Bu yazı, hiçbir ayrım gözetmeden, #Hayır cephesinin tüm bileşenlerine bir çağrıdır. Satırlara dökülme mecburiyetini, ülkenin gidişatı için duyduğu derin kaygıdan alan bir çığlık demek daha doğru belki. Bu yüzden bu yazının, “like” alması değil, gerçekten tartışılması, bugün ülkenin dört bir yanında çoğalarak umudumuzu artıran #Hayır komitelerinde, forumlarında dikkate alınması tek dileğimdir.
***
Girizgâhı fazla uzatmayacağım. Herkes biliyor, konuşuyor; Türkiye gerçek bir tehdit altında. Türkiye’de “Faşizm” sözcüğü, Türkiye’de egemen sınıfın baskısına, şiddetine ve boyunduruğuna karşı kullanılan bir slogan düzeyinde kalsa da çoğu kez, devrimci aydın kalemler artık faşizmi, otoriter ve bonapartist rejimlerden farklı kılan özgün nitelikleri yazıp anlatıyorlar. Hatta, yukarıda gördüğünüz türden şemaları, yabancı web sitelerinden alıp Türkçeye çeviren ve sosyal medyada paylaşıp insanları uyarmaya çalışanlar bile var.* Ben de birkaç ay önce, sosyal medyada gördüğüm bu şemayı önüme alıp üzerinde epey düşünmüştüm. Basit olduğu ölçüde kapsamlı bir açıklama veriyor bize. Gerçek, çoğu kez, onun anlatımı için kullandığımız sözcüklerden çok daha basit ve yalındır çünkü.
Bu yüzden faşizmi, şemada gösterildiği kadar yalın, basit bir dille ele almak istiyorum.
Faşizm, ekonomik ve dolayısıyla ideolojik bunalım dönemlerini seviyor. Ekonomik kriz insanların hayatını derinden etkiliyor; ancak buna karşı yapılabilecekler, grev ve protestolar, sınıf mücadelesinin gücü yetersiz olduğu için hayata geçirilemiyor ya da cılız kalıyor. Sınıfın kendini, koşulları değiştirebilecek kadar güçlü hissetmemesi, çaresizlik ve güvensizlik duygusuna yol açıyor ve çare, “birilerinin” peşine takılmakta bulunuyor.
Bu ruh hali, sadece (mavi ya da beyaz yakalı, özel sektör emekçisi ya da kamu çalışanı) emekçi sınıf içinde değil; işsizler, küçük esnaf, zanaatkâr ve köylüler arasında da hızla yayılıyor. Geleceğinden endişe duyan, kendini güçsüz ve aşağılanmış hisseden, sendika ve derneklerde bir araya gelmesi engellenen ve geldiğinde ise hem devlet hem de sendika bürokratları tarafından değiştirme gücü elinden alınan emekçi sınıfın mücadele önderliği olmadığında, tüm kesimlerde bir “önder” arayışı başlıyor. Bir “kurtarıcı” kişi veya ideolojinin peşinden gitmeye hazır kitleler, solun boş bıraktığı alanlardan içeriye hücum eden otoriter ideolojiye kucak açıyor.
Faşist ideoloji, bazen daha başından itibaren bir “kurtarma” misyonu ile ortaya çıkıyor, Almanya’da Hitler gibi; ancak bazı durumlarda otoriter/bonapartist yapı zamanla faşizme evriliyor. Her iki durumda da halkın aktif desteği var; bu önemli bir ayrım, çünkü faşizmi klasik askeri darbelerden ayırt ediyor. Faşist parti, klasik bonapartizmin aksine, halkın bütün yaşama ve örgütlenme alanlarında; sendikalardan derneklere, kooperatiflerden mahalle evlerine kadar her yerde kendi alternatif gücünü oluşturuyor. Bu da yetmiyor; faşist parti burjuva devletin emniyet ve güvenlik güçlerinde de kendi artçı gücünü, kendi milislerini yaratıyor. İşin ilginci, bunu gizlemiyor da. Klasik burjuva demokrasisinde bu güçlerin, halkın güvenliğini tarafsız biçimde koruduğu iddiası, en azından bir iddia olarak ve hukuki dayanakları oluşturularak var iken; faşizmde artık “lidere” bağlılığın yüksek sesle dillendirilmesi devlete bağlılık ile özdeş tutuluyor.
