Açlık grevi, insanın çığlık atmasıdır; başka türlü direnmenin yolları tükendiğinde kendi bedenini kullanarak sürdürdüğü direniştir; devletin ve toplumun kahredici kayıtsızlığına protestodur.
Açlık grevini, bir eylem biçimi olarak dünya çapında duyulur hale getiren IRA militanlarının, bu direnişi seçmeleri tesadüf değildi. Tarihteki ilk açlık grevi de İrlanda’da yaşanmış, Hıristiyanlık öncesi dönemde insanlar, suçlu gördüğü kişinin kapısında başlarlarmış direnişe ve gece boyunca kapıda yatarlarmış. O zamanlar, kapısının önünde birinin ölmesine izin vermek en büyük onursuzluk olarak görülürmüş tabii ve direniş çoğunlukla amacına ulaşırmış. İşte IRA militanları da kendi topraklarındaki bu gelenekten esinlenmişler.
Benzeri biçimde bir günlük açlık grevi geleneği, Hindistan’da da varmış, ancak 1861 yılında İngiliz işgalciler yasaklamışlar. İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişin sembolü olan Mahatma Gandhi’nin de tutuklu kaldığı dönemde açlık grevi yaptığı biliniyor.
20.yüzyılın başında Amerika ve Avrupa’da oy hakkı için mücadele eden süfrajetler de açlık grevini seslerini duyurmak için kullandılar. Gözaltına alınıp tutuklanan süfrajetler, kendilerine adi suçlu muamelesi yapan devletten, “politik hükümlü” statüsü almak için cezaevinde açlık grevine başladılar. Çeşitli caydırma yöntemleri kâr etmeyince, İngiliz hükümeti “zorla besleme” uygulaması başlattı.
Geçen yüzyılda bütün dünyada, özellikle bütün hakları elinden alınmış olan tutsaklar, seslerini duyurabilmek için açlık grevine başvurdular. Bu durum bugün de devam ediyor, hiç “21. yüzyılda olacak şey mi” türünden cümleler kurmayacağım, çünkü bu kocaman bir “medeniyet” yalanı… Medeniyet dediğimiz şeyin kocaman bir barbarlığın üzerinde yükseldiğini gizlemeye yarayan bir yalan! Sınıf egemenliğini elinde tutarak halklara zulmeden devletler var oldukça, direniş imkanları elinden alınan insanların kendi bedenlerini bu zulmün önüne dikmeleri, bugün de var olacak, yarın da… Ta ki, bu barbarlık çağı sona erene kadar.
“Kapının önünde” ölenler
Dünyada pek çok örneği olmasına rağmen açlık grevi deyince ilk akla gelen örnek IRA ve İrlanda. İlk kez 1917’de Bağımsızlık Savaşı sırasında cumhuriyetçi tutsaklar açlık grevine başvurdular ve İngilizlerin “zorla besleme” zulmüne tabi tutuldular. Bu “insaniyet” görünümlü zulme de direnerek 94 gün sürdü direniş. Bağımsızlık savaşının sonunda, 8000 IRA hükümlüsünün açlık grevine katıldığı ortaya çıkıyordu. 1917’den 1920’lerin sonuna kadar bağımsızlık savaşçıları açlık grevinde hayatlarını kaybettiler.
Ancak İngiliz hükümeti ve İrlandalı işbirlikçileri, o eski geleneği, “kapısının önünde birinin ölmesine izin vermeme” geleneğini çoktan bir kenara bırakmışlardı; kapının önünde ölüme yatan kişinin direnişi, ne kamuoyu önünde utanmalarına sebep oluyor, ne de kaybedilen hayat onları ilgilendiriyordu. Onları ve dünyadaki benzerlerini ilgilendiren şey insanlık onuru değil, açgözlü sömürü hırsıydı sadece.
Bobby Sands: “Onlar intihar diyorlar, ben cinayet diyorum”
1981’de IRA militanı Bobby Sands’i tanıdı dünya. 27 yaşındaydı. Onun öncülüğünde başlayan açlık grevi, sadece su ve tuz alarak sürdürüldü. On tutsak direnişin farklı günlerinde hayatlarını kaybettiler. Direniş, dünya kamuoyunun gündemine oturdu; medya direnişçileri savundu, insan hakları kuruluşları İngiliz hükümetine karşı açıklamalar yayınladılar.
Cezaevindeki tutsaklar, (2000 yılında Türkiye’de, “Hayata Dönüş” adı altında katledilen yoldaşları gibi) tecrit anlamına gelen cezaevi sistemine karşı 1981’de açlık grevine başladılar.
