Yalnızlık nedir cicim? Kahvaltı eşlikçinizin bir oyun, bir kitap, bir gazete, bir elektronik iletişim hattı olmasıdır, hem de kendi sesleriniz kulağınızı tırmalamasın diye açtığınız bir mekanik bir ses eşliğinde. Buram buram yalnızlığınız kokar aslında o seste.
Şimdi görüyorum, şu aile evlerinde sürekli açık televizyonun vızıltısını. Hayır cicim duymuyorum, görüyorum. Gördüğüm mutlu aile yuvasında kente özgü bıktıran gündemlerinin yanında buram buram mutsuzluk ve yalnızlık koktuğunu anlıyorum. Yalnızlık tek başına oturup kahvaltı etmek değil yani, kendi içinin sana ne söylediğini dinleyemeyecek kadar kendini kendine kapatmak. Korkarak, yakınarak, endişe ederek kapatmak. Kendiyle, dolu olmayan insanın hayatı ıssızlaşıyor giderek. Hayallerini yitirdiği ölçüde kayboluyor. Hayallerini satınalınabilir varlıklarla dolu olanlardan, reklamların fantazmagorik dünyasındaki rollerden çıkma bedenlerden bahsetmiyorum. Hayır, onlar bizi yok etmek üzerine kurulu cehennemin kapısındaki hayaletler. Bizleri sistemin işleyişindeki pile benzeten bir filmin söylediği gibi. Onlar şizofrenik bir dünya üzerine kurulu başarı hikayeleri. İnsanlıkla ve vicdanla bağınızı kopararak yapabilecekleriniz onlar, ki o yüzden var olduğunuzu sandıkça yok oluşun eşiğine gelmek anlamına geliyorlar.
Daha başka hayaller kurmalı insan, klişe gelse bile kulağa. İçinde yaşanması mümkün olan, yaşadıkça yaşatan; yaşattıkça zenginleşen hayaller. Halbuki dünya, zenginleşmek için öldüren bir sistemin üzerinde çok çok uzun zamandır. İnsanlar tarafından tanımlanan ve aslında sürekli insan-eliyle yeniden üretilen doğadan bi-haber olan doğa kanunlarından mütevellit. Güçlünün zayıfı ezdiği bir dünya söylemi işte bu, genel kabul gördüğü için önümüze sunulan “gerçek”. Kadınların erkeklere nazaran zayıf olması fikri gibi. Doğal mı peki, yoksa içine doğduğumuz ve asla sorgulamadığımız bu eşitsizlik üzerine kurulu düzenin sürdürülmesinin bir yolu mu sadece?
Sorunun içinde cevabı gizlemek, bir “eğitimci” mistifikasyonu. İktidarın ideolojisi temelinde normalliğin sınırlarını çizen; çizginin dışında kalanı, çizgiyi sorgulayanı, çizgiyi reddedeni düşmanlaştıran bir dizi araçtan biri eğitim. Kurulu düzenin öznelerinin, bu eşitsizlik üzerine kurulu düzenin devamını sağlayan şiddetle ve rızayla kurulan kırılgan dengesinin her şaştığı yerde, açığa çıkan apaçık şiddette “eğitim şart!” diye nutuk atmalarının temeli bu. Ancak sorunun içinde gizli cevapların, düşünmeye, akıl yürütmeye zorlayan doğasının, kitap defter açık sınav yapmak gibi sistemi tehdit eden bir tarafı var; kurulu düzenin sevmediği soyut resimler gibi.