Ve faşizm, her yerde bir seçim veya referandum ile, yani halk oyu ile kendini meşrulaştırıyor, iktidarı “millet” adına alıyor. Elbette koşulları kendi lehine sonuç çıkaracak biçimde düzenleyerek, her türlü baskı ve hileyi de kullanarak.
Sonuç alırsa, yani faşizm iktidar olursa, “lider”in ardına dizilmiş bütün kolluk güçlerinin yanı sıra, faşist ideolojiye bağlanan halk milisleri ve faşist partiye bağlı özel emniyet birimleri de devreye girerek, artık direnme ve karşı koymanın tüm kanallarını kapatıyorlar.
Toplumun kutuplaştığı, tek bir lidere ve onun temsil ettiği devlete sadakat göstermeyenlerin “hain” ilan edildiği bu atmosfere sol politikanın katkılarına gelince; ilk olarak uzlaşmayı reddetme olgusunu saymak lazım. Anti-faşist bir cephenin gücü, birleşikliğinden ve hedefe odaklanmadan geliyor. Bu cephe içinde çeşitli “ilkeler” yüzünden ortaya çıkan kavgalar ve anlaşmazlıklar, cephenin çatlamasına, birleşik olarak hareket edememesine ve dolayısıyla kitlelere somut bir rota gösterememesine, umut verememesine yol açıyor.
***
Gelelim bugüne. Yukarıda sözü edilen sürecin her bir aşamasının tek tek gerçekleştiği günümüze.
- AKP, hiç kıprdamadan yerinde dursa gene bütçe açığı vermeyeceği dünya koşulları ve emperyalist destek içinde yıllarca bu gemiyi yürüttü. Ancak deniz bitti. Ekonomik bunalım, ABD başta olmak üzere tüm emperyalist merkezleri olduğu gibi, Türkiye’yi de pençesine aldı. Doların önlenemez yükselişi, her kesimden insanları büyük bir sıkıntıya sokmuş durumda. Neoliberalizmin kaçınılmaz sonucu olarak, güvencesizlik, işsizlik, halkı özelleştirme adı altında servetine servet katılmış büyük şirketlerin (ne kadar varsa o kadar) “merhametine” mahkûm eden piyasa düzeni artık tıkanmış durumda.
- Devletin her türden baskıyla engellediği demokratik hakları kullanamayan geniş kitleler, hayatı kendi ellerinde değil, başka birilerinin, hatta “birinin” elinde görmeye yöneliyorlar. Nitekim “evet” diyeceklerin somut hiçbir cevabı olmaması, sadece “memleketin selameti, gücü için” diyebilmeleri bunu gösteriyor. Memleket zayıf, sağlıklı değil ve şifayı kendi “güçsüz” ellerimizle gerçekleştiremeyiz, bize mucize kabilinden bir “kurtarıcı” lazım, diyorlar aslında. Kendine inançsızlık, kaçınılmaz olarak inanılacak bir kişi/yol/mucize arayışını getirir. Getiriyor da.
- O “biri” durmadan sağa sola höykürüyor; “Eyy…” diye başlayan kabadayılıkların altı boş mu, dolu mu, kimsenin peşini takip ettiği yok. O “güçlü” çıkış, kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini gideriyor; aşağılanmışlık duygusunun yaralarını sarmasını sağlıyor. İşte bu kitle psikolojisi, faşist partinin halk arasında köklenmesini kolaylaştırıyor, hayatın her alanında, devrimci terminoloji ile söylersek bir “ikili iktidar” gibi yer almasının yollarını açıyor. Her mahallede, her okulda, her işyerinde, her sendikada, her dernekte, her meslek kurumunda, yargıda, orduda, emniyet güçlerinde bir “O’nun gücü” var, bir de “düşman” güç. Yapabildiği kadar “düşman”ları ayıkladı, ayıklıyor. Son vuruşu ise referandum sonrasına saklıyor.
