli karakterleri ve inatlarıyla hayatı sürdüren kadınlara atıfla Anayurt olarak Türkçe versiyonunun seçilmiş olması çok manidar.)