Bu “son” yöntemin öncesinde uzun dönem mücadele etmişlerdi. Cezaevi tarafından verilen tek tip formayı giymeyi reddettiklerinde giysiden kalem-kağıda kadar her türlü şeyden mahrum bırakılarak hücreye atılıyorlardı. Hücreden sadece pazar günleri dini törene katılmak ve ayda bir kez yarım saatlik görüşe çıkmak üzere bırakılıyorlardı. Tutsaklar toplu direnişe başvurdular, birkaç yıl süren bu direniş yeni cezalar ve yeni zulüm yöntemleriyle cevaplandı. Keyfi cezalar uygulanmaya başladı; yıkanma yasağı, dışkı kovalarının boşaltılmaması, tüm eşyalara el konulması… Buna rağmen küçük sigara paketlerinin üzerine yazdıkları notlarla dışarıyla bağlarını korumayı ve direnişi duyurmayı başardılar. Dışarda hücre sistemini protesto eden afişler her yere asılıyor, “Babamın H-Blok’ta Ölmesine Göz Yumma” yazılı tişörtler giyen çocukların resimleri yaygınlaştırılıyordu. Hatta paraların üstünde bile “H-Blokları Parçala” mesajı vardı ve bu sayede sadece İrlanda’da değil, Kuzey Amerika, İngiltere ve Avustralya’daki İrlandalı göçmen toplulukları arasında da mesaj duyuldu ve benimsendi.
Ancak hükümet yaygın direnişe ve protestolara rağmen geri adım atmadı ve tutsakların koşullarında iyileştirme yapmayı kabul etmedi. Son çareye başvurdular; açlık grevine.
1981 Mart’ında Bobby Sands açlık grevine başlamaya karar verdi. Hiçbir tutsağa greve katılması için baskı yapılmadı; tersine IRA Birlik Komutanı açlık grevine katılan tüm tutsaklara grevden çekilmeleri çağrısında bulundu. Çağrıda, eylemcilerin olası bir ölüm konusunda iyi karar vermeleri, “son anda vazgeçerlerse” diğer tutsaklar için büyük bir zarara yol açacakları, grevden vazgeçmenin asla bir utanç nedeni olmadığı açıkça ifade ediliyordu.
İngiliz hükümeti, her “sınıf devlet”in yaptığını yaptı; geri adım atmadı. Öyle ya, bir kez geri adım atarsa, n’olurdu bu iktidardaki zengin sınıfın hali? Öyle her yoksul, her ezilen aklına geldiği anda isyan etse, dirense filan, nasıl başa çıkılır hepsiyle? Egemenlik altında tutmanın ve korkuyu baskı aracı olarak kullanmanın tarih boyunca bilinen en iyi çözümü nedir; ibreti âlem… Ölüm cezası hiçbir zaman suçu işleyenle sınırlı bir ceza değildir, esas hedef aldığı, hükümlü değil, onun gibi düşünmesi olası olan kitlelerdir. İbret dersi vermek ister kitlelere, “sakın ha” der, “aklında bile geçirme, yoksa sonun böyle olur!”
Bobby Sands öncülüğündeki açlık grevinde on tutsak yaşamını yitirdi. Ancak bu ölümlerin bedelini, İngiliz hükümeti ağır ödedi. Ölen tutsaklar dünya kamuoyunda haklı ve meşru bir zafer kazanmışlardı. Bobby Sands, ölümünden önce Sinn Fein tarafından İngiliz Parlamentosu’na aday gösterildi ve kendi seçim bölgesinde Margaret Thatcher’dan fazla oy alarak milletvekili seçildi. Ölümünün ardından parlamentoda onun adına saygı duruşu yapıldı ve “Zalim” denilemediği için “Demir” denen Thatcher da saygı duruşuna -kim bilir hangi duygularla olsa da- katılmak zorunda kaldı. Halkının devrimcisi olarak yaşadı, vekili olarak öldü Bobby.
Ve on tutsağın ölümünün ardından hükümet İrlandalı tutsakların siyasi statülerini yeniden tanımak zorunda kaldı.
Bu yazıda amacım, kuşkusuz açlık grevini olumlamak, övmek ya da hayatını kaybedenleri kutsamak değil. Açlık grevi ağır ağır ölmek demek, herkesin harcı olmayan bir iradeyi gösterebilmek ve bunu günler boyunca sürdürebilmek demek. Belli bir noktadan sonra hayatta kalmanın tercih edilemeyeceği bir yola girdiğini bilmek demek. Kimsenin kimseye öneremeyeceği, ama kimsenin de kimseye vazgeçmesi yönünde baskıda bulunamayacağı bir eylem.
Bobby Sands için çekilen Hunger filminde geçen bir diyalog vardır; onu grevden vazgeçirmek için uğraşan İrlandalı papaz ile Bobby arasında. Bobby, bu eyleme bakış açısındaki büyük farkı şöyle ortaya koyar: “Onlar intihar diyorlar, bense cinayet diyorum.”
Nuriye Gülmen-Semih Özakça
Nuriye Gülmen’i Ankara’nın orta yerinde işini geri almak için başlattığı direniş ile tanıdık. Gülen yüzü, her gün gözaltına alınmasına rağmen ertesi sabah yeniden aynı yere gelip oturmasındaki inat ve kararlılık hepimize umut verdi. Bir süre sonra ona KHK mağduru bir emekçi daha katıldı, Semih Özakça. Neşeli inatları, coşkuları, gösterişsiz dirençleri o gri kent meydanını da, her geçen gün daha da karartılan hayatımızı da güzelleştiren ender şeylerden biri oldu.
