2008 mali krizi ekonomi çevrelerindeki yönetici kadroların, büyük bankaların müdürlerinin, bakanların, devlet ve hükümet başkanlarının nasıl bir paniğe kapıldığını gözler önüne serdi. 2007’de bazı bankalar sıkışıp faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldığında ülkelerin birbiriyle çelişen kararlar aldığına tanık olduk.
ABD yetkilileri o dönemin en büyük bankalarından biri olan Lehman Brothers bankasını iflastan kurtarmadı. İngiltere’nin sekizinci büyük bankası Northern Rock’ın müşterileri iki gün içerisinde 3 milyar Sterlini çekince, banka iflas aşamasına geldi ve liberal İngiliz hükümeti bankayı devletleştirdi. Sonuç olarak tüm devletler mali sektörde yaşanacak genel bir panik halini engellemek için merkez bankalarının kredi vanalarını sonuna kadar açtılar. 2008 mali krizinden sonra önlem amaçlı alınan kararlar uygulanmadı. Bu nedenle bugün daha kötü bir kriz öngörülmekte ve bu çevreler gelecek krize de gafil avlanacaklar.
Sermayenin soysuzlaşması
Sırasıyla önce mali müfettiş, ardından Lazard bankasında banka ticaret uzmanı; Elysee sarayında danışman ve en sonunda Dünya Bankası Genel Müdürü olan Bertrand Badre, “Money Honnie” (Nefret Edilen) isimli kitabında şunu anlatıyor: “ Krizin temel sonuçlarından biri önceden bankacıların hakim olduğu mali sistemde yatırımcıların kral haline gelmesi. Artık uluslararası mali dünya düzeninde emeklilik fonları, sigortacılar, spekülasyon fonları ve bazı diğer sermaye yöneticileri belirleyici.” (yakında 100 bin milyar doları idare edecekler). Bir de şunu ekliyor: “Uluslararası mali sistemde bu yeni yatırımcıların ağırlığı bankacılardan daha büyük, merkezileşmeleri daha güçlü, aralarındaki bağlar daha kuvvetli (…). Bugün dünyada biriken paraları idare eden yirmiye yakın dev yönetim şirketi var: Örneğin bunlar arasında yer alan Black Rock şirketi 5 bin milyar dolar seviyesinde bir parayı yönetiyor. Fransız Amundi ve Natixis’in her birinin yönettiği sermaye ise bin milyar civarında”.
Bertrand Badre sorunu ortaya koyuyor ama asıl verilmesi gereken cevaptan kaçınıyor, yuvarlak laflarla geçiştiriyor. Yine de gözlemlerindeki panik ifadesi okunabiliyor. Bu sözlerin altında yatan gerçek ise bambaşka; kaba bir denetim altında bulunan banka sistemi ve mali işlemler yapan fonlar, borsa işlemleri yapan aynı mali sermayenin iki farklı ifadesidir. Deutsche Bank gibi saygın bir iş bankasının bir spekülasyon yuvasına dönüşmesi de bu durumun göstergesidir. Biriken üretim kârlarını birçok yöntemle mali oligarşinin hizmetine sunanlar yine aynı kadrolarıdır. Mesela Deutsche Bank, sermayesini spekülasyon işlemlerine dönüştürebilmek için Goldman Sachs’ın üst düzey kadrolarının bazılarını transfer etti.
Büyük spekülasyon fonları faaliyetlerini zengin kişilerden, sanayi gruplarından ve farklı mali çevrelerden gelen devasa miktarlardaki paralarla yürütürler. Ve bu aslında, büyük sermayenin “daha bir üst düzeyde soysuzlaşmasıdır”.
Bu soysuzlaşma özel sermaye temelinde oluyor ve tekelleşmiş kapitalizmin çelişkilerini daha da artırıyor ve ilişkiler serbest rekabet temelinde devam etmesi gerekirken tam zıddına dönüşüyor. Rakipler arasında rekabet azalmıyor. Tam aksine Lenin’in açıkladığı gibi: “Tekeller rekabeti ortadan kaldırmıyor. Tekeller rekabetin üzerinde ve yanında varlıklarını koruyor ve çelişkilere, sürtüşmelere ve de çok şiddetli çatışmalara yol açıyor.”
