“Özgürlüklerine kavuşanlar, Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ şiirindeki ‘Mapus Yata Yata Biter’ dizelerini, ‘Mahpus Kaça Kaça Biter’ şekline çevirdiler” diyen Mehmet Kılıç, mahpusluk yıllarını kaleme aldığı romanında “özgürlük eylemi” adını verdiği firarlarını anlatırken, hapishanedeki günlük yaşamı da olduğu gibi yansıtmaya çalışmış.
Mehmet Kılıç, uzun yıllar hapis yattıktan sonra 1992 yılında tahliye oldu ve Avrupa’ya gitti. 1997-2000 yılları arasında yaklaşık 3,5 yıl da Paris’te tutuklu kaldı. Uzun mahpusluk döneminin yanı sıra tanıklık ettiği firar girişimleri ve çalışmalarını kağıda dökmeye karar veren Kılıç, Mahpus Kaça Kaça Biter romanını, sınıf mücadelesini sürdüren devrimcilerin, cezaevlerinde ve dışarıdaki yaşamlarının geleceğe aktarılması gerektiği düşüncesiyle yazmış. Kılıç ile kitabın yazılma sürecinden başlayarak “mahpusluk” yaşamından iz bırakan anları ve “geleceğe aktarılması gereken” tecrübeleri konuştuk.
Dilersen önce bu kitabı neden kaleme aldığını senden dinleyelim. Romanı yazmaya nasıl ne zaman karar verdin?
Romanımı yazma amacım, cezaevlerinde yaşadıklarımızı kayda geçirmekti. Devrimcilerin mücadele yaşamlarını aktarması gerekenler bizlerdik. Bu mücadelenin dışında olanların bizlerin yaşamını aktarmasını beklemek doğru değil, bizlerin bu işe soyunması gerekiyordu. Nitekim son yıllarda pek çok eserin yayımlanması hepimizi mutlu etmektedir. Bu yayınlar, yazma konusunda ürkek olanları da cesaretlendirmektir. Zaten zindanda iken yoldaşlarıma şunu söylemiştim: “Bizler Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi harika şeyler yazmak zorunda değiliz. Estetik düzeyimiz bu üstatlar gibi yetkin olmasa da, ne kadar becerebilirsek, yapmaya çalışmalıyız.”
Paris’te tutuklu kaldığım otuz aylık dönemde bir yandan Fransızca öğrenip resim kursuna katılırken, tek kişi kaldığım hücrede, Metris Askeri Cezaevi’ndeyken yapmamız gerektiğini söylediğim konuya zaman ayırdım. Birkaç romanın taslaklarını kaleme aldım. Mahpus Kaça Kaça Biter romanını, İstanbul cezaevlerinde kaldığım yıllarda içinde yaşadığım olayları, anı roman şeklinde yazdım. Roman anılarımdan oluşsa da, elbette ki her şeyin tıpa tıp anlatımı değildir. Bazı konularda zorunlu olarak değişiklik yapmak zorunda kalsam da, anlattıklarım yaşanmışlıklarımızdır.
Bu roman ilk yazı deneyimin oldu diyebilir miyiz?
Siyasi dergilerde çeşitli konularda pek çok yazım mahlas isimlerle yayımlansa da, edebiyat alanında kendimi ‘çırak’ olarak görüyorum. Romanımı yazarken eleştirilebilecek tonlarca şey olabileceğini bilmekteydim. ‘Çok ağır eleştiriler gelecek,’ ‘beni yerden yere vuracaklar’ kaygılarını bir kenara attım. Eksikliklerimin anlayışla karşılanacağını düşünüyorum. Anlayışla karşılanacağımı düşünsem de, romanıma yönelik eleştirileri, değerlendirmeleri bekliyorum. Bu değerlendirmeler, bundan sonraki çalışmalarımda bana yol gösterecektir.
Kitap 360 sayfadan fazla ve büyük bölümünde özgürleşme olarak adlandırdığın kaçış süreçlerini anlatıyorsun. Özgürleşme çalışmalarının mahpusluktaki yeri ve önemi neydi?
Nisan 1981’de açılışı yapılan Metris Askeri Cezaevi, Diyarbakır ve Mamak cezaevleri gibi pilot cezaevlerinden birisiydi. Bu cezaevlerinde siyasi tutsakların baskı, terör, işkence yöntemleriyle sindirilmesi, teslim alınması hedeflenmişti. Cuntacıların hiç beklemedikleri bir şey oldu. 25 Mart 1988’de 29 siyasi tutsak, havalandırma rögarından başlattıkları tünelle firar ettiler. Bu müthiş firar tüm tutsakları sevindirse de, firar edilen koğuşların hemen arkasındaki koğuşlarda bulunanları kapsamaması tartışma yarattı. Bu tartışmayı bitiren şey ise, bundan sonraki tünel çalışmaları oldu.
