Hasan Aksakal ile ilk tanışıklığımı temsil eden Türk Muhafazakârlığı, tam anlamıyla adıyla müsemma bir kitap. Aksakal, Türkiye’deki içler acısı istatistiksel verileri kütüphane-kahvehane gibi en temel değerler üzerinden hafif bir serzenişle sıralamaya başlarken, yabancı dillere hiç çevrilmemiş veya yıllar sonra ‘nezaketen’ çevirisi yayınlanmış Türkçe eserlerin nasıl ve neden görmezden gelindiği, dış dünyaya kapalılığımızı, bugün hâlâ iliklerimize işleyen o arada kalmışlık duygusunun yarattığı tereddütlü izlenimleri aktarıyor.
Sonlara doğru ise güçlü anlatımının doruklarına ulaşan Aksakal, yüzyıllar boyunca belli belirsiz bir yük gibi taşıdığımız değersizlik hissinin altından ne yönde araştırma ve çalışmalarla kalkabileceğimizi, son dönemde oldukça rağbet gören ve vasatlığın temsili olan ‘çöp edebiyat’ buhranından nasıl sıyrılabileceğimizi yer yer karamsar, yer yer yüzeye çıkıp derin bir soluk alırcasına iyimserleşen üslubuyla, okurken bana ayrı bir keyif veren eski Türkçe kelimelere sıklıkla yer vererek anlatıyor.
Hasan Aksakal’ın ilk satırları, nereden hatırladığımı çıkarabilmek için yüzüne uzunca bir süre bakakaldığım bir tanıdık hissiyatı yarattı bende. Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto adlı eseriyle yaptığı kelime oyununu fark ettiğimde, hem şaşkınlık hem memnuniyet dolu olarak elimdeki sayfaları daha büyük bir istekle çevirdim.
Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt ve Tahakküm; Ahmet Mithat’tan Yahya Kemal’e, Necip Fazıl’dan Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar Türk edebiyatı tarihinde muhafazakâr anlayışı eserleriyle temsil etmiş büyük yazarlarımızın kovanlarına dalıyor. Kovan diyorum çünkü içeride biteviye bir üretim, hareket ve kaosun hâkim olduğu ortamda, yazarların seslerini duyuramayışlarının sebep olduğu sinir harbine, dolayısıyla iğnelerin birbirlerine doğrulmaya başlamasına, bir de muhafazakâr kitlenin bilinçsiz bir sahiplenme dürtüsü ile kahramanlaştırmaya çalıştığı muhafazakâr yazarların zannedilenden çok daha “farklı” bir yaşam sürmelerinin getirdiği çelişkiler ekleniyor ve Aksakal bunlar arasında eleştirel bağlantılar kuruyor.
Batı dünyası ile Türkiye arasında bağlantısızlığa, bu “gecikmiş olma hâline” sebep olan Avrupa odaklı üstünlük kurgusu (West and the rest – s.36) ile ilgili, Hasan Aksakal ardı arkası kesilmeyecek ilk sorularını sormaya başlıyor; “…Karl Marx, Charles Baudelaire, Fyodor Dostoyevski’nin doğup büyüdüğü dünyaya, aynı zamanlarda İstanbul’dan bakan birini bulsak… Mesela 19. yüzyıl Osmanlı’sının en büyük iki kültür-düşünce adamı denen 1822 doğumlu Ahmet Cevdet ve 1823 doğumlu Ahmet Vefik’in yaşıtları, Alman filozofla, Fransız şairle, Rus yazarla gerçekten aynı dünyanın derdiyle dertli olduğunu söyleyebilir miyiz? Her ikisi de 1844’lü olan Nietzsche’nin üzerine düşündüğü şeylerle akranı Ahmet Mithat’ın (…) dünyası ne kadar kesişmiştir sahiden?” (s.41)