Şirket evlilikleri ve birleşmeleri bunun en somut örneği. Şirketlerin bir diğerini ele geçirme girişimleri ve bu uğurda harcadıkları para miktarları bu durumun geldiği çılgın noktanın göstergesi. Mesela Eylül-Ekim 2016’da GDO şirketi Monsanto dev kimya şirketi Bayer tarafından 34 milyar dolar harcanarak yutuldu. Diğer bazı örneklerde ise harcanan miktarlar 10 ile 40 milyar dolar arasında. Hatta daha büyük paraların seferber edildiği örnekler var: Telekom lideri ABD’li AT&T 110 milyar dolar harcayarak Time Warner’e (CNN, HBO kanal ve sinema stüdyolarına) el koydu! Bunlara ek olarak hızlı internet hizmetlerinde, konteynır nakliyatı gibi diğer başka alanlarda da çeşitli örnekler var.
Kriz rekabeti şiddetlendirir
Bu sözü edilen gruplar giderek daha büyük meblağlarda paralar kazanıyorlar ama bu paraları üretim yatırımlarında kullanmak istemiyorlar. Kredilerin daha da ucuz olması iştahlarını kabartıyor. En zengin gruplar diğerlerini yutmak için daha da borçlanıyor. Deyim yerindeyse yılan kendi kendini sokuyor.
Kriz rekabetin daha da şiddetlenmesi demektir. Büyük sanayi ve mali grupların kendi aralarında yürüttükleri savaş demektir. İşte bu ortamda büyük guruplar ve emperyalist güçler hodri meydan deyip kozlarını paylaşırlar. Nasıl ki tekellerin oluşması rekabete son vermediyse, emperyalist düzendeki küreselleşme de emperyalist güçler arasındaki ekonomik savaşa son vermedi.
Şirketler arasındaki rekabet yarışı burjuvazinin işçi sınıfına karşı tüm ülkelerde verdiği savaşla desteklenmektedir. Bu savaşın amacı toplam artı değeri artırmak olduğu için sonuç olarak işçi sınıfının ücretler yoluyla aldığı pay azalıyor ve yaşam şartları her gün daha da kötüye gidiyor. Bu savaşın diğer tarafında burjuvazinin kendi içindeki rekabet yer alıyor.
Bu süreçte burjuvalar kendi aralarında da savaşmayı sürdürüyorlar. Bir sanayi grubunun veya bir ülkenin rekabet edebilme konumunu artırma konusundaki söylemler büyük bir sahtekarlıktan ibarettir. Çünkü bir şirketin veya bir ülkenin rekabet edebilmesinin krizin üzerinde hiçbir etkisi yok. Sadece kapitalistlerin karlarını artırmada etkisi olabilir. Burjuva siyasetçileri tarafından gösterilen başarılı ülke örnekleri de yanıltıcı. Örnek gösterilen ülkenin krizi yendiği anlamına gelmiyor. Sadece bu ülkenin geçici bir süre için diğer ülkelerin aleyhinde olacak bir şekilde kendi gemisini kurtardığını ifade ediyor.
Avrupa’nın krizi
Yürütülmekte olan bu ekonomik savaşta Avrupa ülkelerinin burjuvazileri, ABD burjuvazisi gibi tek ve birleşik bir devlete sahip olmadıkları gibi kendi aralarında da rekabet halindedir. Ekonominin küreselleşmesi devlet aygıtlarının önemini ortadan kaldırmıyor. Tam aksine bu uluslararası rekabetten dolayı devletlerin hem alanlarını hem de önemini daha da artıyor.
Gittikçe şiddetlenen bu ekonomik savaşta Avrupa ülkelerinin burjuvazileri tarihi görevlerini yerine getirip Avrupa ölçeğinde tek bir devlet aygıtı oluşturamamanın bedelini ödüyorlar. Avrupa Birliği temel olarak tek bir ortak pazar olmaktan daha ileri gidemediği için bu pazar Avrupa’nın büyük sanayi ve mali grupları kadar ABD gruplarına da olanaklar sunuyor.
Yaşadığımız emperyalist dönemin bir başka özelliği en güçlü tröstlerin devletleri hakimiyetleri altına alma olgusudur. Sürdürülmekte olan bu ekonomik savaşta sanayi ve finans gruplarıyla diplomasi, devletin askeri gücü ve siyasi-ekonomik casuslukları (tele kulaklar) ile iç içedir. ABD’nin NSA istihbaratının Merkel’in özel telefonlarını bile dinlemesi sadece bir söylenti değil.
ABD büyük burjuvazisi sözü edilen tüm alanlarda ABD devlet aygıtından sonuna kadar yararlanıyor ama Avrupa ülkelerinin burjuvazileri sadece kendi devlet aygıtlarından kullanabiliyorlar. Üstelik AB içerisinde kendi aralarında da rekabet halindeler.