- Yargıda, orduda, emniyette kendi gücünü yerleştirmesinin ve “benim esnafım” diye özetlediği paramiliter çetelerin yanı sıra, kendi militer yapısını oluşturuyor. Özellikle 15 Temmuz sonrasında, olası bir darbe girişimini gerekçe göstererek polisin gücünü katbekat artırıyor; Cumhurbaşkanlığı Muhafız Ordusu’ndan söz ediliyor ve SADAT adında, sadece Cumhurbaşkanına bağlı bir kontrgerilla yapılanma sessiz sedasız güçleniyor.
- Sermaye çevrelerini, onlara sağladığı düzenle susturuyor. AB ile ilişkilerin geliştirilmesini, yani Batılı denilecek bir yol haritasını tercih eden sermaye kesimi, bu rejimin kendisine sağladığı ranttan, ucuz (hatta bedava) emek cennetine dönüşen piyasadan gayet memnun. Muhtemelen hoşnutsuz oldukları konularda, ABD ve AB gibi, Türkiye’nin “müttefiki” güç merkezlerine güveniyor, oralardan yapılacak tembih ve tekdir ile rotadan sapmaların düzelebileceğini düşünüyorlar. Ağır vergi cezaları ya da ihaleden men etmeler de sermayenin “uslu” davranmasına yol açan bir diğer etken olsa gerek.
Saydığım bu unsurlar, faşist bir rejime giden yolun kilometre taşlarının gözümüzün önünde nasıl döşendiğini yeterince anlatıyor sanırım. Bu basit ve acıklı gidişatın tamamlayıcı unsuru, elbette solun boş bıraktığı alan. Hiçbir faşist rejim, solun tarihsel hataları olmaksızın iktidara gelemiyor. Bir yanıyla umut verici, diğer yanıyla kahırlı bir tespit bu. Çünkü bir yandan gücümüzün kanıtı, ama öte yandan aymazlığımızın…
***
Faşist rejimi önleyebilecek yegâne güç olan solun bugünkü durumuna bakmak istiyorum. Aklım ve yerim yettiğince…
Faşizmin, kitlelerin derin umutsuzluğundan beslendiğini belirtmiştik. Ve bir arayış içinde olduklarından… Bu durumda faşizm dışında, kitlelerin bu bunalımdan çıkış yolunu gösterecek bir diğer öncüye ihtiyacı var. Ancak şu anda Türkiye’ye baktığımızda, durum pek iç açıcı değil. Ana muhalefet partisinden sola ve Kürt siyasetine kadar hiçbir kesim, halkın bu derin hoşnutsuzluğunun sözcüsü olmaya aday görünmüyor. CHP, hâlâ “kurucu devlet partisi” modeliyle halka önderlik edebileceğini sanıyor. (Aslında sanıyor mu, ondan bile emin değilim, adeta iktidardan korkuyor ve ana muhalefet konumundan memnun gibi davranıyor). Halkın hiçbir gerçek sorununa; serbest piyasa talanına, sendikal haklara, iş ve sağlık güvencesine, taşeronlaşmaya, memleketi yangın yerine çeviren savaşa, Kürtlerin demokratik hak taleplerine dair hiçbir söz söylemeden, tek bir çözüm programı sunmadan “laiklik” ve “tek adam rejimi” üzerinden bir #Hayır kampanyası yürütüyor. Eğer sandıktan #Hayır çıkacaksa, bu kesinlikle CHP yönetiminin değil, #Hayır komitelerinde diğer siyasi ekiplerle omuz omuza çalışabilen tabandan insanların başarısı olacak; ama halkın bu rejimi reddetme iradesinden CHP’nin basiretsiz yönetimi kendine başarı payı çıkaracak ve “devlet partisi” konforuyla yolunda yürümeye devam edecek.