Normalin Sınırlarında Kalmak
Normalin sınırlarının içinde kalmak da aslında çok zor iş, bakmayın kolay göründüğüne. Özellikle iktidarını ittifaklar üzerine kuran bir yönetim, bu sınırlarla sürekli oynamak zorunda. Üstelik de merkezden başlayarak her yerde, her düzeyde bir omurgaya taviz vermiyor bu düzen. Dahası normaller, egemenlerin zenginleşmesi ve refahı için sınırsız bir güç birikimi gerektirdiğinden, fiziksel ve siyasal olarak güç devşirebileceği her kanalı da kendisine benzetme zorunluluğu içeriyor. Tarikatlar, hemşerilik ilişkileri, aileler, ticari ve bürokratik ilişkiler her alanda. Bu kadar geniş bir ittifakı birbirine bağlayan yapıştırıcılar ise çok kırılgan. Suçların görünmezliği üzerine kurulu bir rant ittifakı, sömürü ittifakı ile birleşmiş halde. Çok kırılgan yine de. Zira bir doğa parçasının üzerinde oluşacak bir ticari alan için dönen rekabet, bazen suçların açığa çıkması yoluyla bir başka grubu elimize etmeye yarayabiliyor. Suçların görünmezliği ittifakın temeli olduğu kadar hangi suçun ne zaman görünür olduğu ise bir eleme aracı yani. Doğa kanunları mı demiştik, insanın içine doğduğu için değiştirilemez olarak kabul etmesi beklenen egemenlerin yaptığı kanunlar mı bunlar yoksa…
Kadınların ev içindeki şiddetinde de aynı değil mi durum? Kapitalizmin içinde doğduğu patriyarka da en güvenli yer nostaljisi ile tanımladığımız evimizi bir cinayet mahalli haline getirmiyor mu? Bedensel şiddet görmeyenler de dahil, evdeki yapılmadığında görünür hale gelen, gündelik hayatın düzeninin sağlanması açısından önemli olan her işi başkaları için yaparak zamanlarını rıza ile verirken, aldıkları sevgi karşısında aslında değer yitirmiyorlar mı? Değerlerini, özgüvenlerini, hayatla ilişkilerini ve hayallerini… Bulaşıklar ortada dururken yazamadığım yazılarım geliyor aklıma. Önce bulaşık yıkayıp, sonra yemek için hazırlık yapıp, tozlandığını farkettiğim evimi baştan aşağıya süpürüp, hadi başlamışken çekmeceyi düzelteyim derken kaybettim zaman ve efor ile yazmaya halimin kalmaması; ben bunları yaparken ise tüm bunlardan ortak şekilde yararlananların kelimelerini dizi dizi dizdiği makalelerinin üst üste çıkması benim mi kaderimdi sadece? Üstelik kendimi bu halde bulduğum anlarda feminist çıkışlarımla gördüğüm tezatı barıştıramazken, hatta bu derece doğallaştırdığıma kendim dahi şaşırırken…
Yalnızlık diye başlamıştım, cicim. Yalnızlık, istikrarsız bir normal sınırının içinde kalma çabası içindeki gergin insanların içinde hissediliyor en çok. İşleri zor diyorum ya, gördüm. İçlerinden akıp giden bir insani dereye, nasıl hidroelektrik santrali dikerek, kamu yararına kuruttuklarını ve çoraklaştıklarını gördüm. Geceleri uyuyamamalarını saklayarak, söylemediklerinden anlam çıkaran ve bir güvenlik hikayesi kurarak elindeki bilgilerle kendini garantiye aldıklarını gördüm. O çoraklaşmanın yarattığı içindeki ıssızlığı telafi edebilmek için sürü halinde, başkalarının hayatlarını yaşayan insanları gördüm. Birini değerlendirirken kim tarafından desteklendiği veya oturduğu makama atandığının kişinin fikirlerinden neden daha önemli kabul edildiğini gördüm. Bu ortamın doğal olanının benim dünyamla alakası yoktu, ama bu dünyada yaşamak zorundaydım, başka bir dünyaya göç ettiğimi düşündüm her zaman. Ama göç etmek nedir henüz bilmiyordum. Tanık olduklarım karşısında susmadım ve yalnız