Bu ekonomik savaşta AB sürekli bir şekilde savunma pozisyonunda kalıyor ve belirleyici etki yaratamıyor. AB’nin etkisizliği sadece ABD’ye karşı değil, Çin gibi diğer bazı ülkeler için de geçerli.
AB’deki reformist siyasetçilerden aşırı sağa kadar uzanan, ‘ulusal egemenliği’ savunan politikacılar AB ile ABD arasındaki ticaret-serbestliği analaşmasına (TAFTA) ve buna benzeyen Kanada anlaşmasına (CETA) karşı çıkıyorlar ve gerçekten gülünç durumdalar. Çünkü bu anlaşmalar farklı kapitalist ülke eşkıyaları arasındaki güçler dengesine resmiyet kazandırmaktan başka bir şey değil.
Aynı şekilde Fransa’da veya İngiltere’de bazı çevreler, “Avrupa çok ileri gidiyor” söylemleriyle demagoji yapıyorlar. Avrupa ülkeleri burjuvazilerinin ekonomik alandaki en büyük yetersizliklerinden biri Avrupa ekonomisi ölçeğinde tek bir devlet aygıtı oluşturmayı başaramayışlarıdır. Ülke sınırları içerisine kapanmayı savunan ulusalcılar -hem sağda hem de solda da varlar-, yüzyıllarca süren küreselleşmeden sonra oluşan dünya kapitalizminden yeniden en başa dönülebileceğini savunuyorlar. Bu tamamen aptalca bir şey.
İnsanlık için gelecek kapitalizmi yıkmakla mümkün
Küreselleşme kapitalist ekonominin çılgınca büyüdüğü, gençlik ve erginlik dönemine özgü bir olgu ve üstelik insanlığa yaptığı en önemli katkı. İnsanlığın kapitalizmin özel mülkiyet temellerindeki kuruluşunu aşarak daha üstün bir toplum düzeyine ulaşması da bu sayede mümkün. Kapitalizm temelinde oluşan küreselleşme, emperyalizm, sömürgecilik ve dünyanın tekeller arasında paylaşılması çok farklı şekillerdeki ulusal baskılara, çatışmalara ve savaşlara yolaçtı. Ama insanlık için gelecek mağara devrine geri dönüş yapmakta değil, kapitalizmi yıkmaktan geçiyor.
Rekabet koşullarının gün geçtikçe sertleşmesiyle ülkeler arasındaki ilişkilerdeki gerginliklerin artmasının büyüyen kapitalist ekonomik kriz arasında sıkı bağlar var. Bu ilişkinin görünen yüzü Orta-Doğu ama aslında bu coğrafya ile sınırlı değil. Örneğin ham madde fiyatlarındaki düşüşler Venezüella’dan Nijerya’ya kadar bazı ülkeleri iflasa sürükledi ve halk kitleleri için feci sonuçlar doğurdu. Sudan’dan Kongo-Kinşaşa’ya kadar iç savaş ve katliamların artması, silahlı çetelerin çoğalması ve giderek daha da güçlenmeleri, doğrudan ham maddeler üzerinde yapılan spekülasyonlara bağlı.
Son derece modern fabrikalarda üretilen akıllı telefonlarla Afrika’da toprağı köstebek gibi kazıp yer altından kobalt madenlerini çıkarmak arasında bir ilişki yok mu? Aynı şekilde Afrika’da filleri ve gergedanları katleden çeteler arasındaki şiddetli çatışmalarla bu hayvanların nesillerinin yok olma aşamasına gelmesinin ve ailelerini açlıktan kurtarabilmek için bu hayvanları kaçak avlayan yoksul Afrika köylülerinin arasında bir bağ yok mu? Güney-Doğu Asya’da türeyen yeni zenginlerin tamamen saçma fikirlerle bu hayvanların boynuzlarının tozlarından elde edebileceklerini düşündükleri gelir bu ilişkide hiç etkili değil mi?
Kapitalist ekonomik krizin şiddetlenmesiyle devlet arası hatta ülkelerin kendi içinde oluşan gerginliklerin artması arasında diyalektik bir bağ vardır. Üstelik bu siyasi gerginliklerin ve hatta silahlı çatışmaların sermaye hareketlerinde ve yatırımlarında çok önemli etkileri vardır.
Fransa’da yayınlanan Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) Dergisi’nin Aralık 2016-Ocak 2017 tarihli 180’inci sayısında ‘Dünya Ekonomisinin Krizi’ başlıklı makalenin ikinci bölümüdür.
Çeviren: Selim Kuzey