Milli Eğitim Bakanlığının internet sitesinde ilan ettiği toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri gündeme geldi bu hafta. Çok toz dumanlı bir hafta olduğu için bir grup sağ çevrede infial yaratan, skandal diye gazete sürmanşetlerine konu olan “eşitlik” karşıtı propaganda işe de yaradı üstelik. Projeler internet sitesinde ilan edilen aktif durumundan rafa kalktı. Halbuki büyük ihtimalle AB fonlarından yapılan ve büyük destekler alınan bir proje bu.
Süreç bir adım daha ilerledi ve Resmi Gazetenin 12 Eylül günü çıkan bir sayısında Milli Eğitim Bakanlığının bir yönetmeliğinde değişikliğe gidildi. Bu değişiklik 12 Eylül darbesinin sürekliliğinden başka bir anlama gelmiyor, zira toplumsal cinsiyet ifadesinin yönetmelikten çıkarılmasını içeriyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği pek çok kurumun, özellikle başbakanlık 2010/14 sayılı genelgesi yine RG’de yayınlanmış ve „Kadınların sosyo -ekonomik konumlarının güçlendirilmesi, toplumsal yaşamda kadın erkek eşitliğinin sağlanması, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve sosyal kalkınma amaçlarına ulaşılabilmesi için kadınların istihdamının artırılması ve eşit işe eşit ücret imkânının sağlanması şarttır“ ifadeleri ile kadın politikasının imkanlarını genişletmişti. Dahası bu süreç, Başbakanlık Kadın Statüsü genel müdürlüğü tarafından hazırlanan toplumsal cinsiyet eşitliği ulusal eylem planı 2008-2013 ile tutarlılık içindeyken, bir çok Avrupa Birliği projesi alınır ve devasa miktarlarda fon aktarılırken süreci bir liberal eşitlik temennisinin çok ötesine taşıyacak kadın mücadelesi de yerli yerindeyken ilerlemişti. Ancak bugün Türkiye‘deki şiddet ortamı ve düşük yoğunluklu savaş düzeni ile değişen pek çok şey gibi bu durum şaşırtıcı bir hızla yön değiştirdi. Ancak ben işin finansal boyutu bir yana biraz bu saldırının anlamı ile ilgilenmek istiyorum.
Eşitlik kimi ve neden rahatsız eder?
Eşitlikten neden bu kadar çekinilir ve kim daha çok “eşitlik” lafından rahatsız olur, bir bakalım. Daha açık soralım mı: Eşitlik kimi ve neden rahatsız eder? Bu soru, felsefi bir eşitlik sorusu değil aslen, zira sınıfsal, ırksal ve cinsiyet kaynaklı eşitsizliklerin olduğu bir dünyada yaşadığımız için eşitlik hep bir talep olmuş. Bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasının imkânı, ezene karşı ezilenlerin mücadelesinin somut karşılığı olarak, kağıt üzerinde yani yasalar ile tanımlanmış bir eşitlik tanımı ile mümkün olabilmiş kimi zaman. Ancak yasalar üzerinde eşitliğe dair bir imkân ve zorlayıcı tedbirin olması, hayatta karşılığını görmemiz anlamına gelmiyor. Yine de kız ve erkek çocuklarının eğitim görmesinin zorunluluğu, mirasın kız ve erkek çocuklarına eşit dağıtılması, boşanma hakkı, kadınlara işyerlerinde biyolojileri nedeniyle ayrımcılık yapılmamasına dair yasalar bir fırsat eşitliği imkanını bir ölçüde sağlamış, bunlar coğrafi eşitsizliklere rağmen inkâr edilemez. Zira bir imkân olarak bahsetmemin nedeni, toplumsal yapının dönüşümü de coğrafi bir eşitsizlik halinde. Mekâna bağlı ilişkiler, mahalle-tarikat-aşiret-aile gibi hızlı toplumsal dönüşümün en yavaş değişen kurumları karşısında hala kız çocuklarının evlendirilmesine, kadınların saçma sapan nedenlerle öldürülmesine, kız çocukların okutulmamasına, okusalar da iş bulamamalarına, ev içi bakım işinin kadınların görevi sayılmasına, zorla evliliklere, heteronormatif ailenin dışında bir yaşam sürmek isteyenlerin vahşice öldürülmesine rastlamamız, hem de sıklıkla, boşuna değil.
