Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Türkiye’yi “siyasi denetim sürecine tâbi tutma” kararı aldı. Oylamada 45 aleyhte, 113 lehte, 12 çekimser oy kullanıldı. Böylece Türkiye, Arnavutluk, Ermenistan, Azerbaycan, Bosna Hersek, Gürcistan, Moldova, Rusya Federasyonu, Sırbistan ve Ukrayna gibi “demokrasisi gelişmemiş” hatta diktatörlüklerle yönetilen ülkelerle aynı seviyesine düştü.
Türkiye’nin bu siyasi seviyeye düşmesine neden olan son olay ise, 16 Nisan halkoylamasına damga vuran “mühürsüz oy” skandalı ve oylamanın sonuçlarına dair şaibe oldu. Görüldüğü gibi Türkiye 15 yıllık AKP hükümeti eliyle Avrupa Birliği kriterlerine yakınlaşmadığı gibi bir hayli uzaklaştı. Oysa ki, AKP 2002 Kasım seçimlerinin hemen ertesinde Avrupa Birliği’ne girmeyi temel bir şiar edinmiş, bu sebeple Türkiye kamuoyu, büyük burjuvazi ve AB ülkelerince “demokrasi havarisi” ilan edilmişti. Zamanın gazeteleri AKP’nin çıkışları karşısında “demokratik devrim” başlıkları atmış, MHP ve CHP gibi partiler hükümetin Avrupa Birliği açılımı karşısında büzüşüp kalmıştı.
Bu ülkelerin Türkiye’yi yönetenlere yıllarca avans ve destek veren parlamenterleri bugün, AKP yönetimindeki Türkiye’yi AB istikametinde “raydan çıkmış” sayıyorlar. AKP iktidarı sebebiyle Türkiye’yi “siyasi denetim sürecine tabu tutma” kararı veriyorlar.
AB ülkeleri, Tayyip Erdoğan’ın şaibeli referandum eliyle elde ettiği siyasi gücü AB ile ortak çıkarlar yönünde kullanmayacağına inanıyorlar. Sürprizlerle dolu, belirsiz bir geleceğe sürüklenen bir yönetim tarzına itiraz ediyorlar. Aynı dünyayı paylaşmadıklarını sert bir siyasi kararla açıklamış oluyorlar.
Kuşkusuz Türkiye’yi küme düşüren bu siyasi karara oy veren parlamenterler kendi ülkelerinde en demokrat kesimler olmayabilirler; hatta bu ülkelerin rejimlerini Türkiye’den daha şeffaf ve demokratik saymaya biliriz. Sonuç şu ki, bu ülkelerin parlamenterleri, burjuvazilerinin egemenliği altındadır. Dolayısıyla Avrupa burjuvazisi, kendisine yönelik “tehdit” algısına sahip olduğu bir ülkeyi ve onun siyasi sistemini “denetim” altına almaya karar vermiştir.
Avrupa burjuvazisi siyasi partilerine, liderlerine hakimdir ve burjuvazinin çıkarlarını riske atacak siyasal çıkışlara, liderlere yol vermeyecek kadar deneyimlidir. Bu tip siyasi liderlerin sebep olacağı sosyal maliyetlerin bedellerini daha önceki dönemlerde epeyce ödemiş olmanın verdiği tecrübeyle hareket ediyorlar.
Örneğin Fransa’da hafta sonu ilk turu yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini ele alalım. Ana akım sağ ve sol partilerin adaylarının ikinci tura kalmayacağı biliniyordu. Bu iki ana akımın adayları halk tarafından destek görmeyen, haklarında yolsuzluk iddiaları olan yozlaşmış politikacılardı. Üstelik, Fransa aşırı sağının yükselişine de engel olamıyorlardı. Bu durumda Fransız burjuvazisi biraz solcu, biraz merkez sağa hitap eden liberal ve genç bir adayı Emmanuel Macron’u “bağımsız” aday olarak seçimlere soktu. Bu yolla Fransız aşırı sağının yükselişini engelleyecek, eski düzeni protesto için Front National’e (Ulusal Cephe) oy veren kitleleri sakinleştirebilecekti. Fransız burjuvazisi, bugün kendi kurumları, kuralları ve siyasi gelenekleriyle zıt yönde hareket eden Ulusal Cephe’ye karşı siyasi süreci kabaca bu şekilde yönetti.
Türkiye’de ise, büyük burjuvazi siyasi partiler üzerinde yeterince hakim değil. Başka bir deyişle, Türkiye büyük burjuvazisi kendi çıkarları ve pazar olanakları için bugüne kadar destek verdiği Tayyip Erdoğan ve AKP karşısında, bir başka seçenek yaratacak güçte değil veya henüz bunu tam olarak istemiyor; çıkarları yer yer örtüşüyor.
Türkiye burjuvazisi, Tayyip Erdoğan’ı demokratik teamüller çerçevesinde engelleyecek, onun istediği ‘tek adam’ rejimine ait anayasal değişiklikleri önleyecek bir siyasi muhalefet ortaya çıkartamadı. Hatırlayalım: 7 Haziran 2015 seçimlerinin ertesinde CHP ve MHP’nin milletvekili sayısı bir hükümet kurmaya yetmedi. HDP’nin dahil olmasına MHP itiraz etti. Böylece 1 Kasım’da seçimler tekrarlandı. Bir buçuk yıl sonra da 16 Nisan referandumu yapıldı.
1 Kasım seçimlerini ülkeyi kan gölüne çevirerek kazanan AKP, son referandumu da şaibeli biçimde kazanınca “dış” siyasi denetim mekanizmaları devreye girdi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi “siyasi denetim sürecine tâbi tutma” kararı bu sürecin sonucunda karşımıza çıkıyor.
Yine hatırlayalım, Avrupa ülkelerinde referandum kampanyası yürütmek isteyen hükümet üyelerine izin vermeyen Almanya, Hollanda gibi ülkeler “Nazi” olmakla suçlandı. Referandum sonuçlarına dair Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) raporları “ne duyarız, ne görürüz, ne dikkate alırız” diyerek reddedildi. AB kriteri olan “idam”, “evet” oyu veren seçmenlere onaylatıldı. Cumhurbaşkanlığı ile “AK Parti genel başkanlığı” neden olmasın sözleri, 23 Nisan çocuklarına söyletildi. Bütün bunları olağan sayan ve bayraktarlığını yapan bir siyasal anlayışla Avrupa Birliği burjuvazisinin yol yürümesi söz konusu olabilir mi?
Olağan koşullarda Türkiye burjuvazisinin kendisine bir başka siyasi lider bulması beklenir. Ancak burjuvazi ayrı bir siyasi lider ortaya çıkartacak bir ihtiyaç ve güç dengesi görmüyor.
Bu durumda YSK kararıyla referandum sonuçlarını “oldu bitti”ye getirmek Türkiye kamuoyuna ve ana muhalefet partisi CHP’ye dayatmak mümkün olsa da AGİT, AB ve AKPM bu dayatmayı kabul etmez. AKPM kararının ardından başka hangi ülkenin hangi açıklamaları yapacağını, sürecin nasıl gelişeceğini, bu siyasi kararın ekonomiye nasıl yansıyacağını ve AKP seçmeninin, Türkiye kamuoyunun bu kararı nasıl algılayacağını hep beraber göreceğiz.
Söz sırası AKP ve Erdoğan’da, Türkiye burjuvazisinde…