Geçtiğimiz günlerde, TBMM’den, termik santrallerin filtre takma zorunluluğunu erteleyen bir yasa geçti. Profesör, üstelik halk sağlığı profesörü olan MHP’li Sefer Aycan bir gün önce “Ben halk sağlığı uzmanıyım. Termik santraller 1 dakika bile filtresiz çalışmamalı. Bu akciğer hastalıklarının, kanserin direkt sebebi. Meclis’te son ana kadar mücadele edeceğim” dediğinin ertesi gün yapılan oylamada ‘evet’ oyu kullanması, tepkilere neden olmuş görünüyor…
Tabii hem profesör ve hem de halk sağlığı uzmanı oluşu, insanları rahatsız etmiş olmalı…
Türkiye’de isminin önünde dr, doçent, profesör unvanları olanlar nedense biraz fazla önemseniyor. Aslında bunlar uzmandır. Herhangi başka bir dalda/alanda olduğu gibi… Mesela biri hukuk fakültesine gider, hakim, savcı, avukat olur, iktisat fakültesine gider, iktisatçı olur, bir başkası fırıncının çırağı olur. Ekmek pişirmeyi, pide ve pasta yapmayı öğrenir, bir başkası da bir marangoza çırak olur, kapı, pencere, masa, sandalye, vb. yapmayı öğrenir, marangoz olur. Bunlar arasında şeylerin gerçeğine nüfûz etmek bakımından önemli bir fark yoktur… Sonuçta hepsi uzmandır. Sadece eğitimli olanlar diğerlerine göre şeylerin gerçeğini anlamak, bilince çıkarmak bakımından daha avantajlıdırlar… Daha fazlası değil…
“Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen suçludur.”
Fransız atasözü
Profesör de, bir alanda uzmanlığa sahiptir. Üniversite üyesini diğer uzmanlardan ayıran, Mete Kaynar’ın dediği gibi, Uzman yetiştiren uzman olmasıdır.1 Lâkin, uzman ağacı gören, ormanı görmeyendir… Sosyal ve maddi gerçeğinin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir ama bütünden habersizdir. Oysa, gerçek [hakikat] bütündedir… Sosyal düşünce, sosyal bilim denilen ‘küçük kompartımanlara’ ayrılmış durumdadır. Ve bu tesadüfen öyle değildir, bilinçli olarak yapılıyor… Böylece eğitilmişlerin, mekteplilerin şeylerin bütününden haberdar olmaları engelleniyor… Entellektüel’se bütüne odaklanandır. O şeyleri bir ‘bütünlük’ olarak kavramayı amaçlar… Elbette bu herkes her şeyi bilmeli, bilecek demek değil. Bununla, söylenmek istenen, sınırlı bakışın ve bilginin şeylerin gerçeğine nüfûz etmekte yetersiz kalmasıdır…
Elbette eğitimli [diplomalı] olanların diğerlerine göre bilimsel bilgiye, bilimsel düşünceye ulaşma imkânları daha büyüktür ama bu sadece potansiyel bir avantajdır. Daha fazlası değil… İşte, uzmanın bu özelliği, onları egemen sınıflar için kullanışlı hale getiriyor. Sömürüye, baskıya, sosyal eşitsizliğe dayalı egemenlik sistemini dayatmayı kolaylaştırıyor… “Uzmanlar taifesi” sömürüyü, yağma ve talanı meşrulaştırıyor… Mülk sahibi sınıfların devletinin, halka karşı aldığı kararlar onlar aracılığıyla dayatılıyor… Aslında o taife [her zaman istisnalar olmak kaydıyla] nesnel olarak sömürü düzeninin suç ortaklarıdır… Mesela ekonomiye dair alınan tüm halka karşı kararlar, uzman iktisatçıların, ‘siyaset bilimi’ eğitimi almış diplomalıların dahliyle mümkün oluyor…
TBMM’de termik santrallerle ilgili kanuna evet diyen üyeler insanlık suçu işlemişlerdir. Kaldı ki, o Meclis’ten halk yararına bir düzenleme çıkması pek mümkün değildir. Şimdilerde artık parlamento içi boş kabuk sadece… Bu eskiden matahtı demek değil… Esasen Siyasetçilerin, siyasi partilerin ve parlamentonun misyonu ve varlık nedeni, halka tuzak kurmak, oyalamak, aldatmaktır. [Elbette aralarında samimiyetle kamu yararını gözetenler siyasetçiler de vardır ama onlar istisnadır] Aksi halde akla, mantığa, ahlaka aykırı, böyle bir kanun ne akıl edilir ne de kabul edilirdi… O kanuna evet diyenler tartışmasız insanlık suçu işlemişlerdir ama kanunu engelleme konusunda yeteri kadar mücadele etmeyenler de suç ortağıdır…
Fakat o Meclisten geçen yegane halk düşmanı kanun termik santrallerle ilgili olan değil. Bu güne kadar onlarca, yüzlerce halk düşmanı kanun çıktı, çıkıyor… Meclis, münhasıran sömürüyü, yağma ve talanı dayatma işlevi görüyor… TBMM, artık külliyen rantokrasi‘nin bir aracına dönüşmüş durumda…