Sol, 12 Eylül sonrasında yediği darbeden dolayı yaşadığı fiziksel dağınıklığı atalı çok oldu ama ideolojik dağınıklık, bana kalırsa hâlâ atılmış değil. Hâlâ bu topraklardaki devrimci geleneğe sahip çıkmakla günün gerektirdiği sosyalist politikaları üretme arasındaki farkın bilincine varıldığını sanmıyorum. Çünkü çeşitli sol partiler/dergiler arasındaki tartışmalar ya da polemikler hâlâ gelenekler üzerinden yürüyor ve eski mağduriyetler ya da çözüme ulaştırılmamış (ulaştırılması da pek mümkün görünmeyen) tarihsel konu başlıkları bir türlü gündemden düşmüyor. Bunları aşıp da bugün neler yapmamız gerekir sorusuna gelemiyoruz bir türlü, gelebildiğimiz durumlarda da geçmişin gölgelerinden kurtulamıyoruz. Bu durum, mahallelerdeki yan yana çalışma iradesinin üzerine, “merkezler”den yansıyan mesafelenmenin izini, uzaklığını düşürüyor.
Kürt hareketinin siyasi temsicisi HDP ise, şu anda neredeyse fiili bir kapatılma süreci yaşıyor. Her alanda saldırı altındalar, temsil ettikleri halk da bu saldırının en savunmasız kesimi. Sandıkların güvensiz koşullarda kurulacağı, hatta kurulamayacağı şimdiden belli. HDP’nin 7 Haziran sonrasında, tamamen meşru bir seçimin yok sayılmasına ve 1 Kasım için yeniden sandık kurulma tezgâhına karşı kararlı bir duruş, bir program sergileyememesi, kendi kitlesinde de bir karamsarlık yaratmış gibi görünüyor. Adeta siyasi sahnedeki bütün güçler, şu anda bekleme durumda, karşılıklı birbirlerinin gücünü test etme ve sonraki adımı tahmin etme içinde geçen, bir “dengesizliğin dengesi” durumu bu.
Bu durumu farklı yorumlayanlar var. Kılıçdaroğlu’nun “Hayır çıkarsa bir şey değişmeyecek” diyen, siyasetsizliğin dibine vurmuş yorumunu dikkate almıyorum bile. Diğer yorumlardan biri; #Hayır’ın güçlü bir biçimde kazanacağı ve mevcut rejimin de geri çekileceği yönünde. Bir başka görüş, referandumu erteleyerek zaman kazanacaklarını ve bu süreçte de eksik bıraktıkları ayakları tamamlayacaklarını savunuyor. Sandıktan ne çıkarsa çıksın, ülkeyi bir rejim değişikliği baskısının ve bunun yol açacağı kaosun beklediğini söyleyenler de var, bana göre oldukça haklılar.
Sandıktan #Hayır çıksa da, hatta ezici çoğunlukla çıksa da, iktidarın ve “tek adam rejimi”nin geri çekilemeyecek bir noktada olduğunu düşünüyorum. Hatta taktik olarak bile ricat etmeyeceklerine inanıyorum. Faşizm, bütün koşullarını adım adım gerçekleştirmiş ve önünde tek bir engel, halkoyu engeli kalmışken; üstelik bundan geri adım atmak siyasi iflas anlamına geleceğinden kaosun ve baskının son hızla devam edeceğine, son hamle için elden gelen her şeyin yapılacağına inanıyorum.
Yani yakın gelecek biraz karanlık görünüyor. Ancak bu durum, bütün olumsuzluğuna rağmen, aynı zamanda tarihsel bir fırsat sunuyor. Öncelikle, bütün propaganda aygıtları elinden alınmış solun, 12 Eylül’den sonra neredeyse tamamen terk ettiği mahalle çalışmalarına, sokak sokak örgütlenme faaliyetine yeniden geri dönmesi anlamını taşıyor, ki bu uzun zamandır bizi kötürümleştiren, emekçilerden koparan ve parti bürolarına ve basın açıklamalarına sıkıştıran ideolojik sakatlanmayı kırmamız açısından çok önemli bir olanak. Mahalle çalışmaları son derece sıcak ilişkileri de yeniden gündeme getiriyor ve insanlarla yüz yüze konuşmanın dönüştürücü gücünü hepimize yeniden hatırlatıyor.