Kendi adıma, 200 metrelik yolu her zamanki adımlarla yürüyüp basın açıklamasıyla sonlandırdığımız eylemlerden çok daha önemli buldum onların direnişini. Her gün izledim, sosyal medyadan, mesaj attım, kendimce destek olmaya çalıştım. Sonra başka KHK mağduru emekçiler de katıldı direnişe. Değişik kurumlardan ihraç edilen Acun Karadağ, Veli Saçılık, Esra Özakça ve Mehmet Dersulu… Ancak günler, aylar geçti; onlar direnmekten, devlet ise onları görmezden gelmekten vazgeçmedi. Sonra açlık grevi kararını öğrendim bir gün. Üzüldüm, kızdım, “neden” dedim, “neden bu umut veren direnişi bambaşka bir mecraya akıtıyor?” Ama artık o, belli ki itirazlara kulak verecek noktayı geçmişti.
Sonrası bildiğimiz gibi oldu. Günler geçti, aylar geçti, Ankara’nın orta yerindeki direniş önünden herkesin geçip gittiği bir “manzara” haline geldi. Alışıldık, bildik, sanki yıllardır hep oradaymış gibi yadırganmayan bir “manzara…” Yakın tarihte cezaevlerinde açlık grevi yapan mahkûmların taleplerini yetkililere iletmek üzere sözü dinlenen, saygın aydınlar bir araya gelir ve arabulucu heyeti oluştururlardı. Vaziyete bakılınca, “kapının önündeki ölümlere” duyulan hassasiyet ne yazık ki bu topraklarda da bir onur konusu olmaktan çıkmıştı herhalde…
Elbette desteğe gidenler hiç eksilmedi; onların direncine direnç katmaya çalıştılar, seslerini çoğaltmak için birlikte türkü söylediler, halaylar çektiler… Ama ne yazık ki, asıl duyması gerekenler onların sesine kulak vermediler. Sadece devlet yetkilileri değil söz ettiğim; muhalefet partilerinden tutun barolara, insan hakları kuruluşlarından binlerce KHK mağduruna kadar kimse onların sesine binlerce sesi katmak, haklı taleplerini yetkili kurumlara iletmek için somut bir çaba göstermedi veya gösteremedi. Başkanlığa Hayır kampanyaları, 16 Nisan referandumunun meşruiyeti, CHP’nin iç kavgası, ABD’nin stratejik ortaklığı derken kimse Nuriye ve Semih’in tam da bütün bunları kendi bedenlerinde özetleyen direnişini görmedi.
64’üncü gündeyiz. Kritik eşik aşıldı. Açlık grevinin verdiği bedensel zararlar ortaya çıkmaya başladı. Ve ancak bu aşamada, söz ettiğim bazı kurumlar direnişe ilgi göstermeye başladı. Sembolik, dönüşümlü açlık grevleri yapılıyor şimdilerde; imza kampanyaları düzenleniyor. Hiçbirinin niyetinden kuşku duyulamaz elbette ama ben yapılacak en doğru şeyin onların taleplerine kulak vermek olduğunu düşünüyorum.
Nuriye ve Semih, “Bizim için bir şey yapacaksanız sesimizi büyütün” diyorlar ve somut bir kazanım olmadan eylemden vazgeçmeyeceklerini vurguluyorlar.
Kendisi de KHK mağduru olan Prof. Dr. Beliz Güçbilmez’in şu sözleri sanırım durumun en açık tanımı:
“KHK ile işten atıldığınızda ne oluyor, hatırlayalım:
Sağlık güvenceniz olmuyor; herhangi bir kamu ya da yarı-kamu kuruluşunda doğrudan ya da dolaylı olarak çalışamıyorsunuz. Yurtdışında iş bulmak gibi bir ihtimaliniz yok, çünkü mevcut pasaportunuz geçersiz ve turist pasaportu vermiyorlar. Son olarak da dokuz yüz liralık işsizlik parasını bile almanızı kaydınıza yazdıkları bir kodla engelliyorlar. Kısacası çok keskin bir biçimde bizi açlığa mahkûm ediyorlar. Zaten başlı başına hak ihlalleri silsilesi olan süreç, karşı dava açamamamızla, savunma yapamamamızla, o rektörün hoşunda gitmemek, bu meslektaşın hırsının kurbanı olmak, sosyalist olmak, demokrat olmak, muhalif olmak gibi gerekçelerle taçlandırılıyor. Şimdi Yüksel’de sevgili arkadaşlarımız diyor ki, bizi açlığa mahkûm ettiniz. Durum bu kadar berrak. Bu berraklığı anlatmamız gerekiyor. Bulunduğunuz her yerde herkese bunu anlatın lütfen.”
Nuriye ve Semih’e herhangi bir öneride bulunurken, açlık grevi yöntemini “politikliği” üzerine tartışırken, bu sözleri ve yıllar önce aynı düşünceyi özetleyen Bobby’nin sözlerini hatırlayalım: “Onlar intihar diyorlar, ben cinayet diyorum.”
Bu cinayete izin vermeyin.