kaldım. Bir kısmı karşısında artık kendi varlığımdan korkup sustum ve yalnız kaldım. Ne güzel yalnız kaldım. Yalnız kaldıkça, mesafenin değerini öğrendim ve mesafelere rağmen dostluğun kıymetini. Yakınlık uzaklık kavramları gerçekliğe dönüştü tabi benim için. Her zaman normal çizgisinin dışındaydım zaten, kaygım hiç olmadı o sınırın peşinden koşmaya. Ama tanık olduklarımın karşısında susmadığım için göç edip durdum, bir o coğrafyadan bir bu coğrafyaya, bir o networkten diğerine, bir dilden diğerine, iklimden diğerine, bir kimlikten diğerine, bir tabeladan diğerine…
Rüzgarın yönü
Bu kadar tanıklık, fiziken göç etmeden önce görme şansımın olmayacağı bir kanalı açtı. Güvenli bir yer olmasa da evden, dilinden, rutininden ve mahallenden göç ettiğinde her zaman geçicilik kapıda bekliyor sanki. Aşinalar topluyoruz bir yerlere. Bazıları her yerde yapılabilecek rutinler ile bazıları sosyal medyada biriktirdikleri ile bazıları ise her zaman yanlarında taşıdıkları ile. Yanlarında taşıyamadıkları ne varsa, hepsini taşıdıklarına yüklüyor hareket halindeki yalnız insan. Gittiği yerde de mahallesini görüyor, mahallesini kurmaya çalışıyor ama mesafeler önemli. Mesafeler hiçbir şey diyenler yanılıyor. Hele ki evi, yakını ve mahallesi yok olmuş, dönecek bir yeri bulunmayan insanlar için, her yer güvensiz, dilini anlamadığın her yer endişe mahalli. Biraz sesini yükselten herkes azarlıyor, gülümseyerek konuşan herkes “iyi” insan orada. Bu kadar çocukluğa geri dönüş işte, kendi kararlarını veremeyen, çevresindekileri yüksek iç sezgisiyle anlayan/anlayamayan bir bakış. Bu yüzden sürgün edebiyatının kendi coğrafyasına odaklanışı, hala sosyal medyadaki lokasyon işaretinin kendi memleketinde kalmış olması, bedenen olduğu yerde yaşamaya direniyor olması, bir süre sonra kendini evinde hissettiği yerin havaalanı, tren istasyonu, otobüs terminali, iskeleler olması, hareket etmeksizin düşünemiyor hale gelmesi denilebilir mi?
Göçmen masalarında ortak bir ruhu görmek şaşırtmıyor beni. Yollarda kalmayı, yolları anlatan ve zamansallığını yollardaki dönemeçlerden alan, renkleri her yanında taşıyan ve ev içini dışından, insan içini dışından ayıran karakteristiğe sahip. Göç asla mavi ve kara olmayan renkleri taşıyan kelimelerden oluşuyorlar. Hep biraz mekanın dışında bir yerden yazılıyor, ama baharın, mevsimlerin içinden, uzaktaki zamanın göbeğinde yazılı dizili virgülleri, iç noktaları koyuyor cümlelerine. Hep biraz ağır ama yersiz olanlar onlar. Biraz kurnazlık da var bu hikayelerde, ayakta kalışa dair, kendini geçici gören sistemin içinden kalıcılaşmaya dair tilki kuyrukları izlenebiliyor kelimelerin gölgelerinde.
Bu yüzden daha çok canımı yakıyor, Türkiye’de Suriyeli istemiyoruz, bildirimleri. Bu kadar ırkçı ile bir arada yaşamak zordu zaten, biliyorum. Şimdi ise geri dönmesi durumunda göze alacağı bedeli ödemek istemeyen biri olarak; ama hala geri dönebilecek bir mahallesinin, yakınlarının, evinin olduğunu da bilen biri olarak; daha çok canımı yakıyor. Bu duygu ortaklığını yaşayanların naif insani vurgularının, bugünlerde normalin çizgisinin ötesine itilmesi, geçmişin hayaletleri çağırıverdi. Bir anda soykırımcı bir güruh, ezberlenmiş medyatik sayıklamalar ve konuştuğu kadar bile yazılamamış Türkçe anlayanlar mahallesinde nara atıyor, ya sev ya terket bile değil; ya itaat et ya terket.