Zira eşitlik, erkeklerin aile içinde edindiği konforu, iktidarı ve zamanı tehdit ediyor aslında. Kadınların erkekler için yaptığı herşey kadınların öncelikle emeklerine el koyuyor; sonra kararlarına, duygularına veya zamanlarına. Kadınların tercih imkanlarının ellerinden alınması veya erkeklerin doğrularını ve hedeflerini kendi varlık nedenleri haline getirmelerinin sonuçlarına bakalım, menemeni beğenmeyen oğlunun eleştirisinin ölüme götürdüğü kadını düşünün. Babasını taklit eden çocuklarının saygısından mahrum kadınları düşünün. Kızlarını daha büyümeden evlendiren ve bir ölçüde kaderini kızlarına devreden kadınları düşünün.
Şiddet İstisna mı?
Daha ötesini de konuşalım, zira yukarıdakilerin istisna olmadığını biliyoruz. Ev içinde şiddet sadece fiziksel şekilde ortaya çıkmıyor. Bir kadının evin bütçesinden ne kadarını sadece kendi ihtiyacına ayırdığından da geçiyor veya evde yaptığı işin karşılığı ödenmediği için değersizleşmesinden de. Yapılmadığında görünen işlerin fıtratı, yapıldığında değer verilmemesi ancak yapılmadığında şiddetle karşılık bulmasıdır. Bu kölelikten devrolunan bir üretim pratiği aslında.
Aileden çıkıp sokağa, işyerine veya kamusal alanlara bakarsak da benzerini görüyoruz. Evde yaptığı işleri değersiz olduğuna inanılan kadının dışarıda yaptığı işlerin de aynı nitelik ve pozisyonda olsa da düşük gelire sahip olmasını hangi mantık açıklayabilir. Kadının erkeklerden aşağı görüldüğü bir dünyada yaşadığımız açıklaması dışında. Erkekler üstünlüklerini bırakmak istemedikleri için, toplumsal cinsiyet eşitliği konusu geçtiğinde, en liberal formuna dahi karşı çıkıyorlar bu yüzden. Bu açıdan kim eşitlik lafından rahatsız oluyorsa, o aslında tecavüz gibi şiddet biçimlerinin içinden gelen bu patriyarkal düzenden doğan çıkarlarından vazgeçmiyor demektir. Hangi sömürgeci işgal ettiği toprağı gönül rızasıyla verir veya hangi kapitalist artı-değer sömürüsünden vazgeçer?
Bu eşitlik varsayımı, sınıfsal, ırksal ve patriyarkal eşitsizlikler gibi biyoloji, zeka, görünüş ve hayatı deneyimleme biçimlerinin getirdiği pek çok eşitsizlikle de bir arada olduğu için çok sorgulanması ve öğrenilmesi gereken de bir duruş aynı zamanda. Bu kısa yazıyı elbette aşıyor.
Tarafınızı seçin!
Şu an sosyal medyaya baktığımda, başlıklar akan haberler arasında Rabia Naz’ın ölümünü aydınlatmaya çalışan bir gazetecinin kaçmak zorunda kaldığını okudum. Rabia Naz’ın ölümünden sorumlu olanı koruyan karanlık, kadınların toplumun her alanında eşit şekilde olmasına karşı aynı zamanda. Yakınları olanlar tarafından öldürülen kadınların, ölümünü “normal” kabul edenlerle aynı karanlık. Tecavüze uğrayan, cinsel saldırıların muhatabı olan kişilere, çocuklara o vakitte orada ne işi varmış diyebilen karanlık da O. Kendini kadın veya erkek hissettiği için; toplumsal normların dışında bir aşk yaşadığı için hayatıyla cezalandırılanların engizisyonu o. O, kendi geçmişinin şiddetini gizlemek ve rasyonalize etmek için görünür suçlarla ortaklık eden kişi aynı zamanda.
Şimdi ben size soruyorum, eşitlikten rahatsız olmak o karanlığın içinde kalmak demek açık ki, ya siz hangi taraftasınız?
Mahkemelerde hukuk üstbaşlığında yapılan eziyetlerin arasında beraat sesleri içimizdeki maviyi derinleştirse de bu dönemin travmalarını en yakınlarımızdan gördüğümüz eril şiddeti ve iktidar-benzeri tavırların etkisini çok zor atlatacağız gibi görünüyor.