Öğretmenlik, diğerleri gibi bir meslek değildir. Bir kişinin gerçek öğretmen sayılabilmesi için: Öğrenmeyi, öğretmeyi, öğrenciyi sevmesi gerekir… Bu üçü yoksa öğretmen, öğretmen değildir veya eksik öğretmendir….. Üniversite üyesi sıradan bir memur, bir uzman değildir, olmamalıdır… Bilmeye, öğrenmeye eğilimli, tecessüs sahibi olmalıdır. Daha da önemlisi, bilim namusuna ve entellektüel dürüstlüğe sahip olmalıdır…
Aksi halde sıradan bir uzman, bir memurdur. Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumlar resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlardır. Resmi ideoloji, egemen ideoloji üretmeye memur edilmiş kurumlar üniversite adını ne kadar hak edebilir? Barış Akademisyenlerinin başına gelenler, üniversitelerin ne olmadığı hakkında bir fikir veriyor… Tabii o alanda sayısız örnek var… Dolayısıyla üniversitelerle ilgili oluşturulan algının bir gerçekliği yok… Üniversitelerin, ‘her türlü düşüncenin sınırsız tartışıldığı, üretildiği kurumlar” olduğu söylenir ama o kurumlarda özgür düşüncenin, özgür tartışmanın filizlenmesine, yaşamasına asla izin verilmez… Kapısında üniversite yazan kurumlar ‘özgür düşüncenin üretildiği kurumlar değil, boğulduğu kurumlardır… Bizde üniversiteler devlet aygıtının herhangi bir kurumundan farksızdır… Üniversite üyeleri de herhangi bir memurdan farksızdır… Elbette her zaman, her dönemde gerçekten üniversiteye yakışan akademisyenler vardı, bu gün de vardır ama onlar istisnadır…
Şimdilerde bir adım daha ileri gidilmiş görünüyor. Artık üniversiteler, hızla bilgi ticareti yapılan kapitalist işletmelere dönüşüyor… Bu, artık ‘üniversitenin, akademinin ruhuna el fatihâ demektir… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir… Egemen sınıfların yalana, ezilen ve sömürülen sınıfların da gerçeğe ihtiyacı vardır. O zaman, yapılacak şey belli: Gerçek bilimi, eleştirel düşünceyi üreten, bilimsel bilgiyi emekçi sınıfların hizmetine sunacak, devletten ve sermayeden bağımsız [özerk değil, tam bağımsız] ‘halk üniversiteleri’ oluşturmak…
Meramımı daha iyi anlatmak için 1992 Birleşmiş Milletler, “Rio, Çevre ve Kalkınma Konferansı [Yeryüzü Zirvesi’yle] ilgili yazımdan bir alıntı yapacağım: “Durum böyleyken, bilim adamlarının bir bölüğü hâlâ bilim ve teknoloji fetişizminden kendilerini kurtaramıyorlar. Kapitalist üretimin hizmetinde bir bilim ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezden geliyorlar. Çokuluslu şirketlerin kârlarının düşme olasılığı bile onları telaşlandırıyor.
Nitekim, Rio Konferansı’nın başında. aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı bir bildiri yayınlayarak, ” XXI’inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı” dile getirdiler… Böylece, çevre ve ekoloji sorunlarına duyarlı bilim adamlarını “gericilik” ve “irrasyonellikle” suçladılar. Bildirinin öncülüğünü Dr. Michel Salomon’un yaptığı Heidelberg grubunun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü’nün değerinin tartışılması gerekiyor, ikincisi de ‘bilim adamlarının’ yüceltilmesinin saçmalığı… Burjuva toplumunda bilim adamlarının “yüceltilmesi” boşuna değildir… Fransız genetisyen Andre Langenay’ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: “Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü” olarak koyması gerçekten yerindedir… Yazar, Fronçois Jacob’un, sık sık ” ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan” söz ettiğini yazıyor. Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor. Ve tabii otorite sayılıyor. Artık ondan sonra her söylediğinde bir keramet aranacaktır… Kapitalist toplumda [ister doğa bilimci. ister sosyal bilimci olsunlar] ünlü bilim adamlarının çoğunluğunun iki temel işlevi vardır. ARTI-DEĞER’in artırılmasına katkıda bulunmak ve SÖMÜRÜ DÜZENİNİ MEŞRULAŞTIRMAK… “