Kesişemezdi; kesişemezdi çünkü hem gazeteciliği hem de romancılığıyla tanınan, döneminin en üretken yazarlarından olan Ahmet Mithat, varoluşu sorguladığı bir metnin (Duvardan Bir Sadâ, 1873, Dağarcık Dergisi) sakıncalı görülmesinden ötürü Rodos’a üç yıl boyunca sürgüne gönderilmiş, döndüğünde ise eser vermeye devam etmek için Abdülhamit’le arasını iyi tutmaya çalışmıştı ve bu yüzden dönemin aydınları tarafından sıkça eleştirilmekteydi. Ahmet Mithat işte bu gibi meselelerle uğraşmaktaydı… Bugünümüzün, bu sıkışmışlık hâlinden farklı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Öte yandan düşünce dünyasında oluşan bu uçurumların müsebbibi iki taraflı (Avrupa-Türkçe, Türkçe-Avrupa) bir çeviri yoksunluğundan mı kaynaklanıyordu? Yahut tereddütlü bir hâl içinde gidip gelirken, bizim düşündüklerimizi yapmak için başkalarının çoktan kolları sıvamış olmasının verdiği sessiz hayal kırıklığı mı? Hayranlık duyarak okuduğum Thomas Hobbes tarafından 1651’de yazılan Leviathan’ın 1990’larda çevrildiğini öğrenmek kadar –açıkçası buna dikkat etmemiştim- Aksakal’ın şu satırları da beni şaşırtmaya devam etti, “… 1984’te Edward Said’in Oryantalizm kitabının Türkçe baskısı için önsöz yazması istendiğinde, tıpkı böyle bir kitabı 1960’lı yıllarda (yani henüz Edward Said diye birini kimsenin tanımadığı bir dönemde!) yazmayı düşündüğünü kaleme alıp Said’i övgüyle selamlar Meriç. (…) Meriç’in Edward Said’den önce Oryantalizm konusundaki tüm temel eleştirileri yazılarında dile getirdiği vakıayken, nasıl olur da sistematik düşünceden uzak kalmıştır ya da uzaklaşmıştır?” (s.45) Cemil Meriç hislerini yıllar sonra şu naif sözlerle ifade edecekti, “Ben ezeli bir mağdurum, coğrafi kader, siyasi kader, biyolojik kader. Başka bir ülkede doğmalıydım. Anlaşılmadım. Hayatım bir bozgunlar silsilesi…” (s. 46).
Sorun nerede başlayıp, nerede bitiyor olursa olsun, “kovan”ın içinde elimizi uzanabildiğinin ötesine götürmeye çekindiğimiz sürece, içeride gerçekten neler yaşandığına dair bir fikrimiz oluşmayacak, yalnızca dışarıdan duyduğumuz uğultulara çelişkili anlamlar yüklemeye devam edeceğiz. Yazarların eserlerini ve yaşamlarını okuyup anlamaya çalışmaktan ziyade, çok yönlü ve eleştirel yaklaşımdan uzak, yalnızca muhafazakâr duygularımızı kabartan dizelerin büyüsüne kapılmış savunucular olarak kalacağız. Böylece muhafazakârlığın klasik anlamını yitirmesine mahal verecek, onu yalnızca bir gösteriş tüketimi olarak kullanamaya devam edeceğiz.
“Tereddütlerin adamı” Tanpınar’ı anlamaktan çok uzakta, içlerinde farklı bir dünyanın ateşi yanan Necip Fazıl’ı, Peyami Safa’yı, Yahya Kemal’i İslamî-muhafazakâr edebiyatın temsilcileri sayarak, yalnızca gülünç bir vaziyetin içine düşeceğimizi öngörebiliriz.
Hâl böyleyken bunca yanlışlığın, bilgi kirliliğinin, hızlı öğrenme doyumunun yol açtığı boş kibrin kol gezdiği, alelâde bir insanın doğru yerde doğru sloganı söyleyerek saniyeler içinde binlerce taraftar edinebildiği bir dönemde, sanatın içinde barındırdığı erdemlerin bir bir yok olması, “paranın belirleyiciliğinin kesinleştiği bir toplumda kimi ölçülebilirliği olmayan değerlerin değersizleşmesi kaçınılmazdır.” (s.202)
Hasan Aksakal’ın güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, tünelin ucundaki ışığın üzerimize doğru gelen bir kamyon farı mı yoksa bizi aydınlığa çıkaran bir işaret mi olduğuna karar verecek olan yine bizleriz. Birkaç adım ötede tamamen ‘vasatlık çağı’ diyebileceğimiz yeni bir döneme geçişin yaşanabileceği bir sınırda olduğumuzu düşünsem de, Aksakal son sözlerini iyimserlikle bitirmeyi tercih ediyor. Hem elem hem umut verici, detaylarla bezeli Türk Muhafazakârlığı, tekrar tekrar açıp okunmaya değer bir nitelikte bir eser…