Onların gürültüleri arasında küçücük bir kız çocuğunun tecavüzle öldürüldüğü, bir başka güzelim kız çocuğunun ölümünün aydınlatılmasının yerel-genel siyasi öznelerce engellenip adalet talebinde ısrarcı olan babanın tımarhaneye tıkılmaya çalışıldığı, sokak ortasında şiddet gören kadınların videolarına “o da nasıl giyinmiş öyle” yorumu yapıldığı, plazadan atılarak yaşamı çalışan genç kadının yargılanmasının rezaleti, ifade özgürlüğü su götürmez olan barış talebinin üç buçuk yıl sonra ifade özgürlüğü olduğunun Türkiye’nin en üst mahkemesince kabulüne rağmen medyanın kışkırtmalarının nasıl da devam ettiği, küçücük çocukların aynı medya tarafından terörist ilan edilerek ölümlerinin kapatılmaya çalışıldığı, Türkiye’nin cumhurbaşkanının 400 milletvekili vermediniz böyle oldu, diyerek açıkladığı patlamalarla dolu dönemde yitirdiklerimizi anmanın da suç sayıldığı, birkaç ay sonra uygunsuz yere yapılmış olduğu için kapatılacağı söylenen bir kamu yatırımının inşaatı sırasında ölen -ve ölmeyenlerin de maaşlarındaki gecikmeye rağmen çalışması ve tahtakurusu içinde uyuması beklenen- işçilerin hak talep ettiğinde bölücü diye suçlanmaları, iki dünya çapında adı bilinen akademisyenin -şaşıracaksınız ama intihal veya dolandırıcılıktan değil emekleri ve başarılarından dolayı- günlerce hapis yatması (önceki tutuksuz yargılamaları saymıyorum bile) bir çırpıda aklıma gelenlerden… Bu noktasız yazılan ve okuması eziyetli olan paragrafa daha neler eklenir. Eminim herkesin aklına bir milyon şey gelmiştir.
Cılız ama güçlü isyan
Normalin içinde kalmak için alicengiz oyunlarını iyice öğrenen bu kuru kalabalığın giderek yükselen gürültüsü içinde pek çok suçu bağıra bağıra, isyan ede ede yazıp çizmeye çalışanların sesi boğulmaya çalışılıyor. Sadece itiraz edenlerin değil hatta omurgalı kalmaya çalışanların, dürüst olanların, liyakatle hakkıyla bir yerlere gelmeye çalışanların, vicdanının sesi ile sorunu olmayanların da hatta hadleri bildiriliyor sıkça: “Sen ne bilirsin ki, sen kimsin ki…”diyerek… Daha naif çıkışlar da var tabi: “böyle gelmiş, sen mi değiştireceksin; onlar çok güçlü sen ne yapabilirsin ki!” veya daha beterleri: “yeterince Marksist bir dil değil bu; geçmişteki şu cümlenden sonra bir de feministlik taslıyor; bir dakka sen yeterince emek vermedin; bu dediklerin çok anlamsız, sen de kendine x mi diyorsun…” En ümit-kıranı da son örnekler. Sürekli bir şey-ölçerlerle söylediğin her sözün samimiyetinin, bilginin, dirayetinin, mücadeleciliğinin ölçülüyor veya tasdik ediliyor olması gerekliliği. Her iktidar alanının, vitrini ve egemenlerinin yarattığı bir normallik sınırı var tabii, “doğa kanunu” demeyeceksem de hiçbirimiz toplumsal yapıdan azade değiliz diyeceğim. Zira özellikle geçmişte Kürt hareketine dair tutumun gördüğü turnusol kâğıdı görevini bugün mülteciler de görmeye başladı. Yükselen sağ popülizm, muhalif bir kesimin içinde de öylece bir çıban acısı gibi ortaya çıktı.
Dahası da oluşuyor ne yazık ki, vitrinlere yönelik oluşan her cümle, bir başkasını kırarak ona had bildirerek kendini doğrulama üzerine kurulu. Bir bakıyorsunuz, yüzyılların ezilmişliği kendinden daha fazla ezilen bir kadından çıkarıyor bir başka kadın. Bir bakıyorsunuz, diyalog bir kim daha fazla eziyet çekti, sömürüldü, kim daha fazla acı içinde yarışına dönüşüyor. Acı çekmenin de bir hiyerarşisi var bu toplumda. Yasınızı ağlayarak tutmadığınız için bir “başın sağolsun”dan bile imtina edebiliyor insanlar. Konuşurken referans vermediğiniz için akademik sayılmıyor cümleniz, hatta arkadaşlığınızın kriterleri bile yayınladığınız makale sayısından doğru kurulabiliyor. Bir fotoğraf karesi sizin ne kadar mücadeleci olduğunuzu göstergesi veya ettiğiniz cümle bir devrimin kıvılcımı sanıyoruz ya bazen, işte bunlar hep değersizlik hissinden. Hayatı boyunca sadece tek bir yerde kendini değerli hisseden dostlara bu süreç; alkolizmin, birbirine sarmanın ve/veya birbirinden kıymetli işlerde kendini yeniden inşa etmenin yolunu da açtı. Spritüal alanlardan terapi toplumuna çıkışsız hissedenlerin savrulduğu, içinde yücelttiği sağaltma alanlarını da unutmamak gerek tabi.