Metris Firarı’nın hemen sonrasında, Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edildik. Burada MLSBP’liler ile Devrimci Solcular, birbirlerinden habersiz tünel faaliyetlerine başladılar. İlerleyen günlerde iki tünelin birleştirilmesi kararı alınsa da önce MLSPB’lilerin kazdığı tünel patlatıldı. Tüneli patlatan cezaevi idaresi saldırıya geçti. Zemin katlardaki hücreler/koğuşlar boşaltılıp, siyasi tutsaklar üst katlara alındı. Ama her gün yapılan aramalara karşın, Devrimci Sol’un tüneli bulunamamıştı. Bu tünelin en olumlu yanı şuydu: Tünelciler, kadınlar koğuşu da dahil MLSBP’lilerin, TKP/ML’lilerin de firara katılabilecekleri giriş noktaları oluşturdular. Devrimcilerin eylem birlikteliğini göstermesi açısından önemliydi. Bu tünel de çıkış noktasına üç-beş metre kala patladı.
İkinci tünel de patlayınca, Bayrampaşa Kapalı Cezaevi’ne sürgün edildik. Burada tüneli başlatanlar, TKP/ML ile DABK Davasında yargılananlardı. Daha sonraları aynı dönemde dışarıdaki yoldaşlarımızın da içeriye doğru tünel kazdıklarını öğrendik. Bu üçüncü tünel de son metrelere gelince patlayınca, bizleri derin bir krizin içine soktu. Tüneli en zor koşullarda açarken hastalanmayan tünelciler, tünel patladıktan sonra, biraz abartarak söyleyeyim, psikolojik açıdan krize girdiler.
Anladığım kadarıyla bu tünellerin hep son anlarda “patlaması”na özel bir vurgu var…
Tabii, daha sonraki yıllarda öğrendik ki, tünellerimizi patlatan bilgileri istihbarata veren, farklı bir sol örgütün dışarıdaki yöneticilerinden biriymiş. O örgüttekiler bu kişiyi ölümle cezalandırdıklarını açıkladılar. Polis tarafından gözaltına alındığında işbirlikçiliği kabul eden bu hain, onlarca devrimcinin firarının önüne geçmişti.
Maceracılardık, fakat yeni bir tünel açabilecek kadar serüvenci olmadık. Sol örgütler, bu olumsuzlukların sonrasında, firar çalışmalarını kendi başlarına yürütmeye başladılar. Biz de üç farklı ‘özgürlük eylemi’ ile sekizi yoldaşımız olmak üzere dokuz tutsağı özgürlüğe uçurduk. Keşke buna gerek kalmadan tünellerle özgürlüklerimize uçabilseydik.
Romanda “özgürleşme” çalışmalarının yanı sıra, mahpusluk süreçleri de anlatılıyor.
Romanı kaleme alırken aynı zamanda zindan yaşamımızı da anlatmaya çalıştım. Bir yandan ‘özgürlük eylemi’ dediğimiz firar eylemlerini anlatırken, günlük yaşamımızın renkliliğini de anlatmak istedim. Faşist cuntanın en azgın saldırılarının ortasında bizlerin bir de özel yaşamlarımız vardı. Kitap okumaya aşıktık. Siyasi tartışma hastalarıydık. Bizler sadece anmalar, protestolar yapanlar değildik. Aynı zamanda, ‘havalandırma geceleri’nde eğlenen, şamata yapan insanlardık. Koğuş operasyonlarında öldüresiye dayak yedikten sonra türkü söyleyen, halk oyunları oynayan, mazgalı açan askerin tanımlamasıyla, ‘manyaklar’dık. Kıç falakası yiyen mücadele arkadaşlarımıza ‘popon çok seksi görünüyor’ şakası yaparak kahkaha atan tiplerdik. Komün yaşamında her şeyini paylaşan, külotlarını birlikte yıkayan, giysilerini ortak kullanan insanlardık. Diğer yandan, tutsak yakınları bizim içeride yaşadıklarımızı, farklı biçimlerde de olsa dışarıda yaşamaktaydılar. Onlar cuntaya karşı muhalefeti başlatan isimsiz kahramanlardı. Dolayısıyla cezaevi direnişlerinin önemli bir parçası da onlardı. Onlar da kaleme alınmak zorundadır.