İkincisi; #Hayır mahalle komitelerinde, CHP’lilerden sol dergilere kadar her kesimle yan yana yürütülen çalışmalar, yukarıda sözünü ettiğim “merkezler”den gelen gölgeyi kırıyor, insanlar birbirleriyle, belli ezberler üzerinden değil, bizzat sokakta sınayarak/sınanarak yoldaşlık kuruyorlar. Bu, önyargıların, bir türlü çözülemeyen tarihsel anlaşmazlıkların kırılması, en azından hafifleyerek gündemden düşmesi için bulunmaz bir olanak.
Üçüncüsü; sol ile Kürt hareketi arasında oluşan tarihsel uzaklığın kalkması olanağı. Kürtler, barış sürecinde kısmen mesafeli durdukları ortak muhalefet çalışmalarına ve mahalle komitelerine/forumlara daha yoğun katılıyorlar, sol muhalefetle güç birliğini yerellerde kuruyorlar. Barış sürecinin devlet tarafından kanla bitirilmesi, Kürt hareketinin de önceliklerini ve ittifaklarını yeniden gözden geçirmesine neden oluyor diye düşünüyorum; en azından mahallelerde. Diğer yandan, sol içerisinde ulusalcı geleneğinden kopamamış ve Kürt hareketine devletin gözlükleriyle bakmaktan kurtulamamış; ya da tarihsel olgular nedeniyle Kürt hareketine mesafeli durmuş kesimler de, #Hayır çalışmalarında bu perspektifi yer yer kırıyorlar. “Sosyalizm” ve “radikal demokrasi” başlıkları, içinden geçtiğimiz şu süreçte, sokaklarda yan yana verilen mücadelede anlamını yitiriyor, en azından ortak paydalar daha görünür, daha cezbedici hale geliyor diye düşünüyorum.
Peki bu yeterli mi? Elbette değil ve daha yazının başında duyurduğum “çağrı”nın sebebi tam da bu.
#Hayır cephesinin ayrı kollardan yürütülmesi, kanımca yanlış bir karar olmadı. Laiklik, barış, yoksulluk, insan hakları, cinsiyetçilik, ırkçılık… Herkesin itiraz etmeye farklı bir sözden başlıyor olması, ayrıştırıcı değil, zenginleştirici bir söylem. Ancak hayat gösterdi ki, bu farklı itirazlar, sokaklarda, mahallelerde, işyerleri ve okullarda birbiriyle kaynaştı, omuz omuza durdu ve birbiriyle dayanışma içinde ilerledi. Birbirini zenginleştirerek yükselen bir #Hayır’ımız oldu artık.
Şimdi bundan geri düşmemeliyiz.
Ve şimdiden; 16 Nisan’da sonuç ne olursa olsun #Hayır mahalle komitelerinin, #Hayır forumlarının dağılmaması ve bize her koşulda dayatılacak olan faşist rejime karşı, ortak paydayı sürekli genişletme yönünde çalışarak faaliyetlerini sürdürmesi, yan yana durmaya devam etmesi yönünde çağrı yapmalı; bunun için var gücümüzle çalışmalıyız.
Bu tarihsel olanak, bir kez Gezi’de çıktı önümüze; yaklaşık 6 milyon kişinin katıldığı büyük direnişin ardından kurulan mahalle forumlarının dinamizmi, ne yazık ki “merkezler”in rekabeti ile sönümlendi ve Gezi’den geriye sınırlı sayıda forum kalabildi.
Şimdi bu, 2013’ten sonra yakaladığımız ikinci tarihsel moment. Artık birbirimizden ve emekçi halktan kopmamız, yan yana sokaklarda ve mahalllerde çalışmaktan vazgeçmemiz, siyasi önceliklere kapılarak ortak paydalar ve belki de olası bir Kurucu Meclis öncülü yaratmak için çalışmaktan vazgeçmemiz; artık ne birinin ne de ötekinin değil, hepimizin sonu olacak.
Bu sonu istemiyorsak, kişi/grup/dergi/parti önceliklerini geride bırakmak ve bu geniş cepheyi hiçbir şeyin çatlatmasına izin vermemek zorundayız.
Direniş cephesini kurmayı envayi çeşit kaygılarla engelleyen anlayışlara da #Hayır diyelim.