Proje bazlı, sınırlı süreli, bir yerle aidiyet kurmaya olanak tanımayan bir hayatı, ilk defa deneyimleyen insanların üzerlerindeki şaşkınlık ve geçicilik hissinin verdiği melankoli yaşadığımız cehennemin ne olduğunu duvara çarparak gösterdi bazılarımıza. Toplumsal travmaları büyüten suçlar ve suç ortaklıklarından oluşan, siyasal ekonomik ve sosyal alandaki kapı bekçileri, gittiğiniz yere taşıyabildiğiniz vasıflarınıza ve sosyal ağlarınıza bakıp, komplo teorileri geliştiredursunlar. Dünyanın geri kalanının daha da güvencesiz iş koşulları sunduğu bir akademik çalışma ortamında, performans ve verimli çalışma bir hayat düzeni haline gelmezse KHK’larla olan sosyal ölüm, bizleri burada kısmen bekliyor. Zira yurt dışında olabilme koşulumuz çalışabilmek ise taşıyabildiğimiz vasıflarımızın bir kullanma ömrü var memleket dışında.
Bir umuda aidiyet duymak
Yani diyeceğim o ki cicim, bu yazı öyle ağır abi yazısı da değil, yakınma yazısı da. 2015 Haziranından bu yana doğrudan hedef haline gelen, sessizliği ile de olsa suç ortaklığı yapan bir çoğunluk tarafından düşman haline getirilmeye çalışılmış ama yine de kendine alan bulabilecek, bunca yalnızlıkların arasında beraber söylenebilecek veya hiç de normal olmayan kahkahalar atabilecek kadar şanslı biri olarak, söylemek istediklerim var. Bu yazıyı tetikleyen taşı atan ise üç güzel öğrencimin dün yazdıkları. Adlarını başları belaya girmesin diye yazmayacağım elbette. Her şeye rağmen, bana olan güvenleri eksilmeyen, hala her yazdığımdaki samimiyeti gönül gözüyle gören, beni örnek aldıklarını söylemeleriyle onurlandığım, hayatlarındaki her gelişmeyi hemen bana yazan öyle çok öğrencim var ki. Üstelik onlar herhangi bir çerçeveye sokamayacağınız kadar insan. İçlerindeki sesle, vicdanlarıyla öyle barışıklar ve hayallerine öyle sıkı sarılmışlar ki. Bir kez ruhuna dokunduğunuz insanın sizin ruhunuzu zenginleştirmesi işten bile değil. Bu küçücük mektuplar, mesajlar bazen büyük iltifatlardan daha çok hayata tutuyor insanı. Özellikle bu güzel insanların, canlarımın yaşadıkları cehennemi bildiğim için, onlar pasparlak duruyor, arkamda bıraktığım tozlu rafların arasında. Kitaplarımı bıraktığım buraya getireceğim bir bıraktığım için öyle pişmanım ki. Onların her biri, bu güzel çocukların kütüphanesi yakışırdı, içinde minik notlarla. Öyle çok keşkem var ki ayrılışa dair, her ayrılıştaki gibi.
Yalnızlık ve mutsuzlukların arasından, onurlu bir ortaklık kurduklarım için, kelimelerimi içindeki duygu çoraklığına rağmen yaşıyor görünenler değil, o çoğunluğun dışında kaldığı için dünyanın tüm ezilenleriyle ortaklığı kurabilenlerin arasında dökmek, cicim, her yeri mahalle kılmasa da yeni bir dünya ihtimalini büyütüyor bende. Bir süredir yaptığım araştırmamda aidiyet üzerine soru soruyorum ve gelen cevaplarda farkettim ki en büyük aidiyet kimlik, inanç veya ideoloji üzerine görünse de bir umuda aidiyet. Daha güzel bir dünyaya dair bir umuda.